Hikâye ünlüdür. Adamın biri emekli olmuş. Ona buna emir verme olanağını yitirmiş. Ne karşısında saygıyla ayakta duranlar, ne bir yere girerken saygıyla ayağa kalkanlar...
Kimsenin artık iplediği yokmuş emekliyi. Adam bu ilgisizlik karşısında bunalmaya başlamış. O tarihte Yenicami helaları önünde ihtiyacı olanlara parayla su satan ibrikçiler varmış. Bizim emekli de orada kendine bir yer bulup, ibrikçiliğe başlamış. Ancak ayrı ayrı renklere boyamış her ibriği; örneğin birini sarıya, ötekini maviye, üçüncüsünü kırmızıya...
***
Sıkışanlar hızlıca önüne gelip ibriklerden birine uzandılar mı, oturduğu yerden:
- Bırak onu sarıyı al, dermiş...
Sarıyı alan olursa:
- Bırak onu, maviyi al...
Böylece emir verme özlemini rahatlatırmış.
***
Eski istanbullular bu hikâyeden kinaye, ona buna gereksiz yere kumanda etmeye kalkanlara:
- ibrikçi başılık ediyor kerata, derlerdi.
Küçük ve ezik insanlarda çok rastlanır bu duyguya. Ellerine fırsat geçti mi, önemlerini kanıtlamak için yapmadıkları densizlik kalmaz.
***
Fakülteye gittiğim yıllarda, evi geçindirmek için, dışarıda da çalışırdım. Sınav notlarının asıldığı gün, işten erken çıkamadım. Çalışma saatinin bitiminden on beş yirmi dakika kadar geç geldim fakülteye. Kapıcı kapıları kapatmış, önünde sigara fosurdatıyordu. Kapıların camlarından içerideki tahtalara asılmış not listeleri görünüyordu. Kapıcıya:
- Şu kapıyı beş dakika aç ne olur, notlarımı öğreneyim, diyordum.
Kapıcı yüzüme bile bakmadan, "Olmaz" diye başını arkaya doğru sallıyordu.
- Peki sen benim yerime bak notlara...
Aynı kayıtsızlıkla "Olmaz" diye sallanan baş...
Ne kadar yalvardım, ne kadar rica ettim, kapıyı açtıramadım. Notlara da gidip bakmadı kapıcı...
Meraktan bütün gece uyuyamadım, sabahı zor ettim.
***
Fakülte kapıcısı elde ettiği bir egemenliğin bütün tadını, benim heyecan ve sinirden titreyen sesimle kapı önündeki çaresizliğimi seyrederek çıkarmıştı. Forsunu ve etkenliğini değerlendirmişti.
***
Sonra çok rastladım böylelerine. Alt kademelerde, üst kademelerde, her yerde.
Sanırım en geniş tutku, kişilik tutkusudur bizim toplumda. Kişilik sahibi olmak, kişilik sahibi olduğunu göstermek, kişiliğini kanıtlamak; gerilmiş dudaklarda, sert bakışlarda, çatık kaşlarda yalazlanır durur...
***
Peki ama kişilik nedir? Kimseyi umursamamak, başkalarına üstün ve korkutucu görünmek gibi katı davranışlar dizisi midir?
Genellikle böyle ilkel bir rolü benimsemekte aranmaktadır kişilik.
Oysa kişilik ancak yaratmakla mümkündür. Yaratıcı olmayanların kişiliği bir taklitten ibarettir. Kimlerden korkuyor, kimlerin önünde eziliyorlarsa; onları taklit ederler. Bürokraside çok açık görülür bu.
***
Ve bir toplumda yaratıcılık ne kadar gerideyse, kişilik tafrası da o kadar yukarıdadır.
Hiçbir şey yaratmayan bir insan, neyin kişiliğini taşımaktadır içinde? Olsa olsa zebaniliğe dönüşmüş bir eksiklik duygusunun...
***
Yaratıcılığı burada çok geniş anlamda değerlendirmek gerek. Çevresinde mutluluk yaratmaktan, bir kilim nakışı yaratmaya; bir yeni fizik formülü yaratmaktan, insanlarda bilinç yaratmaya; sanatı ve doğayı yeniden içinde yaratmaya kadar; insana özgü bir beyin ve gönül dinamizmi olarak, derin bir öz olarak görmek gerek burada yaratıcılığı...
***
Böyle bir çilesi, böyle bir endişesi, böyle bir yaşam ırmağı olmayanlar, kendi kuruluklarının odunluğunda höthötçülükten medet umarlar.
Ve daha olmazsa kenefe çevirdikleri demokrasinin önünde taharet suyu satarak ibrikçi başılık ederler...