Bugün başıma gelendir. az önce aldım vücudunu çöpe atmak zorunda kaldım. evcil değil yalnız sokak kedisiydi. her gün beslerim sokak kedilerini ve bayağı şikayet olur. eğer şikayet eden birileri yüzünden öldüyse o kedi sonları kötü olur.
bizene diyenler için içimi dökmem lazımdı aq.
2 yıl önce bir mayıs sabahı dershane yolunda karşılaşırsın bir kediyle. simsiyah, küçücük, çelimsiz ve hasta olduğu her halinden belli olan bu kedinin yaşamayı ne kadar da hak ettiğini anlar ve alırsın evine. Anneyle kavgalar edilir, eve gelmeyecek terasta kalacak diye sözler verilir. Ve tabii ki eve sokulur...
harçlıklarla ve ev yöntemleriyle bu çelimsiz görünen kedi iyileştirilir. adeta bir canavara dönüşür.
bilirsiniz, üniversiteye hazırlanma döneminin ne kadar da berbat olduğunu. bir yandan lys testleriyle boğuşulurken tam oyun çağında olan bu minnoş kalemlerle savaş verir, ne zaman ders çalışmak için masaya geçilse o da her zaman oturduğu yeri alır. sevmemek mümkün değil zaten zorla da sevdirir kendini. her şeyden kendine oyun çıkarmasını çok iyi bilir. yaz gelince memlekete götürülür. temiz havayı suyu görünce geliştikçe gelişir. Diğer kedilerle anlaşamıyor diye aynı odada uyunur. Gece tuvaleti geldi mi bir güzel uyandırır sizi. Kapının önünde miyavlamalar başlar. Kapı açılır işini halleder ve koşar adımlarla yanınızda alır soluğu. Birkaç sürtünüşü bile yeter size uykusuz geceleri unutturmak için. istanbul'a dönüşte de iyice kilo alır. düşmana korku salar bir hale gelir bu önceden acınası halde olan kedi. Kilo alınca sevmesi de ayrı güzeldir.
Sonraki memlekete gidişte araba olmadığı için götürülemez. bin bir tembihle komşuya emanet edilir. dönüşte ise bize kızgın ve 1 hafta boyu trip atacak kadar sinirli bir kediyle karşılaşılır. Daha yeni yeni kızgınlık dönemine girer. Dişi kedi arayışları başlar. Sonrası ise 15 tatil bir kabusa döner...
Kuzenlerin kedisi gelir. Anlaşamaz iki yetişkin erkek kedi haliyle. Kapılar kapalı tutulur. Kuzenler karşı daireye kedileriyle birlikte yerleştirilir. Ancak bu kedi gelmesinden sonra bizim minnoşta değişmeler olur. Yine miyavlama tripleri başlar. Geçmedi gitti bunun şu dönemi dersiniz ama bu çok farklıdır. Gün geçtikçe aslında bu minnoşun tuvaletini yapmakta zorlandığını anlarsınız. lifli gıdalara geçilir ancak kâr etmez. Bir gün idrarında kan görünce apar topar veterinere gidilir. Bütün burs parası harcanır. asgari ücretle geçinen aile de üzerine düşeni yapar. ancak hiçbir iyileşme göremezsiniz. En kötüsü de bu kadar aktif bir kedinin git gide yerinden kalkamaz, tuvaletini bile olduğu yere yapar bir hale geldiğine şahit olursunuz. Ki bu kedi eve geldiği ilk günden beri tuvaletini asla başka yere yapmayan bir kedidir. Testler sonuçlanır ve kedinize kronik böbrek yetmezliği tanısı koyulur...
Bu illet hastalık hiç belirti vermeden sinsice seyreder ve evdeki stresle de tetiklenir ve açığa çıkar. O iştahla yediği mamaları şırıngayla verirsiniz ve kusmaması için yalvarırsınız resmen. o bitkin gözleriyle öyle bir bakar ki tam gözünüzün içine... yük oluyor muyum acaba sana der gibi... ben gidiyorum çok üzülme der gibi... demez ki ulan nasıl üzülmesin?
Bir gece tuvalete kalkılır ve kedi bir türlü görülemez. son olarak banyoya bakılır ve hayatında hiç girmediği duşa-kabinin içinde öylece ölümü beklerken görülür. Banyoda yıkandığı için ve bu durumdan nefret ettiği için banyonun kapısının önünden dahi geçmeyen bu kedinin banyoda hem de duşa-kabinin içinde ne işi olduğuna ve yürümeye mecali yokken oraya nasıl geldiğine bir türlü anlam verilemez. Yine o yalvarır çökük gözleriyle bakar suratına, yardım et! diye...
