Düşünsenize ülke de pandemi var, insanlar evlerine kapandı. Tüm toplum zor günler yaşıyor. Günlerden 23 nisan. Bir anda herkes camına balkonuna çıkıyor ve hep bir ağızdan istiklal marşını söylüyoruz. Dünya bir kaç dakikalığına güzelleşiyor. Tüyler ürperiyor, duygular kabarıyor. Yine içimize su serpen, ruhumuzu güzelleştiren Mustafa Kemal Atatürk oluyor.
kelimeler kifayetsiz kalır, cümleler, satırlar, paragraflar yetmez sevgime, saygıma, hayranlığıma ve en çokta özlemime. çok kısa bir şey söyleyeceğim sadece. seni de seni seveni de çok seviyorum. açtığın yolda gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. saygı, özlem ve minnetle anıyoruz. söyleyeceklerim bu kadar.
Hasta yatağında uzanmış, ince yorganı göğsüne kadar çekmiş, arkasındaki yastıklara hafif bir meyille yaslanmıştır, 29 Ekim (1938) günü orduya mesajı ve ardından meclisin yasama yılı açılış söylevini gözden geçirmek için başbakana yanına yaklaşmasını işaret etmiştir. Başbakan, iskemlesini yatakla temas eder hale getirerek sokulmuştur.
"Nutuk ne oldu?" Başbakan Bayar "Hazır" demiş ve nutuk içeriği hakkında bilgi arzına başlamıştır. Reisicumhur dikkatle dinlemektedir; beş altı dakika geçmiş, sakin bir lisanla: "Okumayacak mısın?" diye sormuştur.
Nutuk, onun sözleriyle önce bir giriş sonra esas kısımlardan oluşmaktadır. Yalnız "final" kısmı yoktur (reisicumhur, öteden beri yazının, sözün bağlanışını bu kelimeyle anlatmıştır).
Metni okuyan başbakan bir yerde gramer hatası yapmıştır ve farkındadır, paragraf bitince tekrar etmesini istemiş, başbakan gülümsemiştir.
"Neye gülüyorsun?" diye sormuştur.
"Yanlışlık yazılışından değil, benim okuyuşumdan oldu" demiştir.
"O halde devam!"
Okuma bittiğinde başbakan, "Eksik olan finaldir" diye eklemiştir.
"Onu şimdi tamamlarız."
Başbakan'ın kalemi elindedir:
"Büyük Kamutay
Şimdiye kadar olduğu gibi, bütün işlerinizde başarılar dilerim."
Başbakana yazdırdığı bu cümle ile söylev tamamlanmıştır.
Atatürk'ün resmi hayatının son sözü kendi yazdırdıkları işte bu sözdür: "Bütün işlerinizde başarılar dilerim."
Şimdi sıra, Cumhuriyet'in 15. yılında orduya "son" mesajıdır. Doktorların itirazlarına rağmen onu da yazdırmıştır.
Başkomutanın orduya "son" mesajı şu şekildedir:
Zaferleri ve mazisi insanlık tarihiyle başlayan, her zaman beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!
Memleketini, en buhranlı ve meşkûl anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmış isen, Cumhuriyet'in bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtalarıyla donanmış olduğun halde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına şüphem yoktur.
Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini iç ve dış her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an yapmaya hazır ve amade olduğuna, benim ve büyük milletimizin tam bir inan ve itimadımız vardır. Büyük milletimizin orduya bahşettiği en son sistem fabrikalar ve silahlarla bir kat daha kuvvetlenerek büyük bir nefis feragatiyle ve hayatı küçümseyerek her türlü vazifeyi yapmaya hazır olduğunuza eminim. Bu kanaatle, kara, deniz, hava ordularımızın kahraman ve tecrübeli komutanları ile subay ve eratını selamlar ve takdirlerimi bütün millet önünde beyan ederim.
Başbakan Celâl Bayar tarafından bu mesaj geçit töreni başlamadan orduya hitaben okunmuştur. Başbakan Ankara'ya gitmek üzere yanından ayrılırken, "Arkadaşlarıma benim selam ve sevgilerimi söylemeyi unutma!" diye tembih etmiştir.
