Birinci imtihan Harbiye'de ve subay olduğum sıralarda başımdan geçenlerdi.
ikinci imtihan Libya tecrübesiydi...
Üçüncü imtihan, Dünya Harbi'nde beni Doğu Cephesi'ne gönderdiler. Her şey bozuk. Ordu bitkin. Kendi şerefimi ve orduyu kurtarmak lazım. Uzun bir mücadele ile başardım.
Bu tecrübeler bana sabrı, bir fikre bağlanmayı ve o fikirde durmayı ve sonra da insanları öğretmiştir.
Bir gerçeği de öğrenmiş oldum: Tehlike insandan kaçar!
Bugün kendisine dil uzatanların dedelerine, dün çağdaş tarımı öğreten bir Büyük Atatürk vardı. Normal midir bu?
Hiçbir ziraat uzmanlığı olmayan, askerlikten gelmiş bir cumhurbaşkanın köy köy dolaşıp nasıl verimli, yerli tarım yapılacağını bizzat çiftçiye göstermesi... Üzerine modern tarım için bir de çiftçinin yanıbaşına çağdaş tarım okulları açması...
Bir savaş kahramanının, tarihin en kanlı savaşlarında bir ulusa önderlik etmiş bir başkomutanın, aniden her alanda bir baş öğretmene dönüşmesi...
Bir millete özgürlüğünü kazandırırken aynı zamanda mevcut devlete bağımsız bir yapı kazandıran aynı insanın; tarıma, sanayiye, eğitime, din işlerine ve hatta sanat, spor ve kültürel faaliyetlere, toplumsal düzene yeniden ruh verebilmesi...
"Türk çiftçisinin bir elinde kılıç varken, diğer elini sapandan, topraktan ayırmadı. Milletimizin büyük kısmı çiftçi olmasaydı yeryüzünde bulunmazdık. Kılıç kullanan kol yorulur, paslanmaya mahkûm olur fakat sapan kullanan kol kuvvetlenir ve daha çok toprağa sahip olur. Bunu kuvvetlenirmek sözle olmaz, bilim ve teknikle olur. Türk köylüsünü 'Efendi' yapmadıkça memleket ve millet yükselemez. Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi köylüdür. Herkesten çok mutluluğuna layık olan köylüdür. Felaket ve yoksulluğun tek sebebi bu gerçeği görmemiş olmamızdır. (...) bu gerçek sahibin huzurunda tam bir utanç ve saygı ile gerçek yerimizi alalım..."
Bu sözleri ancak vatan ve millet aşığı bir dahi söyleyebilir iken, bugün tohumun, o tohuma atılan ilacın, o ilaç yüzünden hasta olduğumuzda içtiğimiz hapın, atıldığımız aşının bile yurt dışından geldiği bir Türkiye'de Atatürk'e dil uzatabilmek normal midir?
Pembe boyalı köşkün 2. Kattaki ocaklı odası 4 Ocak .doğdu .
4 Ocak .babası bir kılıç asti başucunda 93 harbinden kalma serefiyle büyüdü .serefini verdi milletine.şeref verdi.
Mustafa Kemal'in Kemal 'i aslında namık kemal 'in kemaliydi ahh üskuplu matematik öğretmeni Mustafa paşa .
Ağrı harekâtı sürerken hükümet ekonomik krizle de boğuşmaktadır. 13 Eylül günü (1930), hükümetin teklifi üzerine Anayasa'nın 19. maddesi gereğince meclisi alınması zorunlu ekonomik önlemler paketiyle ilgili olağanüstü toplantıya çağırmıştır. Altı gün sonra istanbul'dan Ankara'ya dönen reisicumhur bir sabah eski köşkteki yatak odasında beyaz keten entarisiyle köşedeki geniş koltukta bağdaş kurmuş olarak gazeteleri gözden geçirmektedir. içeriye giren özel kalem müdürüne oturması için yer gösterdikten sonra gözlüklerinin üstünden dikkatle bakıp, "Ne haber" diye sormuştur. Haberler tatsızdır, bazı yerlerde tekkeler açılmış, fesler ısmarlanmıştır; özel kalem müdürü gelen telgrafları kendisine özetledikten sonra, "Şimdi ne olacak paşam?" diye heyecanla sormuştur.