Son gün veterinere götürülecekken son defa bakar evine... gitmeden fotoğrafını çekersiniz niyeyse, sanki bu evden son çıkışı olduğunu bilir gibi. Gece veterinere bırakılır ve eve dönülür. Bol bol ağlanılır. Sabah kalkar kalkmaz telefon edilir ve durumu sorulur. Alınan haber istisnasız en acılı konuşmadır. evladını kaybetmiş kadar yas tutarsınız...
Tam 1 şubat sabahı... aradan 25 gün geçmiş bir gram hafiflemedi bu acı. arada unutuyorsun gibi oluyor ama öyle derinden hatırlatıyor ki kendini... hüngür hüngür ağlıyorsun yine ilk günkü gibi. Ağır bir depresyona giriyorsun aslında en yakın arkadaşını kaybediyorsun hatta kardeşini, evin en küçük, haylaz çocuğunu... hafiflemiyor, geçmiyor bu yara. Çekmeceden çıkan ipli oyuncağıyla hepsi tekrarlanıyor, unutamıyorsun...
Şimdi olsaydı, o kaloriferin üstünde yatsaydı, geceleri uykumdan uyandırsaydı, ilgi çekmek için koltukları tırmalasaydı hatta koltukların altında komanda gibi yürüseydi, oyunlar çıkarsaydı, şimdi entry girerken gelip kucağıma oturup ekrana benimle beraber baksaydı, sevgi isteyerek kollarıma bacaklarıma sürtünseydi... nelerimi vermezdim...
Yattığın yerde huzur içinde uyu benim kara kuzum...
sol framede görmekten nefret ettiğim ve entrylerini okumaktan kaçtığım başlıklardan.
başlığı okuduktan sonra ciddi anlamda eve gidip sarılasım geldi dali'ye.
çok zor, sabır dilerim.
Tamam ölür ölmesine de böyle ölünmez, nasıl içim sizlıyor..
7 8 yıldır bizleydi belki de daha çok.
Beni pek sevmez gibiydi eskiden biraz huysuzluk etmiştim ona, çocuktum lan.. ama beni görünce kapıda miyavlardi hep, iletisimi pekte koparmamistik. yani oda beni severdi işte, çok belli etmesede.
yaşlandığının farkindaydik artık yorgun ve güçsüzdü yine de sevimliydi hala. lan, ev halkından biriydi işte o.
eve ugradim, o gün evin bir yerini pisletmis. evdekiler bağırdılar biraz çünkü yapmazdı o böyle seyler. anlar konuşmalarımızı, utandı, kafasını kaldırmadan usul usul çekti gitti.
Ne bilir ki insanoğlu?
...
En son evden koşarak gittigini hatırlıyorum ve birde, gece hiç uğramadığı hiç yapmadığı gibi, ilk kez odamın penceresinde, yalvarircasina miyavladigini, iceri girmeye çalıştığını...
Siktir git deyip pencereye vurmuştum. uyandırmıştı beni sinirliydim. lanet olsun nerden bile bilirdim ki? Son kez geldiğini? Benden yardım istediğini? Hastayim ben diye yalvardigini?
Ertesi gunler eve hiç gelmedi. yavaş yavas anladık gittigini, ebediyete doğru..
Bir kosede cansız bedenini göreceğimiz günü bekledik hep.. hadi yine bir umut çıkar gelirdi kapıdan, gelmedi.. evden, caddeye kadar bizden kimi görse peşinde gider, etrafında dolanır, oynar ve miyavlardı, artık miyavlayan kimse yok..
En acı saatler onun gözlerinde ki yaşamı görmeyi yitirdigim andı. karnını okşadım biraz, tepki vermedi. ölü bir vucut sadece. kocaman bir siktir dedim içimden.. ilk defa pencerene geldi o akşam, tırmaladı, uyandıracak şekilde miyavladı sen ne yaptın be aptal adam?
Ne olurdu mamasını önüne koyup uykuma geri dalsaydim ya da hasta olduğunu farkedip götürseydim veterinere?
Bir kedi demeyin ona, yillar geçtikçe aklı az çalışan biraz tüylü bir arkadaş, bir dost olmadı mı o? beraber büyümüştük, içimde acıdır, bir garip sızıdır o siyah tüy yumağı..