29 Ekim günü ve gecesini bitkin, endişeli ve heyecanlı geçirmiştir. Odasının kapısı açıktır, şezlonga uzanmıştır, yanındaki koltukta Salih Bozok oturmaktadır, başyaver ayaktadır. Merasim dönüşü sarayın önünden geçen Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri bando eşliğinde istiklal Marşı okumaktadır, bu sesler heyecanını en yüksek düzeye tırmandırmıştır. Denizin üstünde şenlik vardır. Atatürk birden irkilerek pencereye doğru gitmek istemiştir. Salih Bozok ve başyaver koluna girerek pencereye götürmüşler, Atatürk heyecanla camı silmiş ve sonra yaklaşarak ince sesiyle "Sen ne büyük milletsin" diye fısıldamıştır.
▪︎ Kaynaklar
Naci Sadullah, Tan, (12 Kasım 1938)
Atatürk'ün Bütün Eserleri, Cilt XXX, s.306.
Celal Bayar, Atatürk'ten Hatıralar, s.101-103.
Nazmi Kal, Atatürk'le Yaşadıklarını Anlattılar, s.22. (ikinci Kâtip Selim Aru).
en büyük düşman ülkelerin bile övgüyle bahsettiği lider. bu arada yeşilli ben.
sonra bu adam nasıl Atatürkçüyüm deyip, Atatürkçü olduğunu iddia eden Kemal Kılıçdaroğlu, Canan Kaftancıoğlu gibi insanlara laf ediyor diyorlar...
E laf ederim tabii kardeşim. Atatürkçülüğü mezhep faşisti yüzlerini gizlemek için maske olarak kullanan, "laiklik ilkesi" diyerek tüm dinini yaşayan kesimi hedef alan, ataları Çanakkale Savaşı dönemi Koçgiri isyanı'na katılmış tipleri görünce çıldırıyor insan elbet!..
Salona girdiğimde, Gazi'yi bir köşedeki geniş koltuğunda gazeteleri karıştırır buldum.
Beni görünce kalkıp, ortadaki yemek masasının başına geldi, oturduk, çalışmaya başladık.
Getirdiğim kağıtlar arasında, Mısır'a yerleşmiş bulunan Osmanlı Generali Keçecizade Izzet Fuat Paşadan gelmiş bir mektup vardı.
Mustafa Kemal ile Ordudan tanışan bu eski Paşa mektubunda özet olarak;
" San-Remo'ya gidip son Osmanlı Padişahı Vahdettin'i ziyaret ettiğini, konuşmalarından sonra Vahdettin'in kendisinden sitayişle bahsettiğini hikaye ettikten sonra:
" Bu altı, yedi asırlık Hanedan üyesinin hal ve tavrından maddi sıkıntı içinde olduğunu, yardıma muhtaç bulunduğunu sezdim " diyor ve kendisinden yardımda bulunmasını rica ediyordu.
Ben mektubu okurken Mustafa Kemal, dikkatle dinliyordu.
Yüzünü pek göremiyordum. Ancak bir kaç defa derin derin göğüs geçirdiğini görmüştüm.
Mektubun okunması bitip de başını bana çevirdiği zaman, gözleri yaşarmış bulunuyordu.
Bir an durdu, gözlerimin içine baktı, sonra da başını sallayarak:
" Gördün mü dünyanın halini çocuk ? Nerede o Haşmet, nerede o azamet, nerede o Saltanat... Şimdi hepsinin yerlerinde yeller esiyor... Bu dünyada hiçbir şeye güvenilmez... Bundan dolayı insanın hayatta daima çok ölçülü olması gerekir. "
Yine düşünceye daldı.
Pek üzgün olduğu her halinden belli idi.
Nihayet merhamet ve zaaf duygularını yenmişti ve konuşmasına devam etti:
" Nasıl yardım edilebilir ? Benim kişisel servetim yok ki... Devletin hazinesi ise fakir... Hem zengin bile olsa, oradan yardım etmeye de hiç hakkımız yok...
