''Bu mantıklı, keyifli seslerin ortasında yapayalnızım. Tüm bu yaratıklar zamanlarını açıklamalar yaparak ve birbirleriyle hemfikir olmanın mutluluğunu yaşayarak geçiriyor. Tanrı aşkına, hep birlikte aynı şeyi düşünebilmek neden bu kadar önemli?
''Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün bu adamlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı fikirde olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar önem veriyorlar''
varlık ve hiçlik gibi devasa bir şaheseri kaleme alan düşünür, sanatçı. Varlık ve hiçlik'ten bir alıntı:
"Ölüm yaşamı yazgıya dönüştürür. Ölüm anı geldiğinde zarların artık atılmış olduğunu, oynayacak tek bir kartı bile kalmadığını dehşet içinde fark eden inançlı kişiyi yıkan şey de yine budur. Ölüm bizi bize ulaştırır, ebediyet bizi neysek ona dönüştürür. Ölüm anında varız, yani başkasının yargıları karşısında savunmasızız; ne olduğumuz hakkında gerçekten karar verilebilir, her şeyi bilen bir zekânın yapabileceği muhasebeden kurtulma şansımız kalmamıştır
"topluluk içinde yaşayanlar, kendilerini, arkadaşlarına nasıl görünüyorlarsa aynalarda tıpkı öyle görmeyi öğrenmişlerdir. benim arkadaşım yok. tenimin bunca çıplak olması acaba bu yüzden mi? buna insansız doğa denebilir."
tanrıtanımaz varoluşçu (atheist existentialism) fransız filozof, yazar ve düşünürdür. felsefesine göre ''varlık öz'den önce gelir''. yani insan önce dünyaya atılır ve kendisini nasıl yaparsa öyle olur. insan, özünü tecrübeleri ile oluşturur.
kierkegaard, heidegger, karl jespers gibi varoluşçu filozoflardan farkı, insanın bir tanrı tarafından yaratılmadığını söylemesidir. sartre'a göre insan, yaratık değil varlıktır. yani insan yaratılmamış, varolmuştur.
en çarpıcı eserlerinin başlıcaları; özgürlük yolları üçlemesi, bulantı, aydınlar üzerine'dir.
tanrıtanımaz varoluşçu (atheist existentialism) fransız filozof, yazar ve düşünürdür. felsefesine göre ''varlık öz'den önce gelir''. yani insan önce dünyaya atılır ve kendisini nasıl yaparsa öyle olur. insan, özünü tecrübeleri ile oluşturur.
kierkegaard, heidegger, karl jespers gibi varoluşçu filozoflardan farkı, insanın bir tanrı tarafından yaratılmadığını söylemesidir. Sartre'a göre insan, yaratık değil varlıktır. yani insan yaratılmamış, varolmuştur.
varoluşçuluğun neredeyse özdeşleştiği filozof abimizdir. insanı bir tasarım olarak görüyor bu adam. yani kişi, kendisini ne şekilde tasarlarsa o şekli alıyor. sorumluluklarla birlikte ortaya "seçim" diye bir şey atar. tut tutabilirsen ağabeyi.
insan hep iyiyi veya iyi sandığı şeyi seçer der. insan hem kendisini hem de diğer insanları seçiyor ki kendi varoluşunu da gerçekleştirebilsin. diğer insanlar olmadan biz bir bok olamayacağız yani. buradan bu çıkarılabilir.
tutku ve duygulara da bir el atmadan olmaz demiş. bunların ikisi de kişinin yapacakları için uydurduğu kılıftır. her eylem bilinçli olarak yapılacağından tutkulardan, arzulardan; her şeyden sorumluyuz yani. öyle çıkıp hiçbir şey olmamış gibi kötü şeyler yapamaz insan. aldatamaz, yalan söyleyemez. bunlara hep bir kılıf uydurur. sanırım bundan bahsetmiş.
