Bir daha böylesi gelmezmiş de türk tarihinihahahahahaha.
Çocuk musunuz lan siz? 12 yaşında mısınız?
Yok mu lan bu kadar iddialı dalkavuk arasında bu isim şöyle böyle yaptı deyince istiklal mahkemeleri, darağaçları, kan, suikast hamaseti çevirmeyecek kadar olgun ve objektif birileri?
Yok mu lan her sıkıştığı yerde dünyanın en komik fıkrası olarak Atatürk'ü koruma kanununa sarılmayacak bir vicdan sahibi?
Yok mu lan eli sopalı resmi tarihin gölgesinden kafasını çıkarmaya cesaret edebilecek birileri?
Hep iddialı, sloganik, hamasi cümleler! Peh peh peh...
Şurada 3 gün Atatürk aslandı, boyu 5 metreyi bir karış geçiyordu, Nike mavi eşofmanlarının mavisini bunun gözlerinden kodlamış falan diye yağdırsam 31'den su zımparasına dönmüş ellerinizle alkışlamaya çalışırken kıvılcım çıkarır apartmanınızda faicaya sebep olursunuz.
Her fırsatta ağlaşıp, mızmızlanıyorsunuz. Komik.
Neden mi komik? çünkü karşılığı olmayan bir sevdaya tutulmuşsunuz.
Toplumda hiçbir karşılığı yok.
O kadar yok ki hiçbir siyasi başarı gösteremediğiniz her dönemde olduğu gibi ancak Allah ve Resulü'ne düşmanlık üzerinden birleşebiliyorsunuz.
Küçücük bir azınlıksınız, bir tane koruma kanununa sırtınızı yaslayıp tavşana kaç tazıya tut diyetek diktatörlükten dem vuruyorsunuz.
Ahahahh.
Olsun, Sizin gargatınız da o olsun.
Türk tarihi büyük ve gerçek kahramanlarıyla olduğu yerde duruyor. Bu cümlenin devamını da malum sebeplerden dolayı ileriki yıllara havale ediyorum...
“Türk” olmanın ne demek olduğunu bilen ve tüm hayatını senin gösterdiğin yola adayan azınlık kesim olarak, yıllardır cahillerin ve menfaatçilerin seçimlerini yaşamak zorunda kalıyoruz paşam. Çok zorumuza gidiyor artık bu durum.!
Atatürk’le mülakat için Türkiye’ye gelen Amerikalı gazeteci, o dönemin Cumhurbaşkanlığı özel kalem müdürü Süreyya Anderiman’ın tercümanlığı ile Atatürk’e sorular sormuştu. Çok sonraları Özel Kalem’den Haldun Derin bu buluşmaya Süreyya Anderiman’dan duyduğu şekilde anılarında yer vemişti:
“Sofrada sohbet giderek koyulaşıp, resmi tavır ucun ucun teklifsiliğe dönüşmüş… Atatürk, Gladys’in mesleğinin ötesinde dişiliği ile de ilgilenmiş…Elleriyle hatuna cömertçe iltifatlar yağdırmış…Taze, (Gladys) yakınlaşılıp kaynaşılmayı yadırgamıyor, onur sayıyormuş. Gevşeyerek, göz süzüşleriyle sanki ‘içeri çekilsek, baş başa kalsak keşke’ demek istiyor gibiymiş. Hatta, bir ara bu kolaylığı Atatürk’e duyurması için Anderiman’a ingilizce imada bulunmuş…”
Amerikalı gazetecinin elbette bir suçu yoktu. Karşısında tüm devirlerin en şık giyinen, en karizmatik ve en asil devlet başkanı duruyordu. Yukarıda Özel Kalem’den Haldun Derin’den alıntıladığım anların doğru veya yanlışlığına; Gladys’in yayımlanan yazısında dile getirdiği izlenimler arasında ‘insanı teslim alıcı gözlerinde, Gazi’nin fevkalade önderlik kuvveti vardır’ demiş olması, sanırım az da olsa katkı sunmuş olsa gerek ...
“Zavallı validem, bütün millet için mefkure olan izmir’in mukaddes topraklarına tevdi-i vücud etmiş bulunuyor.
Arkadaşlar, ölüm, hilkatin en tabii kanunudur. Fakat böyle olmakla beraber, bazen ne hazin tecelliler arzeder. Burada yatan validem, zulmün, cebrin bütün milleti felaket uçurumuna götüren bir idare-i keyfiyenin kurbanı olmuştur. Bunu izah için, müsaade buyurursanız, hayat ızdırabının birkaç noktasını arzedeyim.