Onu, insanların zaaflarını açığa vurma cesaretini gösterdiği kutsal mabetlerden olan talan edilmiş bir kilise kalıntısının yakınına ve yediğim her lokmada kendisinin çektiği eziyetleri hatırlayayım ve eziyetlerinden damıtılmış öğütlerine şahitlik edeyim diye yemek masamın olduğu duvara sözleriyle birlikte keskin bakışlı simasının bulunduğu bir varağı astığım şahsiyetin inzivagahına ellerimle gömdüm.
Yalnızlığın soğukluğunda sertleşmiş,
Kendi ellerimle…
Tırnaklarımla kazıdım toprağını,
incinen parmaklarım ve yüreğimle…
Sevgisizliğin ve merhametsizliğin soğuk zemin üzerinde gelen ölümü doğurduğu sığ yüreklilerin dünyasında kirlenmesin diye cansız bedeni, ebedi ötekilerin diyarına gömdüm onu…
Şimdi, tırnaklarımdaki toprak kalıntısıyla yalnızım, daha yalnız…
Oysaki bir hiç hükmünde kaybolarak yürüdüğüm o soğuk sonbahar akşamında, kafes tellerine yapışıp gözlerime sevgiyle ve yalvarışla bakan o sahipsiz ruhu ne kadar benzetmiştim kendime… sebepsiz bir şekilde yürümüştü ismi o an dudaklarıma:şino…
Şino, yavru bir van kedisiydi ve kafes kapağı açılır açılmaz kucağıma zıplayacak kadar sevgi hasretliydi. O an ne annemin ‘‘Kesinlikle olmaz’’ ifadesi ne de babamın beni vazgeçirmeye çalışan telefondaki sesinin bir anlamı vardı. Evet bir kediyi besleyebilecek bir ortamım gerçekten yoktu ama, o kediyi canlı tüccarı olduğu gözünden ve yılışık ağzından belli olan o kafes sahibinin insafına terk edecek kadar katı bir gönlüm de yoktu.
Def edileceksek birlikte def edilirdik,
istenmezsek birlikte giderdik
Ve öleceksek birlikte ölürdük.
Suçumuz, ardında sonuna kadar durabileceğimiz bir masumiyetti…
Nitekim gerekli eşyalarıyla birlikte yüklü bir meblağ ödeyerek kurtardım şino’yu o kafesten ve o kirli ağızdan.
Garipsediği yeni ortamının verdiği şaşkınlıkla çıkan ince miyavlamaları ve kucağımdan inmek istemeyen sevgi susamışlığı ile huzursuzluk kokan evimizde kendimize yer edinmeye çalışmıştık.
Ama ne mümkün…
Bu kedi bu evde olduğu müddetçe ben bu evde yokum diyen cümleler çalındı kulağımıza…
Nefret yüklü bakışlar toplandı üzerimizde…
Ve huzurumuz kaçsın diye sürekli uzatılan söylenmeler bir türlü bitmek bilmedi o gecemizde…
En komiği de neydi biliyor musunuz, bütün herşeyi bir tarafa atıp da şinoyla geçirdiğim ilk gecede bir türlü onun için hazırladığım yuvaya geçmeyip de inatla yatağıma sokulup benimle birlikte uyuma isteğiydi. itiraf etmek gerekirse yeterli hayvan besleme deneyimim olmadığı için uyurken farkında olmadan zarar veririm korkusu ve biraz da huylandığım için ilk başta tedirginlikten uyuyamamıştım. Hatta onu yerine bırakıp yatağa yaklaşmasın diye de bir iki defa yastığıma sertçe vurup yataktan uzak tutmayı denemiştim. ilk etapta oldu da hatta. Şino usulca köşesine geçip derin derin mırıldanmaya başlayınca, yuvasını öğrendi herhalde deyip uykuya dalmıştım. Ama ne mümkün. Üçkâğıtçı uykuya daldığımı anlar anlamaz yatağa tırmanıp kafamın üstüne zıpladı. Tabi uyku namına bir şey kalmadı o sıçrayışla… Kafamı ürkerek kaldırıp baktığımda, yatağımın kenarına kıvrılıp gözlerime baktığını görünce çaresiz kabul etmiştim bu emrivakisini… Sabah yuva diye hazırladığım yere kaka yaptığını görmek ise günaydın armağanı olmuştu benim için. Ama halıya ya da başka bir yere değil, kendisi için ayırdığımız örtüye yapmıştı. Henüz kuma yapmasını öğrenemeyecek kadar küçük yaşta koparılmıştı çünkü annesinden.