yine seçimlere dönüyoruz. çoğu şey için olmasa da bazı seçimlerimizde bir bunaltı hissederiz. işte o hep olacak. çünkü kendimize olduğu kadar başkalarına karşı da sorumluluğumuz olabilir. bu bunalımlar hep olsa da biz eylemsizliği, hiçbir şey yapmamayı seçmeyeceğiz. sürekli devam edecek olsak da şunu unutmamak da fayda var ki "insan, insanın geleceğidir".
hiçbir ahlak yasası, insana ne yapacağını söyleyemez. insan, kendi ahlağını kendisi seçer. yani en azından böyle bir seçimi istemese de oluşturur gibi. bu seçtiği de aslında kendisidir. insan kendi yazgısını kendi belirler çünkü özgürdür. tanrı yoktur, insan özgürlüğe mahkumdur. ne güzel söylemiş.
kişi bu topluma bir şey olarak gelmiyor. yani bizi katil, doktor, mühendis eden yine bizleriz bi nevi. insan "bir şey" olabilmek için savaş verir, mücadele eder. bu savaş, çok uzun bir sürede de olabilir ama bir şekilde o varoluşu yakalamamız lazım. yoksa olmaz. insan bu dünyada kendisine ve topluma yabancılaşır. adeta bir nesne olur. kişi, toplum içinde bunalır ve yalnızlaşır. kendi konumunun farkına varamazsa giderek nedensiz ve anlamsız bir varlık haline gelir. toplum için de bir zorbalık olsa bile buna insan başkaldırabilir. kendisini gerçekleştirebilir.
özgür iradeyi fazla abartmış filozof.
kendisinden önce schopenhauer, spinoza gibi irade konusunda yardırmış filozoflar varken nasıl olmuş da "özgürlüğe mahkum edildik" diyebilmiş şaşırıyorum.
benim için sartre'ın büyüklüğü, bireyciliği nihilizmin katılığından kurtarmasıdır. pos bıyıklıya göre eğitimsiz, zincirlerini kıramamış insanlar ayak takımıyken, sartre, varoluşçuluğu hümanizme yaklaştırarak bireyciliği bir nebze olsun yumuşatmıştır.
Kendini toplumun biçtiği görevlere göre tanımlamanı reddetmen gerektiğini düşünen ve bunu Varoluş felsefesinin temeline oturtan filozoftur. http://doganozcan.blogspo...i-deli-gomlekleri-ve.html şöyle de bir yazısını yazdım naçizane...
ikinci dünya savaşı' nı cephe gerisinde geçirmiş, bu savaşla ilgili anılarını, gözlemlerini tuhaf savaşın güncesi adlı eserinde toplamış, burjuvaziden mümkün olduğunca uzak kalmaya gayret göstermiş, tek eşlilik ve yıkanmayı burjuvazi alışkanlık olarak niteleyip uzun süre gerçekleştirmeyi reddetmiş, varoluşçuluğu andre gide ve kendisiyle fikir ayrılığına düşmeden önce albert camus' a örnek olmuş fransız filozof.
''bir delik gören insan onu kendi etiyle kapatmak ister. çocuk bir delik gördüğünde parmağını ya da kolunu sokmadan edemez. demek ki delik kendimi içine akıtarak varlığımı hissetmemi sağlıyor.
bir deliği kapatmak demek varlığın dopdolu olabilmesi için vücudumu feda etmem anlamına geliyor. yani kendi varlığının şuurunda olmanın baskısıyla objektif varlığı tamamlamak. burada insan olmanın en temel eğilimlerinden birini yakalıyoruz; doldurma eğilimi.
çocuklukta, bluğ çağında ve yetişkinde hep aynı eğilim. hayatımızın önemli bir kısmını delikleri tıkamakla, boşlukları doldurmakla geçiriyoruz. tam ve dopdolu bir varlığı sembolik olarak gerçekleştirebilmek için.
