kendi yazdığımız hikayeler bu başlık altında

entry5 galeri0
    1.
  1. Görücüye çıkar ve siz sözlük arkadaşlarımız ile yapıcı eleştiriler alır diyorum. Buyrun ilk hikaye benden olsun ;

    BiR AMPULÜN HiKAYESi

    Ben bir köyde , çatısı torul hartamasından olan , tahta bir yayla evinin ampülüyüm. Sadece yazları gelirlerdi yanıma. Bütün kış sert fırtınalar ve metrelerce karın verdiği soğukla mücadele ederdim. Kendimi bile ısıtamazdım o zamanlar. O kadar soğuk olurdu ki her şey…

    Ama yazları çok güzel olurdu. Çocuklar gelirdi eve , geceleri ışığımla duvarlarda gölgeler yapıp eğlenirlerdi , kitaplar okurlardı sayemde , birbirlerine bakıp bakıp şakalar yaparlardı. Evin iki çocuğu vardı. Ahmet ve Zeynep. ikiside benim yanımda büyüdü. Çok severdim onları. Kendi çocuklarımdı sanki. Her şeyi benim ışığım sayesinde yaparlardı geceleri. Anne ise yemek hazırlardı yorgun argın eve gelen babaya benim sayemde. Az emek vermedim ben bu aileye. Bitmek tükenmek bilmez bir sabrım vardı. Tam 7 senedir inatla yanıyordum. Tellerim içimde artık alev alev oluyordu ama kopmamaları için elimden geleni yapıyordum. Çünkü bana ihtiyaçları vardı. Ben olmasam nasıl kitap okurlardı ki? Nasıl yemek yerlerdi akşamları? Gece uyandıklarında nasıl görürlerdi etraflarını? Yok yok dayanmalıyım daha fazla. içimdeki teller erimemeli. Yoksa her şey daha kötü olur. Hem Ahmet’e bunu yapamam.

    Herkes ayrı Ahmet ayrı. Bir gün evde çocuklar altımda oyun oynarlarken kuvvetli bir rüzgar esmeye başladı. Sonrasında gök gürültüleri geldi. Bir anda şiddetli bir yağmur başladı. Her yıldırım atışında içim titredi. Gidip gidip geldim. Tellerim yavaştan kendini salmaya başladı. Ama dayanmalıydım. Onlar için dayanmalıydım. Son gücüme kadar savaş vermeliydim. Daha önce ne fırtınalar gördüm ben bir şey olmadı! Bu mu bana zarar verecek! Olmaz , dayanırım ben! En çok da çocuklar için dayanırım! Ama gök gürültüleri artıyor , yıldırımlar bir bir düşüyordu yakınlara. Beni aydınlatmaya yarayan kablolar “kusura bakma çok fazla yükleniyoruz ondan oluyor” diye benden özür diliyorlardı. Bende “daha dikkatli olun! Çocuklar ışıksız kalacak , yemek yiyemezler bensiz , önlerini bile göremezler!” diye haykırıyordum. Ama onlarında ellerinden bir şey gelmiyordu. Onlarda çaresizlerdi , her an yanmayı göze almışlardı artık.

    Fırtına iyice canımı yakmaya başlamıştı. Ama benim görevim etrafı ışıtmaktı , en kötü anlarında onları karanlıkta bırakmak değil! Sonunda fırtına hafiflemeye başlamıştı. Bende iyice yorulmuştum artık. Son sınırıma kadar dayanmıştım. Ama olmuştu işte , kurtulmuştuk o lanet fırtınadan. Artık çocuklar güvendeydi. Ertesi gün gene akşam olmak üzereydi. Güneş yavaştan çekilmeye başlamıştı. Dün gecenin verdiği yorgunluk halen üzerimdeydi. Ama gurur duyuyordum kendimle. Çocuklara baktıkça seviniyordum. Tekrar ışığımdan yararlanacaklar diye.

