melankolinin dozajının arttığı günbölümü;
insan, vampir misali değişir. ne kadar mantıklı biri de olsa o özelliğinden sıyrılır, duygusallaşır; geveze biri ise çenesi bağlanir,dili tutulur, lal olur...
suskun biri ise anlatır; durmadan, bıkmadan, usanmadan...
renklerin özgürlüğe kavuştuğu anlar bütünüdür...
Şehir geceleri ve karanlığı sevmez.
Bu yüzdendir uykularımızı gecelere saklamamız.
Güneşin de dinlenmesi bittikten sonra, başlar yeniden karanlığı aydınlatmaya.
Işığın kokusunu alan herkes bir bir uyanır.
Yattıkları yer onları farklı bireyler haline getirmez.
Terk edilmiş kuytu bir sokağın bankında da yatılsa, üstünde kuş tüyü yastıkların bulunduğu kocaman bir yatakta da yatılsa, karanlık ve sessizlik çöktüğü vakit başlar rüyalar.
Şehir geceleri ve karanlığı sevmez.
O vakit son sigaralar içilip, günün ilk sevişmeleri başlar.
Sevişmelere heyecanı ne sevgi ne de şartlar katar.
Karanlık ve sessizliktir sevişmeleri böylesine güzel ve gizemli kılan.
Bundandır insanların geceleri ya çok sevmesi ya da böylesine nefret etmesi.
Onlar, yalnız başlarına yataklarında hayalleriyle yatarken, bilirler başkalarının her gece hayallerindeki partnerle deliler gibi seviştiğini.
Onlardır gecelerin efendileri.
Başkaları karanlıkta rüyalarını görürken, onlar hayallerini yaşarlarlar.
Bundandır dualarımızı ve sitemlerimizi gecelere bırakmamız.
Şehir sevmez böyle yakarışları.
Kapatır perdelerini, uykusuna bakar.
Yıldızlar neden geceleri ortaya çıkar sanıyordunuz?
Gece, karanlık ve sessizlikle fısıldayarak yapacakları koyu bir sohbet için tabii.
Işıkları, güneşi ve sevişmeleri bir kenara bırakırsak, duyabiliriz gecelerin melodilerini.
Şehir bu yüzden sevmez geceleri.
Kıskanır yıldızların, karanlıkla yaptıkları sohbeti...
akustik hali de tadından yenmeyen mor ve ötesi şarkısıdır. bazı şeyleri, uzun süre yalandan yaşandığının farkına varan bireyin isyanı niteliğindedir. ek olarak, mustafa hakkında herşey'de çalan şarkılar arasındadır.
bıktım artık susmaktan
bunca yıl seninle geçti
bir çift lafa muhtacız
iki yabancı gibi
saat gece üç olmuş
kapında ben, ben yokum sanki
şimdi gerçeği söyle
sonra yap istediğini
yeter artık, hiçbir şey eskisi gibi değil
yeter artık, aslında sen hiç sevmedin
yoruldum suçlanmaktan
yanında hiç olmadım sanki
yüzün her şeyi söylerdi
ama bakmıyor şimdi
bıktım artık susmaktan
bunca yıl seninle geçti
şimdi gerçeği söyle
sonra yap istediğini
gece;
saklanmıstır, onu saklandıgı yerden cıkarabilecek yurekli biri gelene kadar,
efsunludur, o efsun da bogulmayı bilene,
asktır, kafası sevdalıdır, o aska cevap verene,
sessizliktir, o sessizlikte atılan cıglıgı duyana,
yalnızdır, yalnızlıgı paylasan biri cıkana kadar.
ne mavi anlatabilir, ne karanlık, ne sessizlik, ne sokaklar, ne ay, ne de başka bir şey geceyi, bir çocuğun yorgan altındaki gözyaşları kadar korkudan uyuyamazken...
gündüzün ardından gelir, karanlık yoksa bile sağlanır, ışık varsa kapatın yolu bu ,karanlık oldu mu ,oldu dimi, bilgisayar ışığı ve sigarayı içinize çektikçe oluşan o ışık olsun ,tadı öyle çıkar gecenin, hafif bir müzik ,sigaranız, biraz özlem, hafif hayal, bir yemek kaşığı kadar efkar, bir de hayat, yaşanmışlıklar dolu bir hayat ,şimdi oturun işte geceyi yaşayabilirsiniz..
gece;
teslimiyete bir hece...
mecralarını açar arsızca, o bir utanmaz kahpe.
soysuz bir döl, unufak eden girdiği döl yolunu!
kelimeleri bir araya getiren kâfirdir kendisi;
münafıklığın esir edici albenisine tutsak eden.