Tek tatlı anımız da buydu…
Sonrasında yüzümüze kapanan kapılardan ve merhametsiz söylenmelerden ibaretti hikâyemiz. Kime gittiysek suratımıza kapattı kapısını, Tebessümünü ve merhametini esirgedi bizden. Pet kliniğinde yaptırdığımız parazit aşılarından sonra ise hikâyemizin seyri farklı bir boyut aldı.
Kaldıramadı Şino…
Bitkin ve iştahsız bir şekilde kıvrılmaktan ötesini yapmaz hale geldi. Tek damla su dahi içiremedim. Bütün kapılar yüzümüze kapandığı için de işyerine beraber gidip geliyor ve altını da kendi ellerimle temizliyordum. Veteriner ise bu durumun normal olduğunu söyleyip teskin ediyordu beni. Ta ki son nefesini kucağımda verinceye dek…
Bir türlü düzelemeyişin ardından gelen ölümü aşıya değil, çevresini saran merhametsizliğe bağlıyordu gönlüm.
Kendi hikâyemi görüyordum onun bu halinde…
Sevgisizliğin bir sel gibi üzerime gelip de beni anlamsız ve rotasız bir şaşkın haline getirdiği hikâyeme benzetiyordum.
Ki öyle bir akşamda çıkmıştı karşıma, aniden…
Başına vardığımda beni bekliyormuşçasına verdiği son nefese şahitlik edip de sürünerek düştüğü soğuk zeminden kaldırdığımda bedenini, bu hikayenin böyle bitmeyeceğine olan inançla koşmuştum veterinere…
Şino atlatacaktı, atlatacaktı ve herkesin gıpta edeceği güzellikte bir yoldaş, bir sevgi yumağı olacaktı diyordum.
veterinerlerin son kontrollerine kadar da bu ümidimin ayakta kalmasına gayret gösteriyordum. Belki bir baygınlıktır, belki yapılacak son bir müdahale vardır.
Ve fakat o cümle döküldü ağızlardan, soğuk bir şekilde:
- Yapabileceğimiz bir şey yok maalesef. Dilerseniz Nekropsi yaptırabilirsiniz kampüste…
- Şino yu geri getirecek mi peki?
- …
Kucağımdaki küçük cansız bedenini taşımak o kadar ağır geldi ki bana, uzun bir müddet ne yapacağımı bilemeden arabada öylece bekledim.
Nitekim gerçek manada ait olduğunu düşündüğüm mekâna bir başıma bıraktıktan sonra bedenini, durduramadığım gözyaşları ile o dağ başında uzun süre iki büklüm bir şekilde beklemek zorunda kalmıştım.
Yok, aslında Şino ya ağlamıyordum, göçüp de kurtulan bir masuma ağlamam için somut bir sebebim yoktu. Kendi halime ağlıyordum, şahit olduğum merhametsizliğe ağlıyordum.
Bir insanın yalnızlığın da yalnızlığını yaşaması neyi gerektiriyorsa, onu yapıyordum sadece…
Şino bir hoca oldu benim için.
Birçoklarının yapamayacağı birşeyi yaptı ve gitti…
Yalın gerçekliğimi gün yüzüne çıkarıp, bana beni anlatıp öylece bırakıp gitti…
Şimdi bir şiir, bir şarkı terennüm ediyor dudaklarım:
--spoiler--
Tut ki karnım acıktı
Anneme küstüm
Tüm şehir bana küstü
Bir kedim bile yok anlıyor musun ?
Hadi gülümse…
--spoiler--
aslanımla vedalaştık bugün. şu soğuk sonbahar gününde hüzne boğdu gidişi. kendimi hazırladığımı sanıyordum ama yanılmışım. çok üzdü. bütün yaz gölgesinde uyuduğu bahçedeki çınar ağacının altına gömdüm. gözlerim dolu-dolu... hoşçakal arkadaşım...
tam 5 gün oldu oğlumu kaybedeli. 23 yıllık hayatımın en melankolik döneminde beni mutlu eden tek şey o idi. eve geldiğimde üzerime tırmanıp yüzümü yalaması, ufacık patileriyle boynuma sarılması gözümün önünden gitmiyor. meleklerle uyu bebeğim. seni çok seviyorum.
kötü kedi şerafettin animasyonunda tacettin i zerre siklemezken şero ve annesi mimoza yı tanımazdan gelirken o an, taco annem öldü diyince şeronun - neee, mimi öldü mü, nasıl ? diyişi var ya hani, öyle işte...
her canlı önemlidir insan veya hayvan hepsi çok degerli ve bu doğanın bir parçasıyız hepimiz. Bir insan hayvanın ölümünü umarsamayıp sikimde olmaz diyorsa o insan en adi orospu çocugunun önde gidenir. insanı da sevmez o orospu çocugu olan şahıslar bundan emin olun.