Abdülhamid devrindeydi, 320 tarihinde okuldan henüz, Erkan-ı Harp yüzbaşısı olarak çıkmıştım. Hayatta ilk atılımımı yapıyordum. Fakat bu atılım, hayata değil, zindana rastladı. Gerçekten, beni bir gün aldılar ve istibdad yönetiminin zindanlarına koydular.
Annem bundan, ben ancak hapisten çıktıktan sonra haberdar olabildi. Ve derhal beni görmek için istanbul’a geldi. Fakat orada, kendisiyle sadece üç beş gün görüşebilmek nasip oldu. Çünkü tekrar, istibdad yönetiminin hafiyeleri, casusları, cellatları, evimizi aramış ve beni alıp götürmüşlerdi.
Annem, ağlayarak arkamdan izliyordu. Beni sürgüne götürecek olan vapura bindirilirken benimle görüşmesi yasaklanmış olan annem, Sirkeci rıhtımında gözyaşları, elem ve kederler içinde kalmıştı.
Sürgünde geçirdiğim senelerde anam, hayatını ızdırap ve gözyaşları içinde geçirmiştir. Bir başka nokta daha:
Mütareke zamanında Anadolu’ya geçtiğimde, annemi muzdarip bir halde istanbul’da bırakmak zorunda kalmıştım. Yanında, kendisinin koyduğu bir adamım vardı. Bunu, Erzurum’dan istanbul’a gönderdiğim zaman annem, bu adamın yalnız olarak geldiğini öğrendiği zaman, benim hakkımda halife ve padişah tarafından verilmiş olan idam kararının yerine getirilmiş olduğunu zannetmiş ve bu ızdırap da kendisine felç gelmesine sebep olmuştu.
Ondan sonra bütün mücadele seneleri, onun hayatını elem ve ızdırap içinde geçirmişti. Padişah ve hükümetinin ve bütün düşmanların daima tazyik ve işkencesi altında kalmıştı.
Evi, binbir türlü sebep ve bahanelerle basılır, arattırılır, kendisi rahatsız edilirdi. Annem, üçbuçuk senenin gece ve gündüzlerini gözyaşları içinde geçirdi. Bu gözyaşları ona, gözlerini kaybettirdi. Sonunda, pek yakın bir zamanda onu istanbul’dan kurtarabildim. Ona kavuştuğumda, artık maddeten ölmüştü. Sadece manen yaşıyordu.
Annemi kaybetmekten şüphesiz, çok üzgünüm. Fakat bu üzüntümü hafifleten bir husus vardır ki, o da anamızın, vatanı mahv harabeye götüren idarenin, artık bir daha geri dönmemek üzere, mezar-ı ademe götürülmüş olduğunu görmesidir.
Annem, bu toprakların altında. Fakat milli hakimiyet, ilelebed payidar olsun.
Beni teselli eden en büyük kuvvet budur. Evet, milli hakimiyet ilelebed devam edecektir. Annemin ruhuna adadığım vicdan yeminimi tekrar edeyim. Annemin kabri ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum:
Bu kadar kan dökerek milletin elde ettiği ve koruduğu hakimiyetin korunması ve savunulması için gerekirse, annemin yanına gitmekte asla tereddüd etmeyeceğim. Milli hakimiyet uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.”
Görsel 》 Mustafa Kemal Paşa, annesinin mezarı başında konuşmasını yaparken Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir ve küçük Abdürrahim Tuncak (soldaki çocuk) onu büyük bir dikkatle dinliyorlar ...
19 mayıs 1919'da samsun'a çıkarak milli mücadeleyi resmen başlatan ve ülkemizin sınırlarını çizen devlet adamı, kurtarıcı, gazi, mareşal, cumhuriyetin kurucusu, başkomutan, baş öğretmen, matematik dehası, ilk cumhurbaşkanı ve ilk parti lideri. 1881 yılında selanikte doğdu. annesi zübeyde hanım babası ali rıza efendi. kardeşi makbule hanım dır. 10 kasım 1938 yılında dolmabahçe sarayında hayatını kaybetmiştir kabri anıtkabirde'dir. saygı özlem ve minnetle anıyoruz. kalbimizdesin atam...