    Evin hanımı elektrik anahtarına doğru gitti , içimden “hadi bakalım görev seni bekler” dedim. Hanım anahtara basınca içimde inanılmaz bir acı hissettim. Sanki birisi benim içimi söküyordu. Hem de kızgın bir demirle. Bu acıyı tarif bile edemem. Bir anda içimdeki acı “pıt” diye bir sesle son buldu. Rahatlamıştım bir anda. içimdeki o yangın , o acı gitmişti. Sonra evin hanımına doğru baktım. Anahtarı açıp açıp kapatıyordu , ama bir yanlışlık vardı. Yoksa benim işim bitti mi? “olamaz!” diye haykırdım içimden. “Şimdi ne yapacaklar bensiz bütün gece? Çocuklar bir yerlere çarparlarsa ya geceleri? Kitaplarını da okuyamayacaklar! Ya bir de aç kalırlarsa?” diye kendimle savaşmaya başladım. Evin hanımı küçük Ahmet’e seslendi ; “ampül patladı yenisi arkadaki ardiyede olacak çabuk getir” Ahmet ; “tamam anne getiriyorum” dedi ve çıktı dışarı.

    Birkaç dakika sonra geldi elinde başka bir ampülle. O kimdi öyle? Böyle bembeyaz sarmallı bir şeydi. Hiç öyle bir şey görmemiştim hayatımda. Teli bile yoktu ki içinde. Nasıl yanıyordu bu anlamadım hiç. Ahmet beni çevirirken “sonunda patladı buda ha! Kendimi bildim bileli buradaydı” dedi. Biraz kırılmadım değil o lafına ama Ahmet işte , severim keratayı. Eskiden beri laflarını sakınmazdı kimseden. Okumayı bile benim ışığımın altında söktü. Hem bilir o benim değerimi. Az mı oynadı altımda. Resmen benim ışığımla büyüdü. Ahmet beni yavaşça sökerek sağ eline aldı ve dışarı çıkardı. Senelerdir ilk defa dışarı çıkıyordum. Dedim herhalde emekli oldum gezdirecek beni etrafı gösterecek. Ne de olsa az emeğim geçmedi ona. Derken bir anda beni havaya kaldırdı , kolunu geriye doğru aldı. Ne yapmaya çalıştığına anlam veremedim. Önümde kocaman bir kaya vardı ve beni oraya doğru savurdu. Havada süzülerek taşa doğru gittim ve…...

    edit : çalınırsa zaten ip ve tarihten kazanırsınız davayı arkadaşlar. hatta kitap çıkartamayacağınız için çalınması ile mahkemeden para almanız daha karlı bile olacaktır. bırakın isteyen çalsın = )))
    3 ...
  2. 2.
  3. iki sene önce hangi akla hizmet yazmıştım bilmiyorum ama başlığı görünce paylaşmak istedim. Muhtemelen vakit kaybı olacak sizin için ayrıca imla hatası da bolca mevcut. Kulaklarım çınlasın istemem. Bu sadece dursun burada *