2001 yılında daha bir aylık bir yavruyken geldi evimize. Hane halkının direnç göstermesi üzerine ilk gününü dedemin evinde geçirdi. Odasına mamasını, kumunu koymuştuk. Sanıyorduk ki uslu uslu yatacak... sabah gittiğimizde her şey yerlerdeydi. Çok yaramazdı hınzır. Sonraki iki üç gününü boş dükkanda geçirdi. Ancak her dakika hane halkı onu sevmeye gidiyordu. Baktılar ki olmuyor, ben de vazgeçmiyorum, çıkardık eve...
işten gelince her birimizi kapıda karşılayan, geciktiysek babamız gibi atarlanan, mama delisi o güzel kedi son günlerde hiç bir şey yiyemedi, bizim şiringa ile içirebildiğimiz su dışında bir şey içemedi. Düzenli olarak veterinerine gidiyordu. Son akşamında ben ülke dışındaydım. O gün artık salyalarını dahi tutamayacak duruma gelmiş..
Ertesi gün bir başka veterinere götürecekti kardeşim, götürdü de... yurt dışında olmama rağmen arayınca durumda bir pislik olduğunu anlamıştım. Hemen açtım. Neyse veteriner güzel şeyler söylememiş. sonuçta uyutulmasının daha doğru bir seçenek olduğunu, şu an çok ızdırap çektiğini, ilaçlı tedaviyle en fazla 1 hafta o da ızdıraplı bir hayat sürebileceğini söylemiş.
En çok üzüldüğüm konu, bu zor kararı kardeşimin vermek zorunda kalması...
Gece geç vakitte eve geldim. Normalde kapıda beni karşılaması gerekiyordu, bana söylenmesi gerekiyordu. Kapıdan içeri girince 15 yıldır orada duran mama ve su kabını göremedim, ellerimi yıkamaya gittiğimde kum kabı yoktu. içeride minderinin ya da kalorifer peteğinin üzerinde de değildi.
Az önce veterinerden teslim aldık. Bir beze sarmışlar ve derin dondurucuda saklamışlar, donuktu. Elimde taşırken neresi başı, neresi poposu onu bile anlayamadım... sevdim sadece... Küçük bir siyam kedisi olarak başladığı 15 yıllık yaşamına sayısız hınzırlık sığdırdı... Kuş avlamak mı dersiniz, her tarafa koku bırakmak mı, bütün ev çiçeklerini yemek mi, sallanan ele dayanamama güdüsünden kaynaklanan küçük yaralanmalar mı... Yine de bizim canımızdı o, bize atarlandığı zamanlar, bizle uzun uzun konuştuğu zamanlar, gece üşüdüğü zaman girdiği yorganın altında oksijensiz kalınca kafasını ustaca bir manevrayla göğsümden çıkartırkenki o yüz ifadesi aklımdan geçti elimde bir beze sarılı dondurulmuş bedeniyle yürürken...
Sonra babama teslim ettim. Babam yazlığa götürecek ve bahçemize defnedecek. Başına bir şey gelirse kendim defnederim diyordum ama bu gücü kendimde bulamadım...
Şimdi hayatı boyunca birkaç kez gittiği, hatta zorla denize soktuğum o yerde, kaçıp saklandığı bahçede koşturmaya devam edecek...
Güzel oğlum, akıllı kedim... Yaşamımızın on beş yılını şenlendirdiğin için çok teşekkürler, umarım biz seni hiç kırmamışızdır...
Her şey bir akşam geç saatte eve gelip kapıyı açtığınızda başlar.
Daha doğrusu kapıyı açmadan.
O akşam belki de ilk defa o tanıdık miyavlamayı işitmezsiniz. Anahtarı çevirirken, içerdeki sessizlik içinize hüzünlü bir tenhalığı bırakıp geçer.
