biz turkiye olarak 'birlikte çok mutluyuz. böyle çayır çimen şarkı söyleyip, 70 milyon olarak kulaklarımıza sevgi sözcükleri mi fısıldıyoruz' ki caanım ada'nın kuzeyini adalılara sormadan anavatana katıyoruz? anlamadım. 'diplomasi tanrıları' beni affetsin.
"ecevit engellemese erbakan kıbrıs'ın hepsini alacaktı." diyen fetih meraklılarına ve -gençliğinde- sosyalist iken kıbrıs barış harekatı'na bile karşı çıkıp; adadaki türk ordusuna işgalci diyen, yaşlanıp nasyonal sosyalist olunca ise dektaş'a destek turları atmaya başlayanlara selam olsun.
bu konularda kenan evren bile sizden daha rasyonel konuşabiliyor. gurur duyabilirsiniz kendinizle!
asker ile militarist arasındaki fark bu olsa gerek.
ne militaristi yahu? türkiyede militarist mi var? faşistte yok. faşizm sadece mussolini italyasında vardı bitti. ırkçılıkda sadece hitler almanyasında vardı, çok şükür onunda kökü kazındı.
bre deyyuslar! milliyetçilik (veya ulusalcılık) ne zamandan beri faşistlik ile bir tutulur oldu?
uzun uzadıya yazmak isterdim ancak 3 satırı geçen entryleri pek kimse okunmadığı; zahmet edip okuyanların çogunun zaten bütün -sarsılmaz- doğruları bulmuş kaya gibi adamlardan oluştuğunu, diğer kısmın ise bu konularda benden birşey öğrenmeye ihtiyacı olmadığını düşündüğüm için hiç kendimi yormayıp alıntı yaparak tembellik hakkımı kullanacağım.
akademik bir yazı veya murat belge gibi entel bir adamdan alıntı yapsam herkes sıkılacak*, biliyorum. o yüzden biz yine engin ardıç'a söz verelim:
Ulusalcı geçinen salağın biri gene yanlış anlamış, ben 'Kıbrıs'ı verelim' demedim. 'Aldık gözüyle bakarsanız vermek tabii zor gelir' dedim.
Hem imparatorluk refleksleriyle oraya buraya almak amacıyla saldıracaksın, hem de vermek zorunda kalınca huysuzlanacaksın... Nalıncı keseri gibi herşeyi kendine mi yontacaksın?
Günümüzde 'toprak alma' diye bir uygulama yok, Amerika bile biryerleri 'almıyor', Irak'ta bir kukla rejim kurdurup askerini azaltmaya bakıyor... Hay Allah, bu bana Kıbrıs'ı hatırlattı yahu...
'Kriegsministerium' tarihe karıştı, en sert devlette bile bir 'savaş bakanlığı' yok artık, 'savunma bakanlığı' var.
Söyleyin bakalım, biz Kıbrıs'a Yunan kökenli faşist darbecileri devirmek, Türk azınlığın mağdur olmasını önlemek, haklarını korumak için mi çıktık, yoksa Ecevitçi bir safın deyimiyle 'vatan topraklarına vatan toprağı katmak' amacıyla mı?
Birincisi geçerliyse, işini bitirip çekileceksin. ikincisi geçerliyse Kıbrıs kesmez, ben Eflak-Boğdan'ı da isterim.
Kıbrıs'a kalıcı bir barış mı götürdük, yoksa Nikos Sampson denilen itin yaptığı darbeyi bahane edip oraya bir daha çıkmamak üzere yerleşmeye mi baktık?
Birincisi geçerliyse niçin KKTC denilen uydu devleti hiçkimse tanımıyor? Bize en yakın görünen, kendi kendimize 'kardeş ülke' olduklarını vehmettiğimiz ülkeler bile?
Misak-ı Milli ayakları koşacaksak, niçin o sınırlar içinde bulunan Musul ve Kerkük'ten vazgeçiyoruz da, o belgede adı geçmeyen Kıbrıs'ı istiyoruz? işin içinde petrol olmazsa daha kolay elde edebileceğimizi mi düşünüyoruz, Hatay gibi?