    Yağmur, boyaları soyulmuş çürük tahta çerçeveli camları döverken, vücudum parçalara ayrılmadan önce ani bir hareketle gözlerimi açtım. Karmaşık bir rüya yine yükseklerden düşme faslıyla sona ermişti. Doğrulup saate baktım. Dokuz çeyrek. “Yalnız kahvaltılardan nefret ediyorum. Hay nalet gelesice ! ” diye geçirdim içimden. Sanki hep birileri oluyordu yanımda, Münevver beni yalnız bırakalı on sene olmuştu ve on senedir kahvaltılarım hep yalnızdı…
    Sobaya birkaç odun yedirip üstünde ki güğümden çaydanlığa biraz su ekledim. Kapı genişliğinde ve yaklaşık iki metre uzunluğunda ki dar koridordan geçip avluya çıktım. Elimi yüzümü yıkayıp mutfağa doğru yöneldim. içeri girdim ve yaklaşık on saniye tepkisiz bekledim. “Ne alacaktım ? Neden mutfağa gelmiştim ? Yaşlılık diye geçirdim içimden. “Allah belasını versin. Kolay mı elli seneyi alaşağı etmek. Beş seneye kalmaz bastonu da alırız elimize artık”. Dudaklarımın arasından mırıltı halinde söverken iki metrelik dar geçitte aklıma geldi.” Kahvaltı ”dedim. Hay avradını.. Hay eşek kafam! Kendime, yaşlılığıma ve yalnızlığıma kızıp odaya daldım üstümü giyindim. Senelerin eskitemediği, siyah renkli üzeri mavi şeritli şemsiyeyi alıp attım kendimi dışarıya.
    Yağmur sevgililerin sarılıp yürüyeceği, romantik bir kıvama inmişti. Sokağın bitiminde ki büfeden içeri girdim. “Selamın Aleyküm Sıtkı. Bir prestij ver bakayım oradan”. “Aleyküm selam levent abi. Hayırdır erkencisin bugün. Karadeniz'de gemilerin mi battı (Sırıtarak)”.
    Sıtkının en bilindik atasözü ve ya deyimi bile doğru bir zamanda kullandığına şahit olamamanın verdiği alışkın tavırla “ Evden erken çıkmamla söylediğin deyim arasında nasıl bir bağlantı kurdun bre taharetsiz.” dedim. Para üstünü verirken “ Bizim oğlan gelsin uğrarım yanına abi. Tavlada bi ifadeni alayım.”dedi yine sırıtarak. “ Şansımı sikeyim ki senin gibi adamların ağzına laf veriyoruz. Hadi görüşürüz.” Hızlı adımlarla kahvenin yolunu tuttum.
    Her zaman ki gibi yine kapı dibinde ki masama geçtim. Muhsin beni görür görmez yanıma seğirtti. “ Hoş geldin şanssız levo. Çayın ve gazetelerin geliyor hemen.” “Getir kıblesiz piç” diye geçirdim içimden. Adımı şansız levoya çıkartamadın ya için içini yiyor… Elli yaşında ki adama taktıkları şu lakaba bak. Aramızda ki 9-10 yaşa bile bakmadan nasılda oturtuyor lakabı. Sinirden topuklarımı ritimlice vururken geldi bizim at tımarı. “ Buyur abilerin abisi bu çayın. Tam isteğin gibi, taptaze tavşan kanı. Buda gazetelerin. Başka bir emrin var mı abi ?” dedi. Yüzüne bakmadan, kafamı hafifçe yukarı kaldırıp olmadığını belirttim. Yol aldı beynamaz. Şanssızmışım…
    Gazetelere şöyle bir göz gezdirirken bir başlık ilişti gözüme. “Şansınıza güveniyorsanız bizi arayın”. Haberin derinliklerine doğru inerken tüm şansızlıklarım gözümün önünden dökülüyordu. Sarmaşıkların önünde Marangoz ismail ile tavla atarken, ben iki marsı bitirmiş düze gidiyordum. ismail ise daha bir el bile alamamanın verdiği şaşkınlıkla sinirden zarı yutacak kıvama gelmişti. Tam o noktada bizim Sıtkı'nın oğlan geçiyordu. Önümüzde durdu. “Bol şans levent amca” dedi ve yol aldı. işte o noktadan sonra “aldım” dediğim oyunu dörde beş verdim. Küfür dağarcığımı genişlettiğim günlerin başında o gün gelir. Ardından ev almaya karar verip uygun fiyata başımı sokabileceğim bir ev buldum. Kredi çektim ve ertesi günü almak isteğim ev yandı. içinde olmadığıma dua etsem de şansızın şansı anca bu kadar olurdu heralde. Sonra yeni aldığım deri ceketim yandı. içinde bende vardım ama zamanında kurtarabildim paçayı. Yüzbir oynarken çift okeyle az mı hesap kaldı… Şansızın şansıydı bende ki. Anca bu kadardı işte.
    Bir de şu haberde ki telefonu arayıp bütün kahveye madara mı olacaktım. Yok yok kalsın. “Bu yaşta ne şansıymış bu” derken talihlilere verilecek ödüllere göz attım. Dubleks daire…

