uyurgezerlerin arasında yarı uyanık olmaktan bile başlangıçta ürkmüştü ama zamanla kendini gizlemeyi de öğrenmişti, çünkü kendini gizlemezse daha çok acı çekeceğini biliyordu.. artık kendini tamamen soyutladığı bu meraların, bu sonsuz çimenliklerin üzerinde otlayan diğer uyurgezer öküzlere şöyle bir baktı, gülerken ağlar, unuturken hatırlar, yaşarken ölür gibi baktı.. "sonsuzluk.. aslında bir günden ibaret" dedi ve kara tren türküsünü mırarıldanmaya başladı usulca, gözlerini ufuk çizgisinin üzerinde dans eden kuşlara dikerek.. bu kavganın, anlamsızlığın, kargaşanın, otların ve uçsuz bucaksız çayırların ortasında sevimli bir çocuk yüzüydü sadece bu öküz, hayat bu öküzden ne istiyordu ki!
"öküzce, pek öküzce, hmmm" diye söylendi sonra kendi kendine, tüm isyanını bir cümleye sığdırmış olmanın verdiği huzurla..
Kendisiyle barışmalıydı önce. Anlayacaktı, anlatacaktı melekutiyete dönük kürsüsünde. duymak istemeyen kulağına mukabil hiç susmayacaktı dili. ikna edinceye dek veya ilzam.
Olmadı, boynuzlayacaktı; çifteleyecekti. indirecekti toprağa, geçirecekti mezarlığa. Silkecekti üzerinden sarhoşluğu, sarsacaktı ta ayılıncaya kadar, Münker-Nekir sayhasıyla. Yuyup paklayacaktı ahirzaman çehresini nasuhi gözyaşlarıyla, kendi olacaktı. Sütbeyaz benliğine kavuşmak için, buğu evinde tedaviye alacaktı. derisini kesip atacaktı bıçak gibi, mezbaha masasında. Bir yaka-paça olmadır gidecek... Zinhar! Pes etmeyecekti!
bir şeyler yapmalıydı ! evet. düşüncelerinin ıssız koyu olan melankoliyi bırakmıştı epeydir. ama yeni bir tarzı da yoktu hani. bir şeyler yapmalıydı evet. '' bu uçsuz bucaksız bozkırın hakimi benim. '' mesajını vermeliydi kendi tür ve türevine...ama önce kendisini inandırması gerekecekti . çok yakınmış gibi hissetsede bu anın gelişi, meşakkatli olacaktı biliyordu. belkide bir mucizeyi bekliyordu öküz, kim bilir ? belki de birkaç ineği gebe bırakmalıydı. olanaksızdı belki bu haliyle ama, düşüncelerin eksenini kaydırabilmek de belki bu kadar olanaksızdı herkes için. o şeyi yürekten istedi, belki de yarım yamalak istedi. tam emin değildi. sonra epeydir bildiği bir uzun havayı mırıldanmaya başladı yarım ağızla, yürüdü bayıraşağı gecenin kekremsi kokusunu ciğerlerine çekerek, ışığın sızmaya başladığı ufka doğru baktı baktı.
öküzdü niheyetinde ! her yolu yordamı bildiğini sanan yalnız ve sıradan bir öküz.
haşin olduğu kadar gaddar, gaddar olduğu kadar da patavatsızdı, vurdumduymazdı üstelik, vurursun duymazdı.
böyle tanırdı onu herkes, böyle bilirdi...
oysa onun içinde, içinin en ücra, en karanlık köşesinde, annesinin biciklerinden zorla çekilip alınmış, ağzı bir örmeyle sımsıkı bağlanmış, ağlamaklı bir buzağı vardı.
o buzağıyı görmedi kimse, bu koca öküzün kırık boynuzlarından ve çizgilerle dolu asık suratından öte hiçbir şeyi, hiç kimsenin umrunda olmadı.
ne de olsa o sadece bir öküzdü, her öküz gibi bir öküz...
en nihayetinde bir öküzdür. üzerine 79 entry girildiği bile umrunda değildir herhalde. egosu da yoksa dünyanın en mutlu öküzüdür öyleyse. tebrik ettim öküzü.
dünden bugüne hep ümit ve hayal kırıklıkların gelgitleri arasında yaşadı, yer yer ümitle neşelenip coştu ve zaman zaman ümitsizlikle burkuntulara düşüp iki büklüm oldu. Kim bilir bugüne kadar kaç defa ufkunda parlayan yalancı herhangi bir ışığı şafak zannederek şahlanıp heyecanla yollara döküldü, kaç defa yanıldığını görerek sarsıldı ve kaç defa yeni arayış ve bekleyişlere dalarak daha başka kapıları zorlamaya başladı.