Memleketin en mamur yerleri, özellikle bu son ölüm, kalım mücadelesinde harap oldu... Bahis konusu olan kişinin hataları yüzünden Vatanın hak ve savunması için boğuşmak zorunluluğunda kalarak, şehit olan Memleket evladı, arkalarında yüzbinlerce yetim ve kimsesizler bırakmış bulunuyor. Bu bahsi burada bırakalım, çocuk. Yalnız bu mektubu bir belge olarak saklarsın. "
Ben de öyle yaptım. Bu mektubu, zarfı ile birlikte, ikinci bir zarfa ve üzerine; " Özellikle saklanması emredilmiştir " kaydını da koyarak Özel Kalem'e teslim ettiğimi hatırlıyorum
》 Alıntı: Atatürk’ün Özel Kalem Müdürü H.Rıza Soyak’ın Anıları ...
Arkamda büyük bir kara tahta vardı. Atatürk “Kalk bakalım genç profesör tahtaya” dedi. Tahta başına vardığımda bana üç kelime yazdırdı. “Su, tuz, deniz”. Şimdi bu üç kelimeden Türkçe’de, Fransızca’da, Almanca’da kaç cümle yapılabiliyordu? Böyle bir soru ile hiç karşılaşmamıştım. Şaşkınlığım geçince aklıma gelen cümleleri sıralamaya başladım.
1) Denizin suyu tuzludur.
2) Suyu denizin tuzludur.
3) Tuzludur denizin suyu.
4) Suyu tuzludur denizin.
5) Denizin tuzludur suyu.
Şimdi bu üç kelimeden Fransızca’da ve Almanca’da ancak ikişer cümle çıkarılabiliyordu. Atatürk sordu. Bu durum Türkçe’nin lehine mi, aleyhine mi?
Hafif bir irkintiden sonra dedim ki “Efendim, bir bakıma bu bir söyleyiş zenginliğidir.” Çünkü kurduğumuz beş cümle arasında küçük farklar vardır; bu bir çeşit nuans zenginliğidir.”
Atatürk “evet ama” dedi “Bunun büyük bir sakıncası var.” Sonra ilave etti. “Milletlerarası antlaşmalar niçin Fransızca yazılır?”
Doğrusu bu soruya da hazır değildim. Fransa’nın büyük bir devlet oluşu buna neden olabilirdi. Atatürk “hayır” dedi. “Fransızca öyle bir dildir ki kelimelerin cümle içerisindeki yeri sağlamdır. Bu sebeple Fransızca bir metin yıllar sonra okunsa daima aynı anlama çıkar.”
Atamdır. Küçüklüğümde onu tanıma fırsatı bulduğum için, bugünkü sözde Atatürkçü, aslında Grup yorum severlere olan kızgınlığımı belli ettiğimde çok taşlanıyorum ama olsun. Bu arada soldaki ben arkadaşlar.
sen kalk abdülhamid'in keyif süreceğim diye borç batağına soktup, vahdettin'in batırdığı ülkeyi imkansızı başararak cumhuriyet olarak kur hem de adını türk-iye yap.
yetmesin bu padişah bozuntularının borçlarını öde, cahil bırakılmış millete okuma yazma öğret, kadınlara fransa'dan bile önce seçme seçilme hakkı tanı, 150 tane fabrika kur 100 yıl sonra biri çıkıp desin ki atatürk ajan biz osmanlıyı yeniden kuracağız.
üstelik bunu fabrikaları kapatıp ülkeyi yurt dışına bağımlı hale getirerek yapmaya kalksın. sizin müslümanlığınız yerin dibine girsin.
89 yılda, nereden nereye geldiğimizi hala göremeyen vatandaşlarımıza ithaf olunur...
Fransa"da çok meşhur bir sözlük vardır; Larousse
Bu sözlükte bir kelime var; ""décapiter""...
Bu kelime, 1931 yılındaki sözlükte; ""boynunu vurmak"" diye ifade ediliyor.
Kelimenin bir başka anlamı daha var; ""Kazığa oturtmak"", yani sivri bir kazık hazırlamak ve kazığın bir ucu insanların ağzından çıkacak şekilde üzerine oturtmak.
Vahşi bir uygulama.
Burada, kazığa oturtmak deyiminin manasını açıklığa kavuşturmak için örnek veriliyor:
""Türkler, bugün bile esirlerini kazığa oturturlar.""
Atatürk bunu öğrenince, Fransız Büyükelçisi"ni yemeğe davet ediyor.
Elçi, diğer elçilere böbürleniyor, hava atıyor; Atatürk tarafından davet edildiği için.
Köşke geliyor, yemekler yeniyor.
