Elif, şafak öncesi serinliğine apartmanından çıktı, nefesleri serin sabah havasında duyuluyordu. Normalde şehir, araba kornalarının senfonisi, uzaktan gelen otobüs uğultusu ve günlük rutinlerine doğru ilerleyen yayaların mırıltılarıyla çoktan hareketlenmiş olurdu. Fakat bugün, Ankara'yı mengene gibi saran, doğal olmayan bir sessizlik vardı.
Sokaklarda kimse yoktu, pazarları veya fırınları açmak için acele eden her zamanki erken kalkanlar bile yoktu. Terk edilmiş bulvarları tek bir araç bile bozmuyordu, dükkanların ve ofis binalarının pencereleri de elektrik ışıklarının o alışılmış sıcak parıltısını yansıtmıyordu. Şehrin nabzı durmuş, soğuk ve cansızdı.
Elif titredi, yünlü katmanlarının arasından sızan keskin soğuğa karşı paltosunu daha da sıkı sardı. Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndaki işyerine doğru kararlı adımlarla yürüdü; ayakları, beton kaldırımda yankılanan sessizlikte yumuşak çıtırtılar çıkarıyordu. Kendi nefesi, bu ezici sessizliği bozan tek sesti.
Elif bir köşeyi dönerken tuhaf bir şey fark etti: telefonunun ekranı bomboştu, uyanıp herhangi bir bildirim veya mesaj göstermeyi reddediyordu. Kaşlarını çatarak cihazın güç düğmesiyle uğraştı ama yine de hiçbir tepki alamadı. iş telefonuyla aynı başarısızlığı göstermeye çalışırken kalp atışları hızlandı.
Bir şeyler çok ters gidiyordu.
Elif'in her ölçülü adımında huzursuzluğu arttı ve giderek büyüyen bir korku hissi midesine bir taş gibi yerleşti. Etrafına temkinle baktı, görüşü her gölgeli ara sokağı ve karanlık kapıyı hızla geçti, kendisi kadar dalgın ve kaybolmuş başka bir ruh görmeyi bekliyordu. Ama hiçbiri yoktu. Şehrin damarlarında hiçbir insan sesi kıpırdamıyordu.
Bakanlığın görkemli mermer kaplı cephesine ulaşana kadar adımlarını hızlandırdı. Giriş holünün camsı genişliğinden kendi yansıması ona bakıyor, soluk, donuk hareketsizliğiyle onunla alay ediyordu. Boşaltılmış bir dünyayla alay etmek için korkunç bir sergi olarak kurulmuş bir manken gibi hissediyordu kendini.
Elif, departmanının ürkütücü sessizliğine girerken, profesyonel iş kıyafetinin altında soğuk terle karıncalanıyordu. Ofis kapısı, yıllarca kullanılmadıktan sonra itiraz edercesine gıcırdadı ve dokunmadan gıcırdadı. içeri girdi ve donakaldı, nefesi boğazında düğümlendi.
Masası bomboştu, atılmış kağıtlar ve terk edilmiş kahve fincanlarıyla doluydu; tek bir eşya dışında: Kenara tünemiş, ekranı çatlamış ve görünmez bir güç tarafından paramparça edilmiş gibi doğal olmayan bir şekilde hareketsiz duran kendi telefonu.
Elif'in omurgasından aşağı bir ürperti indi. Titreyen elini uzatıp cihazı inceledi ama tiksintiyle geri çekti. Yansıması, yüzeyden ona bakıyordu; kendi boş, donuk gözleri, dudakları sessiz ve sözsüz bir dehşet çığlığıyla aralanmıştı. Korkunç gerçek zihnine dank ettikçe aklı karışıyordu: yalnız değildi.
O, onlardan biriydi. Bu uyanık kabusun bir parçası haline gelmişti; sonsuza dek yaşamla ölüm arasında sıkışıp kalmıştı; korku, acı ve insan ızdırabıyla beslenen kötü niyetli varlıkların insafına kalmış, yaşayan bir kabuktu; ta ki sonunda ruhunu kendilerine ait kılana kadar. Aklı, kaçınılmaz, mide bulandırıcı bir farkındalıkla dank etti: artık o da onlardan biriydi. Bu ıssız şehir manzarasını rahatsız eden, sendelemesini bekleyen şey... kendisiydi.
sizin için hikayeyi iyileştirdim, 24b modele geçtim:
**Başlık: Durgunluk**
---
**Bölüm 1: Boş Şehir**
Elif, sabah havasının tenine değdiği serinlikle apartmanının dışına çıktı. Her sabah işe gitmeden önce yaptığı gibi, çantasını omzuna yerleştirdi ve derin bir nefes aldı.
Ama bir sorun vardı.
Sokaklarda kimse yoktu. Tamamen boştu. Ne araba, ne otobüs, ne de yaya. Sadece kulak zarlarına fiziksel bir kuvvet gibi baskı yapan yoğun bir sessizlik vardı.