Bunca arayış ve bunca bekleyişle bari bir yere varılsaydı. Ne gezer, o durmadan arıyor; fakat aradığını bir türlü bulamıyordu. Hatta yer yer aradığıyla bulduğu şeyler arasındaki zıtlıklardan hezeyanlara giriyor; netice itibariyle de kendine rağmen, yaşama şartlarının ağırlaşmasına, bir kısım zararlı kabuk değişikliklerine sebebiyet veriyor ve her şeyi bütün bütün içinden çıkılmaz hâle getiriyordu.
Aslında o yıllarca evvel ruhunu yitirmişti ve aradığı da oydu. Aradığını bulup yeni bir dirilişe ulaşacağı güne kadar da, bu ümit, bu inkisar, bu hezeyan ve bu melankoli sürüp gidecekti.
öküzlük alemeti, boynuzlarından ve koca götünden ziyade, hayata bakış açısıydı, hayata karşı duruşuydu, onunki öyle bir duruştu ki, o duruşa bir vuruş kaç kuruştu?
işte bunu kimse bilmiyordu.
öküzdü nihayetinde, kimsenin bilmediği bir öküz...
Yağmur sayılamayacak sayıya eriştiğinde, gece koruyucu ve örtücü görünümüyle yeryüzüne indiğinde ve çenesi, geviş getirmekten bitap düştüğünde, bir sükunet sardı etrafı. Kalbindeki muhteşem senfoni yavaşladı. Kalbinden bir haber bekleyen 'o', kaldırabileceğinden çok daha ağır bir yükle, yalnızca bir tek kelimeyle baş başa bırakıldı: varlığın en derinlerinde akıp duran dille, 'aşk'la...
ağzının kenarında bir yara... dudağının bitip, yüzünün başladığı yerde ansızın belirdiğinde, bir edip cansever şiirinde buldu kendini, her gülüşünde kanadı, hayatı hep ıskaladı...
bir şeyler möölemek istedi, sonra yutkunup tıkandı.
hem möölese ne olacaktı sanki? onu kim anlayacaktı ki?
ruhu, rüzgâra maruz bir mum gibi titriyordu. Ve titreyen ruhuyla, kül renkli ufuklara bakarken, hayatında, yüreğinden bir yaprak daha, kopup ufuklarda bitiyordu.
Düşlerini kaybetmiş bir denizin hüznü vardı içinde. Ona, özleminin kumsal olduğunu hatırlatacak alizeleri bekliyordu ufuklardan. Gökleri mavisini yitirmişse, imdadına gönüller koşmalıydı bu gece. Bir kıpırtı olmalı içinde, bir hareket, bir ses... Bu yürek böyle durgun olmamalıydı, böyle solgun olmamalıydı can yaprağı.
öküzdü nihayetinde, gözü ufuklara dalıp giden bir öküz...
birden titremeye başladı, dişleri birbirine vuruyordu, üşüdüğünden mi titriyordu yoksa ağladığından mı bilinmez ama şu bir gerçek ki, küçücük dünyada kocaman bir öküz olarak, çıkıp aydan baksalar görünüyordu...
aklında küçülenler, omuzlarında büyüyünce, toynakları bastığı yere adeta saplandı, bulutlar birbirlerine koşar gibi sarıldılar, karanlık kapladı her yanı ve o, yağmurla birlikte titreyerek boşaldı...
sessizce değil, böğüre böğüre ağlıyordu artık.
öküzdü nihayetinde, ıslak karanlıkta, gözyaşları yağmurdan sağanak bir öküz...
ruhundaki fırtınaların sürüklediği kasvet ve toz bulutu, kendi mahpusluğu olmuştu. ne zamandır kim bilir? kendi hareket kabiliyetini sınırlayan, ruhunda derin travmalar yaratan bu paradokslardı belki de, kim bilir... bunları düşündü öküz. kendi durum değerlendirmesini yaptı kendince. son zamanlarda tasvvufa yönelmişti ahırdaki bilge ve yaşlı mandaya öykünerek. manda '' içsel huzurumu bu yolla sağlıyorummmmoooooöö. sen de yapabilin. sadece içindeki öküze kulak ver. '' demişti ona.
sonra görevleri aklına geldi. hani şu kendi seçtikleri değilde. sürüyü güdenlerin dayattığı görevler.
en basitinden başlamak istedi. ahırdaki küçük ve büyük başları ısıtmak. heybetli bir öküz olarak onun görevlerinden biriydi. g.tüne güveniyordu evvel allah. önce koca g.tüne bir hareket alanı yarattı, iki adım öne atarak. sonra köyün makus sesizliğini bozan bir gürültüyle yellendi. ardından patır patır bıraktı, üstünde duman tüten taze dışkılarını. ahırın köşesine sinmiş titreyen kuzucuklar, minnetle yüzüne baktı öküz amcalrının.