Sanki bir çizik atar. içinize bir kuşku, ne bileyim anlamını çok sonraları çıkaracağınız bir korku bırakır.
Yanılmamışsınızdır. Kapıyı açtığınızda, o kapkara tüyleri, tüylerin içinden bakan o tanıdık cıvıltılı gözleri göremezsiniz.
Anahtar elinizdeyken, -Kedi- diye seslenirsiniz.
On beş yıl boyunca her -Kedi- deyişinizde koşarak size gelen, cıvıltılı miyavlamalar çıkaran, kuyruğunu hiç bitmeyen mutluluk ritimleriyle sallayan o aile ferdinden yine ses gelmez.
Bir daha, bir daha seslenirsiniz. Zaman zaman yaptığı kaprislerden biri diye düşünürsünüz.
Hayır… Bir tuhaflık vardır. Daha doğrusu sessizliğin dili, size iyi gitmeyen bir şeylerin kötü haberini vermeye başlar.
Kediniz artık hastadır. Hem de yaşlı bir hasta.
Geceleri tuhaf ve acılı miyavlamalarla uyanırsınız. Arkasından kusmalar gelir. En sevdiği yiyecekleri önüne koyarsınız. Başını okşayarak yemesine yardımcı olmak istersiniz.
Nafile…
Ve sessiz günler başlar. Miyavlamayan kedinin suskun bekleyiş günleri.
Geceler zorlaşır.
işte öyle günlerden birinde kedinizin dolapların altına, karanlık kuytulara, evin dışına kaçmaya çalıştığını fark edersiniz.
Kondurmak istemeseniz de, kediniz artık ölüme hazırlanmaktadır. Aranızda son mücadele başlar.
O kuytulara kaçmak ister, siz ise onu daha çok yatağınıza almaya çalışırsınız…
Ve artık ona serum verdiğiniz bir günün akşamında, o çaresiz gözlerdeki ışık iyice sönmeye başlar.
Onu o gece yanınıza yatağa alırsınız.
-Kedi- diye seslendiğinizde, zorla başını kaldırıp size bakar. iyice küçülmüş yüzünde yine de o tanıdık ifadeyi yakalarsınız.
Sabaha karşı uyandığınızda, onu yataktan atlamaya çalışırken bulursunuz. Daha doğrusu düşmeye…
Kucağınıza alıp aşağıya indirir, büyük bir ihtimamla her zamanki yerine yatırırsınız.
Ardından derin bir uykuya dalar. ‘‘Kedi’’ diye seslenirsiniz. Kafası kalkmaz. Sadece kuyruğunu çok hafifçe sallayıp içgüdüsel bir cevap verir.
-Miyav- sesini işitemezsiniz. Çünkü bütün gücünü, son andaki -elveda miyavlamasına- ayırmıştır.
Kucağınıza alırsınız. Hafif dokunuşlarla başını okşarsınız, okşarsınız. Tıpkı 15 yıldır yaptığınız gibi zamanı durdurmaya çalışırsınız.
Nefes alıp verişleri hafiflemeye başlar.
Sonunda çok derinden, uzaklardan gelen üç küçük miyavlama işitirsiniz.
işte o elveda miyavlamasıdır!
Vakur ve sessiz veda miyavlamaları ile sizi bırakıp giderler
dün gece başıma gelen durum. kedim son zamanlar dışarı çıkıp geliyordu. dün gece 5 6 itten oluşan bir köpek sürüsü saldırdı acı sesini duydum oğlumun. hemen koştum sıkıştırıldığı yere orda yoktu. köpekleri kovan kızlar kediyi alıp götürmüş olabilirler dedi. ben sağa sola bakınırken kızlar tekrar geldi yerdeki kan izlerini gördünmü bak şurada da tüyü var dedi. o an durumun ciddi olduğunu daha yeni anladım. ben kaçıp kurtuldu sanmıştım. kan izlerini takip ettim 3 saat aradım taradım her yere baktım. hava aydınlanınca cesedi için tekrar baktım. yol boyu kırmızı pati izlerini ağlaya ağlaya takip ettim. apartmanların bahçelerine girip girip çıkmış anlaşılan. bir apartmanın garaj yolunda ise bir karış kan birikintisi gördüm. tozlardaki pati izlerine bakılırsa köpekler hala ensesindeymiş. cesedini bulamadım. o aşağılık itlerinde ta amınakoyim. ah mis kokulu oğlum kim bilir nasıl acılar çekti.