Reisicumhur her zamanki sükûnetiyle karşılık vermiştir:
iki taraftaki arkadaşlar benim gibi düşünseler ve benim sözlerimi dinlemiş olsalardı bu vaziyet ortaya çıkmazdı; fakat bir kere olan olmuştur çocuk! Şimdi biz işimize bakalım. Yapacağımız şey basittir; devlet başkanlığından çekilmek ve partinin başına geçmek. Karşı taraftaki (Serbest Cumhuriyet Partisi) arkadaşlarla birlikte ilkin beliren anarşi ve gerilik eğilimlerini ortadan kaldırmak, ondan sonra da sükûnetle, samimiyetle yolumuza devam etmek. Belki bu suretle gayeye daha çabuk, daha kolay varırız.
Özel Kalem Müdürü, sorularına devam ediyor:
"Ya onlar iktidara geçerlerse?"
Yüzü kızarmış, dudakları büzülmüştü. Büyük bir gafletle, en hassas yerine dokunmuş, kendisine makam ve iktidar hırsı konduran bir tarzda konuşmuştum; belli ki incinmişti, sesini biraz yükseltti:
"Olabilir a! Biz hiçbir zaman daima iktidarda kalacağız diye bir iddiada bulunmadık ki..."
Özel Kalem Müdürü gaf yaptığını düşünerek, düzeltmek için şöyle demiştir:
"Ya inkılap esaslarından sapma gösterirlerse?"
"Ha bak! işte bu olmaz. Sen, ben, inkılâpların hayatı kıymetini ve hedefini kavramış olanlar, bu gibileri herzaman bertaraf etmeye ve inkılap esaslarını muhafaza etmeye muktedir olacaklardır."
"Reisicumhur kim olacak paşam?"
"Büyük Millet Meclisi en uygun kişiyi seçer; zaten biliyorsun, bu makama anayasamızda büyük yetkiler verilmiş değildir."
▪︎ Kaynaklar ...
TBMM Zabıt Ceridesi, Devre III, Cilt XXI, s.2.
Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ten Hatıralar, s.422-423.
(Dolmabahçe Sarayı’ndan Ankara’ya hareketi için uğurlanırken, istanbul, 19 Eylül 1930.).
Reisicumhur 30 Kasım (1929) akşamı Vossische Zeitung gazetesinden Emil Ludwig ile üç saat süren bir görüşme yapmıştır. Goethe, Napolyon, Bismarck ve Wilhelm Hohenzollern (ilk Alman imparatoru) gibi şahsiyetlerin biyografilerini yazan Emil Ludwig bu görüşmeyle ilgili izlenimlerini, "Harp sırasındaki kahramanlığını anlatan ve her yerde söylenen bir olayı dile getirmemiş olsaydım sohbetimiz kısa sürebilirdi" diye sunuşu dikkat çekicidir, şöyle devam etmiştir:
Şu meşhur macera 1915 yılında Gelibolu'da, şahsen müdahale ettiği nazik bir anda yaşanmıştı. Gazi, başkan edasıyla -komutanlar bazen en iyi anlatıcıdır- bu durumu herhangi bir iftihar amacı ve payı çıkarmadan, siperlerin durumunu, nasıl yalnız başına sıçradığını ve tek bir işaret ateşi ettiğini nakletti:
"Karşı cephedeki ingiliz askerlerinin iki saniyede toplarını ateşleyemeyeceklerini biliyordum; o halde hiçbir tehlike yoktu. Bu, şartların tam doğru olarak hesaplanmasından başka bir şey değildi."
Emil Ludwig'in kitaplarından ikisini Türkçeye tercüme ettiren reisicumhur, Napolyon'un fantezilerinin onu nasıl felakete sürüklediğini bu görüşmede uzun uzun açıklamıştır. Bir ara Tevfik Rüştü Aras'ın tercümanlığında Alman biyograf, "Harplerin diktatörleri ve sonra da diktatörlerin harpleri yarattığını vurgulayınca reisicumhur daha farklı konulara yönelmiştir:
"Biraz önce ihtirastan bahsettiniz. Elbette o olmadan olmaz, ama ihtiras sahibi olmayan bir şeye, mesela bütün bir millet için eser yaratmaya yönelmelidir. Bir lider büyük kararları milletten almalı, onu sınamalı, onu takip etmelidir. Sizin düşündüğünüzden daha az faalim. Onun işlerine müdahale edip etmediğimi, işte burada bakana (Tevfik Rüştü Aras) sorunuz. incelemelerle meşgul olmaya ve devlet başkanlığını, hatta ordu başkomutanlığını bırakmaya her zaman hazırım."
"Parti başkanlığını da mı?"
"Asla! Çünkü bu parti benim doğru bulduğum devlet politikasını temsil etmektedir."