çocuk ilk yıllarından itibaren kendi vücudundaki delikleri fark eder. yüzündeki delikleri parmaklarıyla tıkamaya çalıştığında parmağın ıslanarak erimesini, dudak ve damakla bütünleşmesini bekler. duvardaki çatlakları sıvayla kapatır gibi; yoğunluk arar çocuk. parmenides in homojen ve dışbükey yoğunluğudur bu. parmağın emme yoluyla yapışkan bir macuna dönüşmesi içindir. tıkama, doldurma eğilimi yemek yemenin temelidir. yemekler ağzı tıkayacak olan macundur. yemek yemek insanın kendi içindeki boşluğu doldurmasıdır.'' varlık ve hiçlik sf.(659-660)*
Günlükleri ile savaş dönemini ayndınlatmış, büyük aydın insan. Savaş ile ilgili söylenmiş en anlamlı söze sahiptir kendisi, http://www.uludagsozluk.com/e/15560683/
13 EKiM CUMA!
Alçakgönüllülüğü tanımıyorum, ama bununla beraber, hatalarımı hiç de kem küm etmeden görebiliyorum, çünkü kendi kendimle aramda hiçbir maddi dayanışma yok. Alçakgönüllülükte, dünkü Benini yaşamaktan gelen fazla mahrem, fazla hassas -aynı zamanda derinden ve canlı da- bir yan vardır. Bu suçu işleyen Ben, hatayı gören Bendir de. Burada belki bir de, göğüslenenden daha fazla içtenlik ve daha fazla cesaret, kendi kendini bir tür sürekli kılış vardır. Fakat hayatımın her anı ölü bir yaprak gibi benden kopup gidiyor. O derece ki, anın içinde yaşamıyorum, daha çok gelecekte yaşıyorum. Varılabilmek için aşılmış bir hayatı varsayan hedefimden ötürü Ergenlik çağımdan beri beni meşgul eden, yakamı bırakmayan ilerleme yanılsaması yüzünden Bana söz edilen herhangi bir ben için şöyle düşünüyorum: ben ondan daha iyiyim. Bana bir önceki günün hataları, düşüncesizlikleri hatırlatıldığında, bunu seve seve kabullenirim çünkü bir daha aynı duruma düşmeyeceğime ikna olmuşumdur. Sonuçta, aslında bunun tek bir nedeni vardır, onunla benim aramda hep zamansal bir mesafe vardır. insanın ya da geleneklerin ilemesine kesinlikle inanmıyorum en azından böyle bir şeye aldırmıyorum kendi bireysel ilerlememe inanıyorum. Bir önceki günden daha az zeki olduğumu, daha cesaretsiz olduğumu vs. düşünmek tahammül edilemez ve bunu her işitmek zorunda kalışım benim için bir yaralanma, bir şaşkınlık oluyordu. Olduğum durumdan, yaptığımdan sempatiyle söz etmiyorum, anlamak için neredeyse hiç çaba sarfetmiyorum. Onu gülüşlere terk ediyorum ve gülüyorum. Yalnızca ona saldıranların onunla aramda ortak çizgiler bulduğunu gördüğüm oranda onu savunuyorum. Dolayısıyla, kendimi hep, yaşamakta olduğum günde, hayatımın en yüksek noktasında buluyorum. Aynı zamanda, ve bizzat hatalarımı kabul etmemden ötürü, kendimi tarafsız bir seyircinin, bir hakemin mutlak alanına yerleştirmek üzere bendeki insanın derisini yüzüyor, kabuğunu soyuyorum. Bu seyirci kendi adamına bakan aşkın, etten kemikten sıyrılmış bir bilinçtir. Kendi kendimi tıpkı başkasını yargıladığım ciddiyetle yargılarım. Ama tam da işte o zaman kendi kendimden kaçıyorum demektir. Bizzat kendi kendini yargılama eylemi, büyük bir zevkle gerçekleştirdiğim bir Görüngesel indirgeme dir. Böylece, çok az bir bedelle kendimi bendeki insanın üzerine yerleştirebilirim. Çok ender