Kaşlarını çattı ve etrafına bakındı, gözleri sokağın karşısındaki apartman sırasını tarıyordu. Tüm pencereler karanlıktı, perdeler sanki şehir uyuyormuş gibi kapalıydı - ya da daha kötüsü,
Elif'in cebindeki telefonu titriyordu. Telefonu çıkardı ve sinyal çubuğu yoktu, sadece ona bakan *Çekim Yok* yazısını gördü.
"Ne oluyor?" diye mırıldandı.
Çantasındaki radyoyu açmaya çalıştı ama sadece parazit vardı. Sonra o da kesildi ve geriye sadece boş bir sessizlik kaldı.
Elif güçlükle yutkundu. Dünyanın gürültüsüne bağlı olmamakla her zaman övünmüştü - sosyal medya yok, sürekli haber güncellemeleri yok - ama bu farklıydı. Bu doğal değildi.
Bir adım daha attı, spor ayakkabılarının kaldırımda yumuşak *gıcırtı* sesleri çıkarıyordu. Ses sessizlikte çok yüksek geliyordu ve boş sokakta yankılanışına irkildi.
Sonra onları gördü: gölgeler.
Ağaçların veya binaların arasından güneş ışığıyla dans eden alışıldık türden gölgeler değildi bunlar. Görüş alanının kenarlarında titreşen, doğrudan odaklanabileceği yerin hemen ötesinde, karanlık, biçimsiz şekillerdi. Ara sokaklara ve köşelere sızıp kalıyorlardı, her zaman ulaşamayacağı bir yerdeydiler ama inkar edilemez bir şekilde oradaydılar.
Elif'in nabzı hızlandı. Kendine sakin kalmasını, hareket etmeye devam etmesini söyledi. Belki de her şeyin normale döndüğü işe gitmesi gerekiyordu.
Ama metro istasyonuna yaklaştıkça gölgeler daha da çoğalıyor gibiydi. Çevresel görüşünde canlı bir şey gibi uzuyor ve bükülüyorlardı.
Sonra bir fısıltı duydu; bir fısıltı.
Bir anlığına, o kadar hafifti ki rüzgârın sesi olabilirdi. Ama bugün rüzgâr yoktu. Hava çok durgun, çok ağırdı.
*Elif…*
Donup kaldı. Rüzgâr değildi bu. Yumuşak, tıslayan ve kesinlikle insana ait olmayan bir sesti.
Çılgınca etrafına bakınırken nefesi boğazında düğümlendi, ama sokak o lanet gölgeler dışında bomboştu.
"Kendine gel," diye mırıldandı kendi kendine, ayaklarını tekrar hareket ettirmeye zorlayarak.
Ama her adımda fısıltılar daha da yükseliyordu. Ya da belki de hep oradaydılar ve şimdi onları yeni fark ediyordu.
*Elif… yaklaş…*
Ses aynı anda hem her yerden hem de hiçbir yerden geliyordu. Zihnine duman gibi sızdı, düşüncelerinin etrafında dolandı, ta ki başka hiçbir şeye odaklanamayana kadar.
Telefonuna tekrar uzanırken elleri titriyordu; hâlâ sinyal yoktu. Yardım yoktu, kimseyi aramanın bir yolu yoktu. Yalnızdı.
Ve sonra gölgeler ciddi ciddi hareket etmeye başladı.
**Bölüm 2: Metro**
Elif'in her zamanki metro durağı hemen ilerideydi, ama giriş karanlık bir gırtlak gibi esniyordu, içerideki fayanslar doğal olmayan bir parlaklıkla kaygandı - yağ ya da çok daha kötü bir şey gibi.
Merdivenlerin başında tereddüt etti. Aşağıdan gelen fısıltılar şimdi daha yüksekti ve cildini süründüren bir koro halinde birbirinin üzerine biniyordu.
*Aşağı gel...*
*Bize katılın...*
Elif güçlükle yutkundu ve ilk adımı attı. Sonra bir tane daha. Ve bir başkası, loş ışıklı tünelde durana kadar, nefesi sığdı.
Tren rayları önünde uzanıyordu, trenler ya da insanlar yoktu. Platformlar terk edildi, atılmış gazeteler ve yarısı yenmiş yiyeceklerle doluydu. Ama bunların hiçbiri kanını donduran şey değildi.
Gölgelerdi.
Artık sadece hareket etmiyorlardı, *yaşıyorlardı*. Canlılar gibi duvarlar boyunca süründüler, sanki görünmeyen bir şeyden kurtulmaya çalışıyormuş gibi kıvrıldılar ve kıvrandılar. Ve artık sadece gölge değillerdi; Biçimleri vardı - uzun, pençeli parmaklar ona doğru uzanıyordu, ağızlar sessiz çığlıklarla açılıyordu.
