yer: bugün yerinde blok blok siteler olan bir kır.
mevsim: ebesinin eli sıcakları, kurak, kavurucu
güneş: sapsarı, ot kokulu, cayır cayır.
sabahın köründe mandalara mark mark diyerek tarlaya gelir. elinde uzun, ince kabuğu soyulmuş bir söğüt dalı tıpkı kendi gibi, zayıf, kuru.
her şeyi o dala benzemez tabi, derisi manda derisi rengindedir, o güneşin altında başka ne olacak ?
mandalar kafayı uzata uzata otlarken o dikilip az ötedeki yoldan geçen izmit minibüslerine, petrol ofisi kamyonlarına bakar.
hiç bişey düşünmez. ne o minibüslerin gittiği yerlere özlem duyar, ne de yaptığı işin sıkıcı olması aklına gelir.
belki akşam evin önünden geçen dondurmacıya yetişip sade olanından bi külah dondurma almayı düşünmüştür ama bilmiyoruz, sormadık.
öğlen olur bazen eve gitmek zor gelir mandalar tarladaki tek ağacın altına, gölgeye yatar. o da onlarla gölgeye yatar.
sonra isteksizce çıkınındaki ekmek, domates ve biberi yer, bi de hıyarı.
güneş eğilip, akşam çökmeye başlayınca, hafif yokuş olan köyün yolunu tutarlar. sağa sola bakmaz pek çünkü
kimseyle doğru dürüst sohbeti yoktur ki nasıl olsun her gün mandalarla beraber.
en iyisi eğ kafayı, elindeki çubukla yere çizgi çekerek yürü.
şimdi o tarlanın yanından geçerken binalara kesin bakıyordur. büyük ihtimalle gene bişey düşünmüyordur. yıllarca bişey düşünmeden thames minibüslere, ford kamyonlara baktı ya, oradan alışmıştır, gene kara gene manda rengi.