Kuzey Kıbrıs'a eroin, kumar, kırtasiyecilik, enflasyon gibi her türlü rezilliğimizi ihraç ediyoruz da adamlar buna bozulunca neden huysuzlanıyoruz?
Turist olarak gönderdiğimiz cahil ve aptal mahalle karılarımızın, esnafın çektiği fiyatı beğenmeyince Kıbrıs Türkü'ne 'keşke sizi kurtarmasaydık' şeklinde terbiyesizlik etmelerine niçin izin verdik?
Ve niçin buradan toplayıp toplayıp en pislik lumpenlerimizi götürdük oraya?
Şimdi Alman Dışişleri Bakanı Frank-Walther Steinmeier, KKTC Başkanı Mehmet Ali Talat'ı 'adam yerine koyup' görüşmeyi kabul edince Türk basını pek seviniyor... Hani şu, 'bu adamların soyadları bile yok yahu, ne o öyle Ahmet Hasan, Mehmet Hüseyin' diye hor gördüğümüz insanların başkanını... Bu duruma düştük.
Kuzey Kıbrıs bağımsız bir devlet midir, bizim sömürgemiz midir, yoksa vatan toprağı mıdır?
Ecevit'in ölümünden sonra sergilenen basın ve yayın soytarılıkları arasında elbette 'Kıbrıs fatihi' yakıştırması da vardı...
Bugün Türkiye'de kime sorarsanız sorun, Ecevit Kıbrıs'ı 'almıştır'.
Biz Kıbrıs'a hiçbir zaman 'kurtardığımız bir dost ülke' gözüyle bakmadık, orayı hep 'vatan topraklarına kattığımız vatan toprağı' olarak gördük.
Hatta 1974 yılında Erbakan 'halkımız Kıbrıs'ın tamamını istiyor' sloganını atacak kadar ileri götürmüştü işi...
'Aldık' gözüyle baktığımız için de şimdi çözüm önerileri 'verdik' anlamına gelecekmiş gibi geliyor bize...
Doğrusu, on yedinci yüzyıl ortalarından, en son Girit adasından beri hiçbir ada, hiçbir yer alamamış olduğumuz için, bu 'alma' işi çok hoşumuza gitmişti!
Ortaya koyduğumuz, çağdaş bir cumhuriyet falan değil, bal gibi eski imparatorluk refleksiydi.
Üç yüz yıllık tarihimiz bir 'veriş' tarihi, yani bir 'artık alamayış' tarihi olmuştu... 1974 yılında 'makus talihimizi yendik' gibi geldi bize!
Nitekim, hiçkimsenin tanımadığı KKTC de, sözde bağımsız devlet gibi görünüp aslında bir 'eyaletimize' dönüşüverdi. Çok şükür ilk kez, üç yüz yıldır elimizden çıka çıka bizi kahreden topraklardan hiç olmazsa bu kadarcığını geri alabilmeyi başarmıştık! Vermeye kalkacak olanın da alnını karışlardık artık.
Öyle olmasaydı, merhum Ecevit de sıradan ve başarısız bir politikacı değil de çaplı bir devlet adamı olsaydı, Kıbrıs'ta soydaşlarımıza güvenceler sağlanıp ordu 'vakitlice' geri çekilir, gerek oraya gerek Yunanistan'a demokrasi götürmüş, faşist Yunan cuntasını devirmiş olmanın 'muazzam uluslararası rantı' yenirdi...
Kıbrıs'ta da, en durulmaması gereken yer ve zamanda durdu, en yürünmemesi gereken yer ve zamanda yürüdü.
Ambargo da, ekonomik krizler de, iç savaş da, terör de, silahlı ayaklanma da, darbe de başımıza bu yüzden geldi. Ecevit'in hediyesidir.
Otuz iki yıldır çektiğimiz acıların tek, tek, tek nedeni Kıbrıs'tır, başka hiçbir şey değil. Kıbrıs 'meselesi' olmasaydı ne ASALA terörü olurdu, ne PKK isyanı, ne anarşi, ne de 12 Eylül... Yunanistan NATO'dan çıkmaz, Amerikan yönetimi de onun geri dönmesine ses çıkarmayacak bir Türk diktatör arayışı içine girmezdi!