öküz bir görevinde üstesinden başarıyla gelmiş olmanın verdiği keyifle. bir bakış attı tüm ahıra. merak etmeyin öküz amcanız ölmedi mesajını içeriyordu bu bakış. sonra özgüvenle bir öküz narası attı mooooooooömmmoö!
mistik imgelemlerine sesizce yoldaşlık ettiği insanların bile hasretini duyabilen hisli bir öküzdür bu. bekler ha bekler. zaten ömrü beklemekle geçmiştir. öküz gibi sabırlıdır yani.
kimseye çok yakın olamadığı gibi, kimseye de tamamen uzak olamıyordu bu öküz. tek tanıdığı kendisiydi. tek bildiği. tek güvendiği. böylesine sıradan hislere sahip olduğu için ayrıca kızardı kendisine. aslında zaten, tek kızdığı da.. yine kendisiydi. her şeyin sorumlusu.
sonucun böyle olacağını bilseydi; başlamazdı. uğraşmazdı. saflığını kaybettiğine, benliğinden ödün verdiğine değmemişti. her gece uyumadan önce kırk saat hayat muhasebesi yapar hale gelmişti. hele buna hiç değmemişti. hiç.
ama şimdi vazgeçemez hiçbir şeyden. vazgeçerse zerresi bile bulunmaz çünkü. başlangıçta burun kıvırdığı, lanetlediği tablonun esas figürü haline gelmiş artık. bu saatten sonra.. bırakamaz. ortada tutunacağı dal kalmaz bu öküzün.
öyle mantıksızlık ki... medet umması koskoca bir öküzün bir tek daldan.. öyle bir.. yalnızlık. çaresizlik. saçmalık.
yakında söğüt dalının üstüne yuva kurmaya çalışırsa hiç şaşmayın. gerçi.. dişi öküz bulabilirse dener onu tabi. bu ilüzyondan ibaret hayatında... o da zor.
en azından birilerinin, hayatın şarkılardaki gibi olmadığını hatırlatması lazım bu öküze. hataya düşmüş. uyarmak lazım. e düşer... neticede öküz kendisi. bildiğin öküz.
hoşlandığı ineğin, ona bir tutam taptaze, yemyeşil, supsulu ot getirdiğini gördü, tam sevinçten kendini sikecekti ki, rüya olduğunu fark etti ve tüm öküzlüğüyle, ağız dolusu sövdü hayata.
kaldı ki, bu rüyayı, hiç uyumadığı halde görmüştü, o halde bu bir ohal'di, daha kötü şeylere mahal vermemek adına, toparlanmak istedi derhal.
koca götünü devirip yattığı ağacın dibinden kalkmak istedi, kalkarken tek sağlam boynuzunu dala taktı, dal sarktı, kartal kalktı.
sol arka ayağı kuyruğuna bastı, kuyru acıyınca möö diye çığlığı bastı, fareden korktu kedi, kedi pırr uçuverdi, kedinin bu olayla ne alakası var amk? diye geçirdi aklından, sonra bu olay nereye gidiyor la böyle? diye düşündü.. tam bu sırada düşündüğünü fark etti.. ve söylendi; düşünüyorum, o halde yaprağı yedim?
öküzdü nihayetinde, yaprağı kökünden yemiş bir öküz...
bir an bile durmamak lazım diye düşündü. durursa her şey kopar. gerçeklikten uzaklaşır. saklanır yine sessizliğinin arkasına. hiçbir şey yokmuş gibi davranır. nefret eder yine.. indirir kafasını çimenlere doğru. belki birkaç uğurböceği görür çimenlerin arasında. tüm gününü o resimle geçirir... yeşil çimen üzerindeki kırmızı uğur böceği.. kendisinden daha özgür. daha makbul. kıskanılası.
hayata karşı bi sağlamlığım olacak bundan sonra dememiş miydi kendine dün? meraya çıkmadan hemen önce. bu kararına çok sevinerek neşeyle şöyle bir böğürmüştü de, tüm ahırdakiler şaşkın şaşkın ona dönüp bakmamış mıydı? kemal in bile dikkatini çekmemiş miydi? "noluyo la hasta mı ki bu?" dememiş miydi kemal annesine? demişti. der tabi. farklıydı artık her şey. farklıydı. herkes alışacaktı kardeşim buna.
bugünkü kararı da düşünmeden yaşamaktı. düşünmeden hareket etmek. içinden geldiği gibi hüküm sürmek kendi hayatında... mantıklı olan da bu. sonuçta kimse kendi hayat sahnesinde figüran olmak istemez. bir oyun varsa ortada, ya sahneye çıkmalı... meydan okumalı yüzünde patlayan tüm ışıklara; ya da kenara geçip seyretmeli aşağıdan. ikisinin arası olmaz.
tam o esnada yağmur başladı. iri iri damlalar patladı öküzün koca kara sırtında. ve saniyesinde süzüldü aşağıya doğru. diğer damlalarla birleşerek, büyüyerek. hızlanarak.
bugünkü kırmızı uğur böceği görme hayalleri de çimlerin arasında iki dakika içinde oluşan suya düşmüştü dolayısıyla. yağmur yağdığında tüm minik hayvanlar kaybolur. bunu da tüm büyük hayvanlar bilir.
ama sorun yoktu kendisi için. yağmuru severdi. bugün de işte.. aradığı değişikliğin keyfini sürecek.. yağmur altında duracaktı.. klasik... ama olsun. kendisi için olağanüstü bir durum. klasizm göreceli bir kavramdır. evet öyledir.
