neyzen tevfik'in bir zamanlar yakın arkadaşı olan, kurtuluş savaşının halk üzerinde yarattığı bağımsızlık ateşini köy köy gezerek körükleyen büyük şairimiz.
çanakkale şehidleri şiirini trenle şam'a isyancıları sukunete davet etmeye giderken yazmıştır, hiç görmediği bir savaşı adeta fotoğrafını çekmişçesine bu kadar güzel anlatabilecek kadar kuvvetli anlatıma ve kalp gücüne sahiptir, en çok etkilendiği şair Sadi'dir, Durmayalım adlı şiiri insandaki bütün tembelliği alır ve fevkalade bir azim verir;
Sa'di diyor ki: 'Bir gece biz kervan ile
Ağır ağır gitmekte iken yolumuz düştü bir çöle.
Hızla geçmek için o korkutucu ıssız çölü,
Bütün yolcular istirahati feda ederek,
Gitmektelerdi.Bir aralık bende yürümeye güç
Hiç kalmamış ki düşmüşüm artık uykuya yenik.
Avare bir yolcuyu bekler mi kafile?
Çaresiz yola devam edecek varıncaya dek konak yerine.
Bir de uyandım ki başucuma dikilmiş bir deveci şunları
söylemekte:
'Kalk ey zavallı yolcu, uzaklaştı kervan!
Uykum benim de yok değil ama bu çöl,
istirahat yeri olurmu ki bin türlü korku var?
Varmak istediği yere varıp durmayıp giden;
Yoktur kurtuluş ümidi bu çöller geçilmeden.
Yazık ki yolda böyle düşen uyku derdine,
Hep yolcular gider de kalır kendi kendine! '
Gerçi olayın kendisi önemsizdir, bunda haklısın, ancak düşün:
insaflı ol, bundan başka hikmet dolu bir prensip varmı bugün?
Varmak istersen -diyor Sa'di eğer maksada,
Tuttuğun yollar hiç bitmeyecek gibi olsada;
Yola devam et, durmayıp git, yolda kalmaktan sakın!
Azim sahibi insan için neymiş uzak, neymiş yakın?
Hangi güçlüktür ki gayrete gelince kolaylaşmasın?
Hangi korkunç şey varki insandan korkmasın?
Kırk dakika sonra şafak
sökecek.
«Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,
On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti
ve onların genci, uzunu,
Darülmuallimin mezunu
Nurettin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynayarak
konuşuyor :
-Bizim istiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,
Âkif, inanmış adam,
fakat onun, ben,
inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Meselâ, bakın :
«Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»
Hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize. Onu biz, kendimiz vaadettik kendimize.
Bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
«Kim bilir belki yarın...»
Akif inanmış adam
Büyük şair..."
istiklal marşı mızı her dinlediğimiz ve söylediğimiz de, hala yaşadığına inandığımız şair. bir istiklal kahramanı, öyle ki marşı yazdıktan sonra aldığı parayı bile bağışlamış.
cumhuriyetçi değil islamcıdır ancak o dönemin osmanlısında bundan daha doğal bir durum da yoktur . merhum ata ile bu yüzden araları açıktır ama tam manası ile büyük bir vatanseverdir. yeri , yurdu , yatağı cennettir.
Sapka devrimi yapilinca fesini cikarmamak adina misir'a kacan , ve orada 11 yil sureyle ikamet eden , saclarindan muzdarip sahis . Aslen arnavut kokenlidir . Turkculuk ulkusunu dusman olarak bellemis , islam'a karsi islenmis bir suc olarak nitelemistir .
istiklal marşının yazarı, dini bütün,fakir ama gururlu şair.
kendisinin bir sağlam paltosu bile olmamıştır, ama insanlar şairimizin paltosu yok deyip te acımasınlar diye kış günlerinde yarısı olmayan bir paltoyu hep yanında taşımıştır.
istiklal marşından sonra yazdığı en ünlü şiir çanakkale şehitleri hakkındaki şiiridir.
bütün eserleri safahat isimli kitapta toplanmıştır.
"inmemiştir kuran bunu hakkıyla bilin,
ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için"
gibi insanlara neyin ne oldugunu anlatan,hamiyet duygusu yüksek olan mükemmel şahsiyet.
bir yerde konuşma yaparken,konuştukları birinin hoşuna gitmez ve sahneye hıyar fırlatır
m.akif ersoy"biri kimliğini düşürdü sahibi kimse geri alsın"diyerek tariz sanatını kullanmada başarısını birkez daha gösteren asıl mesleği veterinerlik olan büyük muhterem şahıs.
"Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulayı da er, geç, silecektir.
Rahmetle anılmak ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?"
Baytar Mektebi'nden (Veterinerlik Fakültesi) sınıf arkadaşı Hasan Efendi'yle Âkif, o kadar dost olmuş, o kadar birbirlerini sevmişlerdir ki bir gün birbirlerine söz verirler: ileride çoluk-çocuk sahibi olurlarsa ölenin çocuklarına kalan bakacaktı. Ve aradan yıllar geçti. Hasan Efendi ve Âkif evlenip çoluk-çocuk sahibi oldular. Bu arada Meşrutiyet ilân edilmişti. Mehmed Âkif de dönemin Tarım Bakanlığı'nda genel müdür yardımcısı olmuştu. işte o günlerde, Âkif'in genel müdürü, tarım bakanı tarafından haksız yere görevinden alındı. Âkif, bu haksızlığa dayanamadı ve görevinden istifa etti. Artık, işsizdi. Para biriktirme âdeti olmayan, elindeki avucundakini ânında çevresindeki yoksul ve kimsesiz insanlar için harcayan Âkif, eşi ve çocuklarıyla büyük bir maddî sıkıntıya düştü. O kadar ki, o günlerde Âkif'in evine beraber kitap okumak için sık sık gelen ve öğle yemeklerini Âkif'in evinde yiyen Mithat Cemal, bu maddî sıkıntıyı açıkça gördüğünden, çeşitli mâzeretler bularak Âkif'e yemekten sonra gitmeye başlamıştı. Gerisini Mithat Cemal'den dinleyelim:
"Bir cuma Âkif'in evinde sekiz çocuk buldum. Teker teker çok sevimli olan çocuklar bir araya gelince ne manzara alırlar mâlumdur. Evde sekiz kişilik bir kıyamet kopuyordu. Âkif'in beş çocuğuna katılan bu üç çocuğun komşudan gelmiş ufak misafirler olduğunu zannettim ve ertesi cuma bu çocuk gürültüsüyle artık karşılaşmam sandım. Fakat her cuma sekiz çocukla sofada aynı kıyamet kopuyordu. Âkif de buna katlanıyordu. Bu üç çocuğun gelişi, Âkif'in çocuklarına da fazla hürriyet vermişti.
Bir cuma, sofada, çocuklardan birinin yanağını, hıncımdan çimdikler gibi sıkarak, Âkif'e sordum:
- Kim bu yavrular?
Âkif cevap vermedi.
Odaya girince, bu üç ızdırabını, bu misafir çocuklarını Âkif'e takılarak tebrik ettim. Âkif'in yüzü değişti:
- Misafir çocukları değil, benim çocuklarım! dedi.
Üç-beş haftada üç çocuğu nasıl olurdu?
- Hasan Efendi öldü de...
Çocuklar, kim evvel ölürse hayatta olanın bakacağı çocuklardı, yani rahmetli Hasan Efendi'nin çocukları. Fakat Âkif bu çocuklardan daha güzeldi: Mektepte verdiği sözü hâlâ unutmayan bir çocuk...