Öte yandan, Kuzey Kıbrıs'ı Hatay'da yaptığımız gibi doğrudan kendimize bağlayacak gücümüz de hiç olmadı, çünkü yıl 1939 değildi ve Avrupa ülkeleri birbirlerinin gırtlağına sarılmak üzere bulunmuyorlardı... Yani, bizimle uğraşacak halleri vardı bu sefer... Uğraştılar da.
işte bu yüzden Kıbrıs'ta hiçbir çözüm artık mümkün değildir.
En küçük bir uzlaşma arayışı hemen 'sattı' tepkisiye karşılaşacaktır. Karşılanmaktadır.
Bu kamburu otuz iki yıldır, "evveliyatını" da katarsanız elli beş yıldır sırtımızda taşıyoruz. Oysa şu ünlü Misak-ı Milli sınırları içinde Kıbrıs yoktu, Üsküp'ün, Varna'nın olmadığı kadar.
ingiliz emperyalizmi orayı daha fazla elinde tutamayacağını görünce böldü, karıştırdı, kendine iki üs saklayarak çekildi ve topu kucağımıza bıraktı.
Biz de, sazan gibi atladık belanın gözüne... Lumpenlerimize dükkân yağmalatarak dünyaya rezil olduğumuz yetmedi, iki-üç kere de Yunanistan'la savaşın eşiğine geldik.
Söylediğim zaman sevgili faşistler çok kızmışlardı: 1974 yazında, ilk tuttuğumuz mevzilerde kalmayacak, ilerleyecektik. Sonra da "ikinci harekâta" hiç girişmeyecektik, çünkü gerek kalmayacaktı.
Türkiye'yi kimbilir kaç kez uçuruma atan Sayın Bülent Ecevit'in müthiş strateji dehası, bunu önledi.
1974 yılının temmuz sonunda, havaalanı açılır açılmaz Fransa'ya gittim, yanımda da şimdi Bağdat büyükelçimiz olan sınıf arkadaşım sevgili Ünal Çeviköz... itibarımız ve havamız inanılmaz ölçüde artmıştı. Pasaportumuzu Fransız polisinin önüne çiftlik bağışlar gibi kasılarak attığımızı hatırlarım... Bütün dünya bize "Kıbrıs'ta faşist darbeyi önleyen ve Yunanistan'a da yeniden demokrasiyi hediye eden 'sosyal içerikli' kahramanlar" gözüyle bakıyordu.
Tadında bırakacaktık. Kıbrıslı soydaşlarımıza gerekli güvenlik önlemlerini sağlayıp çekilecektik.
O zaman Yunanistan da bize kızıp NATO'dan çıkmayacağından, altı yıl sonra geri dönebilmesi için Amerikan yönetiminin Türkiye'de darbe kışkırtmasına gerek kalmayacaktı!
Ağzımıza sıçtılar. Kıbrıs'ta efelenmenin bedeli bize yokluk, kıtlık, eziyet, iç savaş, beş bin ölü ve dikta olarak ödetildi. Daha sonra da ASALA ve PKK devreye sokuldu, otuz bin kişi de öyle gitti.
Fakat biz, "1922 yılından beri ilk kez yeniden bir savaş kazanmış olmanın keyfini" çok sevdik.
Bir israil türküsünü neredeyse "milli şarkımız" yapacak kadar... Bir isveç çocuk şarkısını Kemalist marş yapmamış mıydık evvelce? Bir başkadır benim memleketim, ve de dağ başını duman almış...
Birtakım kenef mahalle karılarımız, ucuz battaniye ve tencere almaya koştukları Kıbrıs'ta kendilerine çekilen fiyatı beğenmeyince "keşke sizi kurtarmasaydık" diyecek kadar çirkefleştiler... "Niçin Denktaş iktidardan düştü de Talat geldi?" sorusunun yanıtını azıcık da bunda arayınız.
sanki dahil değilmidir ki? sorunu sorduran çözüm önerisidir, isminin konulmasıdır. KKTC zaten fiilen ve hukuken Türkiye'ye dahil durumdadır ama tüm dünyaya ayrı bir devletmiş gibi yutturulmaktadır. Kendimizi kandırmıyalım.