"la yörü hala ne inad ediyon? hasta edecen beni yağmurda. yörü! gir içeri" dedi kemal. elinde uzun ince bir değnek. kızılcık değil. o kadar da klasik değil canım hayatı. gül ağacından.
sopanın sırtına hızla inmesi değil de... diğerlerinin gülerek kendisine bakması yakmıştı canını. dünkü karizmatik halinden eser kalmamıştı. az daha dirense anasıyla beraber gelecekti kemal. itile kakıla girecekti ahıra. sonuç belliydi.
yağmurun altında ıslanmayı seven öküz.. hayat karşısında sağlamlığa sahip.. uğur böceği gözleyen.. peh.
baştan aşağı saçmaydı. olanaksızdı. mantıksızdı. vakit kaybıydı.
mecbur boyun eğdi kemal e. geçti sıradanların sırasına. en arkaya.
nihayetinde sıradan bir öküzdü kendisi de... göz yaşları sağanak yağmurda fark edilmeyen bir öküz.
yol aldı öküz. yalağın az ötesinde gür bir yeşillik kümesi fark etmişti. biliyordu, şimdi orada otlamaya başlayacak, bu sefer tüm öküzler yanında bitecekti. halbuki her yerde, bol miktarda vardı bu yığınlardan.
sürü psikolojisi üzerine bir süre düşündü. özdeş üç öküz bir yere yönelse, bu sefer, diğer özdeş öküzler sırayla onların peşi sıra takılıyordu. halbuki ilk hamleyi yapan özdeş öküz de, en az kendileri kadar geri zekalıydı! bunun farkında olarak, onun hamlesinden neden medet umulduğu konusuna yoğunlaştı. '' acaba diğerleri de bunu mu düşünüyor şu an '', şeklinde bir hezeyan dalgasıyla boğuştu bir an. belli ki bir ot kafası yaşıyordu. dağın eteğinde otladığı, hint kenevirini sorumlu tuttu bu durumdan...
acaba sürü psikolojisinin arkasındaki gerçek neydi? acaba umutsuzluğun hüküm sürdüğü bu coğrafyada; fikirlerden fikirlere sıratlar uzuyordu da, sonra her düşünce başladığı yerde mi son buluyordu? öküzler aynı şeyleri düşünmekten bıkıyor, sonra düşünmekten vazgeçiyor da, ne de olsa benzer şeyler düşüneceğiz diye, topu diğer öküzlere mi atıyordu?
başka öküzlerin , büyük ihtimalle bilinçsiz yaptığı hamlelerine, kayıtsız şartsız boyun eğmek de neyin nesiydi böyle? yoksa kendine güvensizliğin bir sembolü olabilir miydi ? belki de özgüven sorunuyla alakalı olarak bir sorumluluktan kaçış mekanizmasıydı bu. olabilirdi, mantıklı gelmişti bu son fikir, öküze.
sonra kara öküzün, ovaya doğru yellene yellene indiğini fark etti. peşine takıldı kara öküzün, aheste aheste...
öküzdü nihayetinde;
yolu bilmekle, yodan gitmenin aynı şey olmadığını kavrayamayan, normal bir öküz!
medeniyetin getirisi olan bir traktörün dahi çalışmasının mümkün olmadığı dik bir yamaçta çifte koşulup kocaman bir tarlayı var gücüyle sürdükten sonra gün bitiminde önüne konan bir tutam otu ağzında gevelerken kendisini savaş galibi bir general gibi görür mü bilinmez ama kimi işlerde vazgeçilmez olduğu da bir gerçektir doğrusu.
varoluşun maddi niteliklerinden yeterince fırça yemiş öküzdür.
ne vardır şu dünyada? der bu öküz. bilir ki gözüyle görüp kulağıyla duyduğunun hep aynı olduğu bir dünyanın aksine; ruhuyla tadıp, mistik aleminde yaşadığı bir dünya çok daha çekici, ilginç ve ruhanidir.
işte bu yüzden kendi mistik imgelemimde yalnız kalan öküz olmayı; somut dünyada ikiyüzlü "insan" olmaya tercih ederim.