kimi zaman tadına doyulmaz sohbetlerin yapıldığı, kimi zaman asla sonunun gelmeyeceği düşünüldüğü, bazen kahpelik edip kayan yıldızları bulutlarla saklayan, mehtabı, yakamozu oluşturan ve çoğu insanın uyuyarak yada dinlenerek geçirdiği bir zaman kavramı.
güneşin ıstırat etmesiyle doğar. hava aydınlanana dek bizim en büyük dostumuz,en büyük dert ortağımız olur. kederlenmemize yardımcı olur.bir gün bir kez daha doğup hiç gitmeyecektir...
çocuklar uyur. eşler, sevgililer derin düşlerdedir. fahişeler iştedir. taksiciler ipsiz sapsız bir adamın arabaya binmesiyle ürperir.
birileri uyuyamaz. birileri bunları,gündüzlerden geriye kalanı ve içlerindekini imgelerle boyamalıdır dünyaya.
zordur gece. gece uyuyamamak daha zordur. gece hayatı, şehrin parlak ışıkları hep buradan doğmuştur. hesabı olan fakat yataktan kaçamayanlar da vardır..
sahi sizin yastığınız kaç kere göz yaşınızla ıslandı?
şairler zamanı.
şairlere çalışır dünya. çalışmak ve gece şairler sizin emeklerinizi sarışın güzel bir kadının hülyasında, size geri verir.
karanlık. gerçekleri saklayan, bazı şeyleri güzel bile gösterebilen insana. aynı zamanda insana yıldızları ortaya çıkartan işte *.yıldızlar hayallerimizdir, gökyüzüyse geleceğimiz. gece karanlığında kayboldukça gerçekler, işte o zaman çıkar yıldızlar açığa. yıldızlar sevmez gündüzü, görünmezler can yakıcı ışıkta. gündüzün o sıkıcı parlaklığına, insanı eriten soğuğuna *dayanamaz yıldızlar. özellikle insan o karanlıkta, gecede kutup yıldızını bulursa şanslıdır asıl işte. ama fazla bağlanmamak gerekir yıldızlara ve geceye, onlar yalanlar çünkü. karanlıkta parlaklıklarıyla bize yakın görünen yıldızlar, zıplasak tuttuk sandığımız ve gece karanlığı hep orada kalacağımızı sandığımız. ama aslında yıldızları yakalamak güçtür. insan bu gecede hep o yıldızları yakalamak için daha yükseğe zıplar ve zıpladıkça yaklaştığını hissederek daha da yükseğe zıpalamaya çalışır *-ama canı yanar işte toprağa varınca.
ahmet haşim, necip fazıl kısakürek gibi şairler de severler geceyi-gerçekleri sakladığı ve onun acı soğunu insana hissettirmediği için. necip fazıl bir şiirinde "kalbim bir çiçektir,gündüzler ölgün;gelin,gelin,onu açın geceler!" der.
öyle bi' cellat ki yıldızlara anlattığı masalların bir varmışı, bir yokmuşundan ırak, öyle bi' ceza ki hayattan hükümlülere giydirdiği suçun ceremesi yok, öyle bi b^ağlaç ki; ki^m diyemiyorsun,ki^n diyemiyorsun, sesinde öyle bi' boğuluyor ki^?... eksik hep...muamma..
bazen kendimizi kaybetmemize sebep olabilecek zaman. gece söylediğimiz ya da yaptığımız şeyler yüzünden üzülebiliriz ama aslında en içten olanları gecede olanlardır.
karanlığın özü,kendisi fakat,karanlık daha çok beyinde olumsuz fikirler bıraksa da gece sözü aklımıza gelince bunu hissetmeyiz.günün en sakin zaman dilimi.
film bir politik distopya. gelecekte türkiyede çıkmış bir iç savaş sanrası düşünce özgürlüğünün elden gidişini ve kristal kolyeler taşıyan son düşünenlerin(profesörlerin) faşist kolluk güçleriyle olan mücadelesini anlatıyor. ve film bu kadar güzel öyküyü 19 dakikaya sığdırıyor.
gelelim yorumuma. efendim şahsen politik distopyaların hastasıyımdır. 1984, v for vendetta(ve hepsine ilham kaynağı olan cesur yeni dünya) gibi popüler örneklerin yanında zardoz gibi bir kült filmi de türün öncülerinden sayarsak ilk türk distopya filmi olarak gece oldukça başarılı. ilk oluşu ve sınırlı imkanlarla karamsar gelecek atmosferini yakalayışı ile oldukça önemli. ancak elbette türün batılı örnekleri dışında pek yeni şeyler sunmayışı ile orjinal değil. lakin türkiye seyircisi için ve türk sineması için çok önemli bir yapım. bunun dışında filmle ilgili bir olumsuz notum da artık kuskunluk yaratan requiem for a dream soundtrack'inin kullanılışı hakkında. yahu atv haberden yeterince dinledik bıktık yeter artık lütfen. (bkz: yetkililere seslenme ekolü)
kısa film güncesinde bilinçaltı genelevi ile birlikte aklıma kazınan ikinci filmdir. izleyin izlettirin.
--spoiler--
Gece nerede, hangi anda başlar? Buna hangimiz karar verebildi? Gecenin geleceği, geldiği, indiği, sardığı, gömdüğü, hep birer benzetim olarak söylenebilir; gecenin üzerimize kapanmakta olduğunu, bizi ezeceğini hepimiz gördük. Hangimiz, kaçınılmaz olduğu bilinen şeyler karşısında bile, kendini biraz daha aldatmaktan, bu kaçınılmazdan kaçılabileceği , belki de bu korkulanın başa hiç gelmeyeceği umuduna- bütün boşluğunu bilerek-kapılmak çocukluğunu göstermekten utanç duydu?
Hiçbirimiz, dense yeridir sanırım. Gecenin çoktan bastırdığını bildiğim halde daha yeni yeni akşam oluyormuş gibi yazı yazmaklığım, kolaylıkla, yapıntının özel özgürlüğünden dem vurarak açıklanabilir; öykücü, öyküsüne istediği yerden başlayabilir demek, güç olmasa gerek. Ama bu başlangıcı seçerken kendimi hala bir takım umutlara, boş avuntulara salmış olmuyor muyum?
Gece, yazdığım gibi, ağır ağır yayıldı ovaya, sonra tepeleri de boğdu.
Yeraltı saraylarından söz ederken, bir takım büyük yapıların bodrum katlarında, beden eğitimi yapıldığı, çeşitli oyunlar oynandığı anlatılan salonları düşünüyordum. Bir masal havası içerisinde anlattıklarım karşısında kendime de, okurlarıma da -kimlerse bunlar... Bu yazdıklarımı birileri okuyacakmış gibi davranıyor muyum gerçekten? Yoksa...- anlatılana inanmamak hakkını tanımış, bu hakkı tanımak için uğraşmış olmuyor muydum?
En azından, okurlarım olabileceğine inanmak istiyordum. Oysa şu anda biliyorum ki, benim dışımda bu yazdıklarımı okuyacak, okuyabilecek tek kişi var. Bu kişi defterimi yok etmeyebilir de. Karar vermek bana düşüyor. Şu birkaç defterimi yırtıp yakmak, külünü yemek mi, bitirip her şeyi ona da okuttuktan sonra yok etmek mi, yoksa, ona bırakmak mı gerekir?