Hatay işi çözüm yolunda iken, sömürgeci takımın yeni bir fesadı ile, Fransa verdiği sözden dönerek güçlük çıkarır gibi oldu. istanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda bulunan Atatürk'ün canı pek sıkılmıştı, "Bize Park Oteli'nde bir sofra hazırlatınız," emrini verdi. Otel lokantasındaki sofrada bir müddet avunduktan sonra, yaverine, "Yarın sabah Adana'ya gideceğim. Bize bir tren hazırlamaları için lazım gelenlere hemen telefonla söyleyiniz," dedi. Öfkeli idi. Biraz sonra yaverini yeniden telefona yolladı, "Ankara'ya haber veriniz, Mareşal Fevzi Çakmak'la ismet inönü Eskişehir'de bize katılsınlar," dedi.
ismet inönü o sırada Başbakan değildi. Ertesi sabah trenle yola çıktı. Ankara'dan gelenler Eskişehir'de kendileri için hazırlanan kompartımana girdiler. Bir telaş havası da vardı : Fransa ile harbe mi tutuşacağız, diye..
7 Ocak 1937'de, Konya yolunda, Londra Büyükelçimiz Fethi Okyar'dan acele bir şifre geldiğini haber verdiler. Büyükelçi, aşağı yukarı, "ingiliz Dışişleri Bakanı Eden beni uykudan uyandırdı. Aman Atatürk'e yazınız, Hitler'le başımız dertte, Fransa'ya ihtiyacımız var, yolculuğun durdurulmasını rica ediniz, söz veriyorum, ben Fransa'ya vaat ettiklerimi yaptıracağım" diyordu.
Atatürk, "istenilen olmuştur, dönelim," dedi..
Sonra yanındakilere dedi ki : "Niçin Saray'dan kalkıp da Park Oteli'ne giderek bir yolculuk yaptığımı merak etmediniz. Ben Park Oteli'nin casuslarla dolu olduğunu, her yaptığımın ve söylediğimin hemen yerine yetiştirileceğini bilirdim. Onun için otele gitmiştim."
Yakınlarından biri davrandı, "Olur a Paşam, Eden araya girmezdi, Fransa da dediğinden dönmeyebilirdi. O vakit ne yapacaktınız ?" diye sordu.
Atatürk, "Ha, bakın size haber vereyim, benim Türkiye'yi Fransa ile harbe sokmaya hakkım yok. Eğer bu neticeyi almasaydım, hem Devlet Reisliğinden, hem milletvekilliğinden çekilecektim. Hatay için hazırladığımız Kuvayı Milliye'nin başına geçecektim. Cumhuriyet Hükümeti bana karşı asker yollayacaktı. Onlar da bana katılacaklardı.."
Menemen'de “şeriat isteriz” sloganları ile ayaklanılması ve Yedek Subay Kubilay'ın şehit edilişi üzerinden fazla zaman geçmemişti. Fakat Atatürk'ün öfkesi ise hiç dinmemişti. 2 Şubat günü izmir Türkocağı'nda çekilen fotoğrafında, alev alev yanan gözlerindeki o öfke, objektiflere bile yansıyordu. Öyle ya; vatanın bekçisi kahraman Türk askerini şehit eden yobazlar, Yunan askeri müslüman halka tecavüz ederken, diri diri yakarken, camileri ateşe verirken neredeydiler ? ...
Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize tahilin hududu ne olursa olsun, en evvel, her şeyden evvel Türkiye'nin istiklaline, temeli benliğine, milli geleneklerine düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.
Mustafa Kemal Paşa'yı ingilizlere yakıştıran hakiki ingiliz hayranlarına gelsin bu haber. Kemal Paşa, ingilizlerin istanbul'u işgal etmesi sebebiyle tam 100 yıl önce bugünlerde ''ingiltere'yi cezalandıracağım.'' açıklaması yapıyor, hem de ingiliz muhabire... istanbul'un işgalinden, Türkiye'nin yıkımından ve islamiyet'in ezilmesinden ve hatta sözde Ermeni olaylarından ingiltere'yi sorumlu tuttuğu aktarılan Gazi Paşa'nın açıklaması kısaca şöyle veriliyor:
''ingiltere'yi cezalandıracağım. ingiltere neyle karşı karşıya olduğunu bilmiyor. ingiliz sömürgeleri içinde bir ihtilali başlatma gücü benim elimde. Bizleri 'asiler' ve 'maceracılar' olarak göstermek faydasız. Biz gerçek Türkiye'yi temsil ediyoruz. Tüm olanlar müttefiklerin suçudur.''
Bu haber, bütün Avustralya basınında çıkmış hem de ingiliz muhabir kaynak gösterilerek. Merak edenler, 1920 olmak üzere 1 Mayıs The Mail, 3 Mayıs The Ballarat, 1 Mayıs Observer, 2 Mayıs The Sun gazetelerine bakabilir...