    “Çayı hesaba yaz Muhsin”
    Gazeteyi ve şemsiyeyi kaptığım gibi evin yolunu tuttum.
    Üzerinden hafif su damlacıklarının aktığı buğulu pencere kenarına çöktüm ve numarayı çevirdim.
    “ikilemez proje ve danışmanlık şirketi”
    “iyi günler hanımefendi. Ben Yenises gazetesindeki ilanınız için aramıştım. Sanırı…”
    “Aaa.. evet. isminizi alabilir miyim?” Diyerekten lafı ağzıma tıktı sekreter bozuntusu.
    “ Levent”
    “Levent bey detaylı bilgi ve başvuru için ofisimize gelmeniz gerekiyor. Gazetede alt bilgi olarak adresimiz mevcut ve başvurunun nereye yapılacağı da yazıyordu. Sanırım görmediniz.”
    “Oldu o zaman. Ben başvuru için gerekli yere müracat edeyim. Teşek…” Demeye kalmadan suratıma kapattı şıllık.
    “inat değil mi girecem o yarışmaya kıraçam bu şanssızlığı. Şanssız levoymuş. Anandır lan senin şanssız levo. it oğlu it”
    Gazeteden adresi koparıp yola koyuldum. Bulvar birahanesinin ordan geçerken Çıtır Selin'in önce penceresine sonra balkonuna bir göz gezdirdim çaktırmadan.
    Bir kadın kırkından sonra bu kadar güzelleşir mi lan şimdi gençliğinden daha güzel şerefsizim. Hele o “leventcim” deyişi o işvesi nazı yok mu ahh ahh eski levent olsaydım ne olurdu. Laf aramızda mumu erittik iyice. Son demlerini yaşıyor meret.
    Münevver duymasındı bu söylediklerimi. Valla koparırdı yaygarayı. Bir keresinde televizyonda ki hatuna bile “maşallah” deyişimi kıskanmıştı. O gün bugündür sineklerden bile uzak durmuştum. Maazallah dişi filandır yerdik kafamıza düdüklüyü. Hoş ondan sonra kimse giremedi ne o eve ne hayatıma. istedim aslında çok istedim, mecburiyetten, yalnızlıktan… Ama şansımız yaver gitmiyor ki ilk girişimi Muhsin’in kahvesinin iki dükkan yanında ki Tuhafiyeci Zehra’ya yapmıştım. Koparmıştı yaygarayı zilli. Karı çirkefliğiyle ün salmış olmasa mahallelinin diline düşecektik “kart horoz” diyeceklerdi. Hatta hem kart hem şanssız hem de horoza çıkacaktı adımız. O gün ilk ve son girişimimdi. Zaten oldum olası anlamam bu kadın işlerinden.
    Elimdeki gazete parçasını çıkarıp baktım, doğru sokak. Ve işte ofis.
    Bina iki katlı hafif bakımsız, tarihi bir hava yaymış mahalleye. Girişinde dönmeyen ufak bir döner kapı var. Sanırım giriş yan taraftan. Hanzonun birisini dikmişler kapıya. Buralardan geçmişliğim vardı zamanında ancak hiç gözüme ilişmedi. Halbuki dikkat çekici bir bina. Hadi ya bismillah.
    “selamın aleyküm” diye yanaştım.
    “alaykum salam dayı buyır” dedi hanzo.
    “gazetede ki ilan için gelmiştim”
    inceden süzdü beni gavat, senin neyine bu yaşta yarışma dercesine… (Buradan dayıyı açlık oyunlarına göndericem. *)
    2 ...
  4. 3.
  5. bir gün bir adam varmış bütün ağlayanları güldürüyormuş sonra yine bir gün bir adam doktora gitmiş doktor doktor baksana ben hiç gülemiyorum demiş, doktor da bir tane adam var onu bul o seni güldürür demiş, adam da ne dese beğenirsiniz ;

    -o adam benim.
    2 ...
  6. 4.
  7. bir gün bir sinek varmış, at yarağına konmuş. edlt: kelebek.
    0 ...
  8. 5.
© 2025 uludağ sözlük