üretkenliğe diş bileyen, umutsuzluğa gözlerini deviren.
gece;
sözcüklerin tek hükümdarı,
ilhamın en koyu yandaşı...
bir orospu cilvesi kadar kan kırmızı, bir uykuya direnmek kadar asil kendisinin anlamı.
siyahın asaletiyle birleşen, ruha hüznü yükleyen bir sonbahar sarısı...
gece;
hayat anlamına gelen süt beyazı ya da sperm akı,
var olmanın tek kanıtı,
ve meydan okuyan yalnızlığın sultanı.
tarumar olmuş yatakların içinde hayallerin son durağı.
durmayan,
yatağınca coşkuyla çağlayan.
hayata en ilanihayesinden anlam katan.
gece;
bebesinin yanı başında günaha bedenini satan orospu.
bir sergüzeştin sessiz serzenişleri, tahammülsüz gezintileri.
maceralarında hikayeler yaratan kirli dünya.
ölüp ölüp dirilen kabus dolu rüya.
bedeni girizgâh kefelere koyup dirhem dirhem satan acuze.
gece;
ilhamların kaynak pınarı,
sözlerin tükenmez deryası.
yalnızlığın hüsrevane yoldaşı;
başımızdan hiç eksik olmayacası...
1991 yılında bilge karasu'ya pegasus ödülünü kazandıran kitap. edebiyatın bütün olanaklarından azami derecede yararlanan bununla da yetinmeyip yazına, yazıma yeni olanaklar yeni açılımlar getiren, yazınsal türler arasındaki sınırları olabildiğine yumuşatan bir metin gece. kapalı olmaktan öte karanlık bir metin. el yordamıyla ucundan kıyısından tutulan, yakalanan bir anlam tam bir şeyleri yerine oturtmaya yardımcı olacakken, metin bambaşka bir yöne bambaşka bir ağıza kayıyor, akıyor. buna karşın, bölük pörçük durumların, bir iki saniyelik görüntülerin biraradalığıymış gibi duran metin, temelinde büyük bir düşünceyi, taşıyor. ne var ki belirgin, ha diyince dile gelebilecek bir anlam değil bu büyük düşünce. devinen, sürekli bir şeylerin etrafında dönen bir anlam bu. hepsi olmasa bile kişi, kişilik, kişiliğin içinde bulunduğu dünya hali belki de gece, bu büyük anlamın önemli bir kısmını oluşturuyor. karasu'nun metnin başında hegel'den alıntıladığı şu tümce de bu düşünceyi destekler nitelikte: "kendini kuran bireyliğin devinimi....gerçek dünyanın oluşumudur." çetin bir metin diyor kitaba bir önsöz yazan akşit göktürk. çetin, zor okunan, hatta okuyucuyu çoğu yerde yıldıran bir metin gece. ama metnin ikinci yazarı olan okuyucunun bütün düğümleri çözecek, bütün geceleri aydınlatacak güçte olduğu da unutulmasın. okunsun velhasıl. dememiş miydi zaten edip cansever: "kapalı şiir yoktur, şiire kapalı insan vardır."
biz bu siyahın içinde beyaz çiçekler aramıştık
kenarı sarı
ve hüznün damgasını yemiştik daha en baştan
bu yollar bizim değil demiştik evvela
sonra çıkılmamış yol bizim hiç değil deyip
kaptırdık kendimizi bildik yada bilinmedik
bir yörüngeye
şaşkın bakışlarımızın arasında sıkışıp kalmış
bir hengameye...
yolumuza çıkan her neyse biz ona takıldık
engellerine çarptığımız kendimizdik aslında
duygu sağanağının altında bilincimizi yitirdiğimiz
kendimiz
hep çıkmakta olan kuyularımızın duvarlarına tutunmaya çalışırken
incindi bileklerimiz...
"yaşanmamış şeylere kırılır insan" diyordu şair
biz yaşayamadıklarımızı büyüttük hep içimizde
yaşayamadıklarımızın hesabını sorduğumuz kimselerden
almak istedik intikamımızı
yaşamadıkça yaşamı bekler olduk
yaşayamadıkça küser olduk herkese
olur olmaz düşler
olur olmaz ülkeler
olur olmaz hüzünler yarattık
çok değil az kalan ömrümüzün günlerini
bir hiç uğruna savurduk
çok değil az kalan zamanlarımızın en güzel anlarını
tozlu raflara kaldırdık
ertelenmiş her şeyi bir başka bahara sarmalayıp sakladık
biz sakladıkça saklandık...
artık görünmez bedenlerimizle dolaşırken
bir değil, bir çok şehrin birbirine benzeyen yanlarında
hep aynı hikayeleri yarattık
bir kenara yazılmış gözden kaçırılmış
aslında görmezden geldiğimiz duyguları anlatan sözcükleri
hep müsvette yaptık...
biz yol deyip çıktığımız yolculuklarda
adını bilmediğimiz duraklar aradık
aradıkça çıkmaz yollar, çıkmaz sokaklar
biz hep birilerini ararken
kendimize çarptık
bu çarpmalar rastgele kazalardı
çok yara bere aldık
şimdi mevsim gece
şimdi penrecelerde çiçeksiz saksılar
çünkü mevsim kış
biriktirdiğimiz tohumlara gebe susmuş topraklar
çünkü gece
adı gece
adımız gece
siyahın içinde bir sarı alev
yüzümüz gibi...
haydi yak ışıkları sönsün
nasılsa yüzümüzde
hep o sisli
hüzünlü gölge...