Elif tökezleyerek geri döndü, kalbi o kadar sert çarpıyordu ki boğazında hissedebiliyordu.
"Sen de nesin?" diye fısıldadı.
Gölgeler sadece güldü - tüylerinin diken diken olmasına neden olan kuru, törpüleyici bir ses.
*Ne olduğumuzu biliyorsun.*
O yaptı. Kabul etmek istemedi, ama derinlerde, ilkel bir kısmı gerçeği kabul etti.
Bunlar sadece gölgeler değildi. Onlar daha eski bir şeydi, her zaman orada olan, görüş alanının kenarlarında ve odaların köşelerinde gizlenen bir şeydi. Sessizlik ve izolasyon üzerinde gelişen bir şey.
Onlar cinlerdi. Ya da belki iblisler. Ya da belki daha da kötü bir şey - korku ve delilikten beslenen varlıklar.
Ve onu istediler.
---
**Bölüm 3: iniş**
Elif koşmak için döndü ama gölgeler daha hızlı hareket etti. ilerlediler ve merdivenlerden yukarı çıkan yolunu kapattılar. Biçimleri katı ve soyut arasında titreşiyor, karanlığın dalları gibi saldırıyordu.
Onların altına eğildi, tünelden aşağı koşarken nefesi düzensiz nefeslerle geliyordu. Fısıltılar onu takip etti ve her adımda daha da yükseldi.
*Kaçamazsın...*
*Biz zaten senin içindeyiz...*
işte o zaman fark etti - artık yalnız değildi. Şimdi metroda başkaları da vardı. Ya da en azından, başkaları da var gibi görünüyordu. Figürler platformlar boyunca durdu, yüzleri bulanık ve belirsizdi. Ama gözleri çok parlaktı, çok bilgiliydi.
Onlar insan değildi. Pek sayılmaz.
Elif hızını yavaşlattı, içgüdüleri ona hala koşabilecekken koşması için bağırıyordu. Ama bir şey onu geride tuttu - bir zorlama, savaşamayacağı bir çekim.
Figürler hep bir ağızdan ona doğru döndüler. Ağızları insan yüzlerine sığmayacak kadar geniş bir sırıtışa dönüşmüştü ve seslerle değil, doğrudan Elif'in zihninde yankılanan fısıltılarla konuşuyorlardı.
*Eve hoş geldin.*
O zaman koşmalıydı. Çığlık atmalıydı ya da karşılık vermeliydi. Ama yapabileceği tek şey, figürlerin ileri doğru fırlamasını, formlarının duman gibi değişmesini, her şey kararana kadar gölgelerle birleşmesini izlemekti.
Ve o karanlıkta bir şey *güldü*.
---
**Bölüm 4: Uyanış**
Elif'in gözleri bir nefesle açıldı. Sokaklara geri dönmüştü - en azından öyle olduğunu düşünüyordu. Etrafındaki dünya, daha önce olduğu gibi durgun ve sessizdi. Ama artık gerçeği biliyordu.
Şehir boş değildi.
*Bekliyordu*.
Ve o artık bunun bir parçasıydı.
Telefonu cebinde vızıldıyordu - kanını donduran tek bir bildirim. Bilinmeyen bir numaradan birkaç dakika önce gönderilmiş bir mesajdı.
**Artık bizden birisin.**
Elif'in parmakları ekranın üzerinde gezindi. Açarsa her şeyin biteceğini biliyordu. Ama merak -hayır, *zorlama*- onu alt etti.
Ekran titredi. Tek bir görüntü: metro girişinin önünde duran bir fotoğrafı. Ancak bu sefer yalnız değildi.
Arkasında, gölgelere doğru uzanan yüzlerce, belki de binlerce figür vardı. Net değillerdi ama gözleri metrodakilerle aynı ürkütücü ışıkla parlıyordu.
Ve hepsi *gülümsüyordu*.
Elif'in çığlığı sessizlik tarafından yutuldu, gölgeler öne doğru yükseldi ve onu fısıltıların ve karanlığın sonsuzluğunu vaat eden soğuk bir kucaklamayla çevreledi.
---
**Sonsöz: Ertesi Sabah**
Şehir yeni bir güne uyandı. insanlar evlerinden dışarı çıktılar, ellerinde telefonlar, Pazartesi günü başka bir rutine başlamaya hazırdılar. Sokaklar yine kalabalıktı, gevezelik ve kahkahalarla doluydu.
Köşede tek başına duran, gözleri boş ve görmeyen kadını kimse fark etmedi. Telefonunu kulağına götürüp kendisine ait olmayan kelimeleri fısıldarken kimse fark etmedi.
Ve hiç kimse onu her adımda takip eden gölgeleri fark etmedi - bir sonraki ruhun talep etmesini bekliyordu.
Çünkü bu şehirde sessizlik hiç bitmedi. Sadece bekledi.