Atatürk tabii bir şekilde, Elçiye bu kelimenin anlamını soruyor.
O da bildiği anlamı söylüyor.
Atatürk; ""Kelimenin başka bir anlamı var mı?"" diye sorunca, Büyükelçi; ""Bunu söylemek için sözlüğe bakmam gerekir"" diyor.
Atatürk; daha önce hazırlamış olduğu ve çalışanlarına öğütlediği şekilde Larouse"u getirtip, Büyükelçinin önüne koyduruyor.
Elçi, daha işin nereye kadar gideceğinin farkında olmadan hevesle okumaya başlıyor.
Ancak kelimenin karşısında ""kazığa oturtmak"" konusunda verilen örnek cümleye gelince, ancak yarıya kadar okuyabiliyor ve yarısından sonra yutkunarak Atatürk"ün yüzüne bakıyor.
Atatürk diyor ki:
""Demek ki biz Türkler; bugün de esirlerlerimizi kazığa oturtuyoruz öyle mi, öyle mi sayın Sefir? Sözlüğünüze böyle yazmışsınız, bu doğru mu?""
Sefir, hemen sözlüğü biraz karıştırıyor ve bir kaçamak noktası bularak diyor ki; ""Efendim bu sözlük; Katolik Kilisesi"nin matbaasında basılmış, bildiğiniz gibi biz laik ülkeyiz, kilisenin yaptıklarının bizim hükümetimizle bir ilgisi yok. Bizi ilgilendirmez ve biz kiliseye karışamayız.""
Atatürk:
""Öyle mi efendim, siz laik bir ülke olduğunuz için demek ki kiliselere karışamıyorsunuz. Öyleyse ben de yarından itibaren istanbul"daki kiliselerin kapılarına koca birer kilit astırıyorum"" diyor.
Bunu duyan Sefir, birden ayağa kalkıyor ve; ""Ekselans, protesto ederiz"" diyor.
Bunun üzerine Atatürk;
""Hani sizi ilgilendirmiyordu, karışmıyordunuz?"" diyor ve ilgililere dönerek; ""Sefire yolu gösterin"" diyerek, bir anlamda onu kovuyor.
Sonra ne mi oluyor?
Tabii Fransız hükümeti; laiklik söylemlerini bir tarafa bırakıyor, hemen o sözlük toplatılıyor ve yeni baskısında o cümle çıkarılıyor.
Bu muhteşem tavır;
- Askerimizin başına çuval geçirildiğinde sessiz kalan,
- Karakollarımıza komşu bir ülkeden saldırılar düzenlenip şehitler verdiğimizde, harekete geçmeden önce icazet almak için okyanus ötesine giden,
- Fuarlarda, ülkemizin bir bölümünü kurdukları kukla devletin parçası olarak gösteren haritalar asanlarla, hala resmi temaslarda bulunan değerli yöneticilerimize
ve
- 89 yılda, nerelerden nerelere geldiğimizi hala göremeyen aziz vatandaşlarımıza ithaf olunur..
Bu, Samsun'a çıkmadan evvel çektirdiği son fotoğrafıydı.
O yıllarda kendisine 'Ya başaramazsanız' diye soran bir Amerikalıya; 'şerefsiz bir ölüme katlanacak yerde atalarımızın çocukları olarak dövüşerek ölmeyi tercih ederiz!' dediğinde, işte tıpkı bu fotoğrafındaki gibiydi.
38 yaşında diri, güzel, gözleri gibi yüreği de alev alev vatan ve bağımsızlık aşkıyla yanan bir genç ...
Varlığını Türk varlığına armağan eden büyük lider. Bakın arkadaşlar sevmeyebilirsiniz ama saygı duymak zorundasınız. Her ne olursa olsun, hasta adam diye tabir edilen ulu bir imparatorluğu manda himaye altına girmek yerine,önderlik ettiği mücadele ile yine türk milletine armağan etmiştir. Tek başına mı yaptı dediğini duyar gibiyim dostum. Hiç-bir mücadele tek başına kazanılamaz. Mücadele de en önemli şeylerden biri de önderliktir. Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır paşam. Bu sana türk gençliği olarak sözümüzdür.