"Dışarıdaki kapıcıya bir sorun bakalım. O bile benden korkmaz. Korku üzerine bir iktidar inşa edilemez. Topla tüfekle kurulan bir iktidar bile daima geçici olacaktır. Bir ihtilal sırasında ona ihtiyaç duyulabilir, bir süre diktatörlük de gerekir. Büyük işler asla komisyonlar tarafından gerçekleştirilmemiştir. Bugün burada tamamen barış içinde bir memleket görüyorsunuz. Bütün memleketlerle barış ve dostluk anlaşmamız var ve ordu sadece yeni hücumlardan korumak için bulunuyor."
Emil Ludwig sormuştur: "O halde neden basın hür değil? Mustafa Kemal'in cevabı şudur: "ilkelere, cumhuriyete ve laik devlete saldırmadığı sürece hürdür."
O dönemin Avrupa'sında Mustafa Kemal'in diktatör olarak adlandırılması sık rastlanan ve tek parti ile yönetilen bir ülke için olağan karşılanması gereken bir durumdur. Nitekim, Venedikli anne babanın izmirli oğlu Willy Sperco 1958'de Paris'te yayımlanan kitabında reisicumhurun siyaset anlayışını, "Kendisine rağmen diktatör" başlığı altında açıklamıştır.
Mustafa Kemal'in istanbul'unda yaşayan Willy Sperco'nun analizinde kişisel bir anısı yer almaktadır:
Zannederim ben, Türkiye Dışişleri Bakanı ile Şubat 1929'da mülakat yaparken, Kemalist rejimin diktatörlük üzerine kurulu olduğunu ima etme cesaretini gösteren tek Avrupalı gazeteci oldum. Hâlâ, Tevfik Rüştü Bey'in gözlerinden zekâ fışkıran alaycı gülümsemesini görüyorum. Bana: "Diktatörlükten mi söz ediyorsunuz?" dedi. "Mademki bu kelime arzu ediliyor, öyle olsun. Ama bu, Gazi'yi üstün önder kabul eden ve ona bütün kalbi ile güvenen tüm halk tarafından kabul edilen bir diktatörlüktür. Seçmenlerin gözünde Gazi, işgal kuvvetlerini kovan, barış isteyen, Anadolu köylüsünün çocuklarının artık Arabistan, Yemen veya Makedonya için ölmesine izin vermeyen bir kurtarıcıdır. Reisicumhur bizim önderimizdir. Ender olarak işlerin akışına müdahale eder, ama biz ona başvurma ihtiyacı duyarız, çünkü ondaki her şeyi, dehasının inkâr kabul etmez üstünlüğünü biliyoruz. Öte yandan, halka neler yapılabileceğini ve yapması gerektiğini iyi bilen bir diktatörlük, gerektiğinde kitlelerin genel veya devamlı onayını da alabilme mecburiyetindedir. Bir de demokrasi kurucu ve istikbale yönelik diktatörlükler vardır."
Ertesi gün "diktatörlük" kelimesini nihayet basabilmekten mesut Türk basını benim makalemi aktarıyor ve dışişleri bakanına hiç ama hiç sevmediği kelimeyi nasıl telaffuz ettirmeyi başardığım sorgulanıyordu.
Willy Sperco kitabında bu cümlenin hemen ardından şöyle yazmıştır:
iki yıl sonra, garip bir şey, Mustafa Kemal, kendi öz partisine karşı bir muhalefet partisi kurmaya karar veriyordu. En iyi arkadaşlarından biri olan Türkiye'nin eski Fransa Büyükelçisi, eski Başbakan Ali Fethi Okyar'dan muhalefet partisinin başına geçmesini istiyordu. Hatta kız kardeşi Makbule Hanım'dan, Serbest Cumhuriyet Partisi adını alan bu yeni partiye ilk yazılan kişi olmasını istiyordu.
▪︎ Kaynaklar ...
Atatürk'ün Bütün Eserleri, Cilt XXIII, s.268-272.
Willy Sperco, Mustafa Kemal Atatürk, s.169-171.
Fotoğraf: Türk Ocağı Başkanı Hamdullah Suphi (TANRIÖVER) ile birlikte Türk Ocağı binasının inşaatını gezerken, Ankara, 24 Kasım 1929).
Mutlaka şu veya bu sebepler için milleti savaşa sürüklemek taraftarı değilim. Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Hakiki düşüncem şudur: Ulusu savaşa götürünce vicdan azabı duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı, “ölmeyeceğiz” diye savaşa girebiliriz. Ancak, ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe, savaş bir cinayettir.
(1923, Adana) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 128)