olarak fırsat ararım. Bir tartışmada, kavgada, eğer haksızlık etmişsem, hemen sonra, hatalarımı kabul ederim, fakat bu itirafa rağmen, karşımdakinin benden daha fazlasını istediğini görüp derin şaşkınlıklara sürüklendiğim çok olmuştur. O zaman şöyle demek isterim: Baksana, o artık ben değil; o artık aynı şey değil. Her an, bir tür kendinden kaçış olan özgürlük teorimi bu denli aşikar kılan da kuşkusuz bu. Hiçbir zaman asla pişmanlık duymam. Ama bunu kesinlikle, durmadan bir dediklerini defalarca tekrarlayan, kendi kendileriyle aç gözlü bir dayanışma içindeki bazı görmüş geçirmiş ruhlar gibi değil, daha çok kendimi Yüzüstü bırakarak..., olayın içindeki mevcut Beni hissetmeden, kendime soğuk bir horgörüyle bakarak sağlıyorum. Kendimi tıpkı suç ortağını yüzüstü bırakır gibi bırakıyorum. Ve eğer bir başkasına karşı davranışlarımın sorumluluğunu taşıyorsam en azından bundan eminim, her zaman böyle davrandım bunu karşımdakine cömertçe ödediğim duygusuyla yapıyorum. Örneğin, bugün bir savaş olduğunu biliyorum ve bunu öngörmeyen öngöremeden şüpheye düşen Benle dalga geçiyorum. Kendi kendimle dalga geçiyorum çünkü mevcut Benimi geçmişe uzatarak, 3 eylülde savaşın patladığını bilen mevcut Benimin bunu hep bildiği izlenimine kapılıyorum. Bu da ona, 2 eylül günü hala şüphe içindeki zavallı kaybolmuş Bene göre büyük bir üstünlük sağlıyor. Buradan görünüşteki alçakgönüllüğümün bir başka veçhesine geliyoruz: Şöyle ya da böyle davranmış olduğum ya da düşünmüş olduğum için beni övdükleri oluyor ve ben karşı çıkıyorum, her şeyden sonra, öyle olmadığımı söylüyorum. Geçmiş hayatımın en güçlü ya da en yüksek anları geçmiş oldukları andan itibaren beni artık ilgilendirmiyor. Doğal eğilimim, bugün çok daha iyi olduğumu düşünerek geçmiştekileri aşağı çekmektir. Stendhalde çok dokunaklı olan kendi kendiyle dayanışma hali, onu en iyi anlarını tasvir etmekten alıkoyar çünkü onlardan söz ederek onların kendisi için değer kaybedeceğini düşünür, bence çok büyük bir hata bu. Benim hayatımın bu kadar açık olmasının bir nedeni de büyük ölçüde budur. Her şey benden kopup gidiyor ve ben herşeyi herkese veriyorum, çünkü zaten kopuyorum. Kendimin pruvasında derin bir yalnızlık Öyle sanıyorum ki çok sayıda duygunun benden uzak olmasının nedeni bu. Bunlar kibirim üzerine söyleyeceklerime bir giriş olabilir. Oldukça üzücü ve çöl gibi yalnızlaştırıcı bir kibir, yani işin aslı, kibirli kılan hiçbir şey yok. Bununla birlikte, kimi kibirli kişilerin bedbaht ve kırılgan kibirinden tamamen farklı benimkisi. Hiçbir şeyin... kibiri: ne zekamın, ki o konuda hiçbir fikrim yok, ne hemen benden kopuveren ve bir daha içine giremediğim yazılarımın, ne son zamana kadar hakkında düşünmediğim hayatımın ne de kendi kendimle dayanışmayı reddettiğime göre Benin kibiri bu. Zaman zaman müziğin, şarabın ya da bazı çok olağandışı koşulların etkisiyle başımın dönüp de kendi kendime Sen dâhisin... dediğim ve tıpkı XVIII. yüzyıldaki gibi gözümden bir damla yaş süzüldüğü olmuştur. ama bu duyarlılık nöbetleri fazla uzun sürmez ve benim kibirimin altında yatan