Yanlış okumuyoruz... ''Müttefikler Yunanlara Yardım Edecek'' demiyor! Bilakis; ''Yunanlar, Müttefiklere Yardım Edecek'' diyor. Hangi konuda? Türkleri ezme, kırma, imha etme konusunda. ''Türk ordusu'' da demiyor dikkat, ''Türkleri'' diyor. Bu gazete bir Amerika gazetesi.
Yandaki haber ise aynen şöyle: ''Venizelos'un, Mustafa Kemal'in milliyetçi güçlerine karşı ingiliz birliklere yardım etme konusundaki teklifinin ingiliz kabinesi tarafından kabul edildiği ileri sürüldü.''
Başlıkta ise ''Mustafa Kemal'e karşı seferbelikte yardım teklifini ingiliz kabinesinin kabul ettiği söylendi.'' yazıyor.
Daha ne desinler? Venizelos ingilizlere diyor ki, ''Bize izin verin, Mustafa Kemal'e karşı savaşan birliklerinize biz de destek olalım.''
Defalarca yazdım! ingilizler Yunanlara değil, Yunanlar ingilizlere yardıma geldi Anadolu'ya! Haziran 1920 tarihi, Yunanların ''savaş yetkisi'' aldığı tarihtir. Bu yetkiyi Hythe Konferansı'nda almıştır. Bu tarihe kadar Kemal Paşa'nın birlikleriyle ingilizler savaşmıştır. Bu tarihten sonra ise ingilizler kuzeyden, Yunanlar batıdan ve Fransızlar doğudan gelmek suretiyle bir Anglo-Yunan büyük taarruzuna girimişlerdir. Resmi tarihimizde buna ''Genel Yunan Taarruzu'' denmiştir. Bu bir hatadır ve bu başlık muhakkak değiştirilmelidir. Yetki alındığı gün Venizelos'un yaptığı açıklamalar bile bütün basında verilmişti.
Bugün ''ingilizlerle savaşmadık.'' diyenler, sonuna kadar haklıdır çünkü ingilizlerle savaşanlar Türklerdi.
Fatih Sultan Mehmet ve kutlu askerlerinin 1453 yılında aldığı istanbul'u 1920'de, Fransız ve ingilizler, Türklerden koruyordu. Sadece istanbul'u da değil, ayrıca 1915'te geçemedikleri Çanakkale'yi de...
''Türklere karşı istanbul'u ve Çanakkale'yi savunmak, istanbul'u ve Çanakkale'yi Türklerden korumak'' ifadeleri, bundan tam yüz yıl önce bugün, bütün dünya basınında kullanılan bir ifade, bir küresel propagandaydı. Görseldeki bu gazete, The Times gazetesi. Fakat bir başka propaganda ustası olan ingiliz The Times değil; sıradan bir Amerika gazetesi.
Haberde çok açık ve çok net istanbul'un, Mustafa Kemal'in milliyetçi kuvvetlerine karşı ingiliz donanması dahil ingiliz ve Fransız birliklerce korunacağı; Mustafa Kemal'in birliklerinin Çanakkale'ye yaklaşıyor olması sebebiyle (ki bu bölge Türklerin geçmemesi gereken yasak bölge/tarafsız bölge ilan edilmişti) Yunan ordusuna da savaşma yetkisinin verildiği anlatılmakta.
Yunanlar bu yetkiyi Hythe Konferansı'nda almış ve böylece Fransız ve ingiliz birliklere katılmışlardır. Haziran 1920'de bu üç devletin ordusu birleşerek, ''Kemal Paşa'yı kuşatmak ve teslim almak'' amacıyla bir büyük Anglo-Yunan taarruzu başlatmışlardı.
Bugün ''ingilizlerle savaşmadık.'' diyenler, sonuna kadar haklıdır çünkü ingilizlerle savaşanlar Türklerdi.
ingiltere, Türklere karşı savaşmaları için Ermenilere 1920'de 40 bin tüfek yolluyor.
Türkler, Ermenileri yenerek gönderilen tüm tüfeklere el koyuyor.
Mustafa Kemal Paşa, ingiltere'ye ironik dilde yazdığı mektupta ingiltere'nin Türklere yaptığı tüfek desteği için teşekkür ediyor.
Mustafa Kemal Paşa'nın zeka dolu mektubu hakkındaki haber 6 Ocak 1921’de New York Times’ta yayınlanıyor.