kesinlikle bunlar değildir. Hatta zaman zaman, kendime deha malederek, arzularımın altında bir seviyede kaldığım hissine kapılırım. Böyle bir şeyle yetiniyor olmak zaten küçültücüdür. Aslında bu kibir, dünya karşısında mutlak bir bilince sahip olmanın gururdur. Kah bir bilinç olmaya, kah bütün dünyayı bilmeye hayran kalırım. Dünyaya dayanan bir bilinç, işte kibirlendiğim şey bu. Ve nihayet, hiç bir duyguya kapılmadan ve çok katı bir şekilde kendi kendimi mahkum ettiğim zaman yine bu ilkel dayanma haline dönerim. Fakat şimdi, bu dünyaya dayanma halinin herkes için geçerli olduğu söylenebilir. Kesinlikle doğrudur. işte bu nedenle de bu kibir denen şey her bilincin tekliği ile insanlık durumunun genelliği arasında salınır. insanlık bilincinin durumunu üstlenen bir bilinç olduğum için kibir duyuyorum. Ve bu aklı başında kibir bir anda erişilmez olur. Gözde nitelikleriyle, kudretiyle, güzelliğiyle, zekasıyla ve hatta erdemleriyle övünen kişi umutsuzluk ve alçakgönüllülük içinde bir öznedir, çünkü o, bu şekilde aynı zamanda, bir diğerinin yargılamasını ve kıyaslamasını kabul etmiştir. Ama ben kibirimin nesnesini bir diğeirnin yargılamasından ve her tür kıyaslamadan kaçırıyorum. Çünkü benim gurur duyduğum şey, beni biricik kılan (Herkes aynı şekilde, kendi türünde biriciktir.) şey ve ilk başta diğerinin yargısında kaçan şeydir. Diğerinin varlığını benim için mümkün kılan da bilinçtir. Kosakiewiczlerin bedenlerine, cazibelerine, merhametlerine kırılgan ve kıyaslanabilir nesneler olarak işleyen umutsuz kibir Kosakiewiczlerin hataları karşısındaki alçakgönüllülüğü Ben hiçbir zaman alçakgönüllü değilim, hiçbir zaman umutsuz da değilim, çünkü kendimle gurur duymuyorum, tam da kartezyen Cogito düzeyinde bilincimle kibir duyuyorum. Varlıktan, varlığın mutlak teminatından ayrılmayan bir kibirdir bu. Benim varolma tarzım olan bir kibir. Bana onsekiz yaşımdayken, ölmemin büyük bir yanlış olacağını, benim ölemeyeceğimi, saflıkla söyleten kibir. Bu daha çok şöyle bir şeydir: böylesi bir mutlak yokolamaz. Böylesi bir varlık teminatı artık olamama endişesi barındıramaz. Ve bu hiçbir şeyin kanıtı değildir, çünkü yalnızca, bilinç kendi yokoluşunu tasavvur edemez demeye gelir. Şimdi herkesin bilinci olduğu söylenebilir. Peki herkesin kibirinin böyle olmaması nereden kaynaklanıyor? Benim kibirimi, dışarıda kaybolmak yerine, kendi kendini göğüsleyen bir bilincin yükselmesinin kalbinde diye tahayyül ediyorum. işte bu nedenle de kibirimi metafizik olarak adlandırıyorum. Bu anlamda, benim metafizik iyimserliğimden, kaderime olan inancımdan hiç farkı yok. Bütün bunların hepsi bir. Kibirimin sonucu olarak: moral varlık olma (Kendi ilkelerime göre...) kaygım kendimi yükseltmeyi değil, tam tersine, kendime layık olmayı hedefliyor. Sonuçta, yaratılıştan bir moral yetkinlik düzeyine eriştiğim yollu karanlık ve derin bir inanca sahibim. Söz konusu olan yalnızca, daha sonraki davranışlarımla onu hak etmektir. Her yeni durum, beni küçültebilecek ve kendime yaraşır bir şekilde kendimi göstermem gereken bir tuzak, bir pusudur.