'bence galatasaray'lılık din gibi, mezhep gibi yerleşmiş koklu bir inançtır.galatasaray'ı işte bunun için tercih eder ve galatasaray'lılığımla her zaman gurur duyariım' diyebilmektir galatasaray'lı olmak.
devlerin arasında ezilerek gruptan çıkamadığı için aldığı o 2. sınıf kupayla öğünmek, devlerin liginde kendi ülkesinin en çok puan toplayan takımına kendi 100. yılında muhteşem bir hediye vermektir.
fakir fukara edebiyatı yapa yapa, dalaverenin bininin bir para olduğu bir sezonun akabinde kazanılan şampiyonluğu doya doya kutlamanın şerefine erişmek, ezeli rakibine karşı bir sene boyunca tek bir branşta bile galibiyet yüzü görmeden sezonu kapatabilmenin hazzına nail olmak, devlet baba tarafından yapılacak olan statta vicdan azabı çekmeden maç seyredebilmektir...
siz benim yukarda yazdıklarıma bakmayın canlarım, çok iyi bir şey aslında galatasaraylı olmak...
müzesinde 8 tane 1. sınıf kupa olan takım taraftarlarınca küçümsenmektir. dertliyiz çok. nasıl atmıştı johnson ali sami yen'de bize. ah ulan. uefa kupası bizim hakkımız değildi. vericektik fenerbahçe'ye... ama işte. kader. heyhat. şanslı takımız. kurada bize çıktı kupa.
aslında kimse nedeni söyleyemez, nedensiz sevgiler silsilesi içinde bulursun kendini, bir durup, düşünüp sorgulayınca neden galatasaray, neden sarı-kırmızı deyince kendine, cevap veremezsin. nedensizdir sevgimiz, karşılıksız.
uzun yıllar sonra bile, kopenhag' da kaldırılan türkiye' ye gelen ilk avrupa kupasını hatırlayıp başı dik yürümektir. ligde değil, avrupa' da alınan yenilgilere üzülmektir.
edit: isterseniz 100 kere eksileyin, o kupayı türkiye' ye galatasaray' ın getirdiği gerçeğini değiştiremezsiniz. inşallah türk takımları yine avrupa kupası alır, renk ayırt etmeden seviniriz.
6 gol yemenin doğurduğu depresyonla hem futbol kurallarını hem de hayal gücünün sınırlarını alt üst ederek ''ne yani biz de zamanında 7 kişi ile 7 gol atmıştık'' demektir.
18 Mayıs 2000 sabahı Galatasaray aşkıyla yanan bedenlerimiz ağırlaşmıştı.Avrupa'nın "En Büyük" takımının bir taraftarı, bir neferi olmak çok daha fazla sorumluluklar yüklemişti üzerimizde. Çünkü biz farklıydık. Çünkü "kıskanılıyorduk" artık, çünkü "gıpta" ile bakılıyorduk,çünkü biz GALATASARAY'lıydık...
Herkesin kendi hikayesi vardır mutlaka "17 Mayıs'a" özel. Sabahlara kadar içenler, saatlerce arabasının kornasına basa basa dolaşmadık sokak bırakmayanlar, gecenin bi yarısı kendini havuzlara,denizlere atanlar, evde bilumum tahta, çanak, bardak, kırılması kolay ne varsa sevinçten kıranlar, hayatında ilk defa göz yaşlarını tutamayanlar, Kopenhag’da "hacı" olup yıllarca anlatacak yüzlerce hikayesi olanlar, en mutlular, en çok sevinenler, sevinmenin en ilginç yollarını seçenler vs vs...
17 Mayıs sabahından sonra artık kendini daha çok Galatasaraylı hisseden bir çok hikayeler okuduk Galatasaray Dergisi'nin 'En Taraftar' köşesinde, gazetelerde, arkadaş sohbetlerinde. Kaptan Bülent UEFA kupasını kaldırırken aynı anda milyonlarca yeni Galatasaray taraftarı olmuştu.Oysa biz UEFA kupasına giden yolda en başarısız zamanların bile taraftarlarıydık..Hem de utanmadan, sıkılmadan, saklamadan !...
3 kornerin 1 penaltı olduğu, topun sahibinin maçın gidişatını belirleyebileceği zamanlardı. Üstümüzde sarı -kırmızı formaya benzetilmeye çalışılmış yünlü kısa kollu insanın bedenini kaşındıran ama renklerin verdiği heyecanla o kaşınmaları bile hissedemediğimiz çocukluğumuz...
Futbolu iyi oynayamayanın "Simoviç" olarak kaleye geçtiği yaşlarımızdı . Bir takım "Galatasaray"sa diğer takımın mutlaka "Fenerbahçe" olması gereken zamanlarımızdı..Fenerbahçe ile oynadığımızdan her topa uçarak atladığımız, dizimizin kolumuzun kanlar içinde kaldığı ama o acıları bile hissetmediğimiz mahalle derbilerimiz vardı . Yendiyseniz eve hoplaya zıplaya "kan - ter" içinde gidip, ale büyüklerinin bağırmalarına "ama feneri yendik!" savunmalarınız ..
Tv'lerde maçların olmadığı radyoda dinlenilen maçlarda "süper bir gol"ün ne derece süper olduğunu, hayalimizde ki süper gollerle canlandırdığımız "sese duyarlı" zamanlarımızdı... Siyah-Beyaz ekranda kimin "sarı-kırmızı" kimin "sarı-lacivert" olduğunu kaptan Cüneyt'in kale sahasına yaptığı ortayla yüreğimizin hızlı atışından fark ettiğimiz çocukluğumuz....
Yıllar geçtikçe sevginin büyüdüğünü içinde hala o atmosfere şahit olamamanın getirdiği bir hüzün fırtınasıyla artık renkli seyredilebilen ekranlarda Pazar akşamı TRT’de izlenilen maç özetleri girmişti hayatımızın en sarı-kırmızı yaşlarına . Artık maçları canlı izlediğimiz"inter Star"lı günler vardı. TV'nin iyi çekmediği zamanlarda sarı-kırmızı'yı daha net görebilmek için teraslara çıkılıp anten ayarlarının yapıldığı "tamam şimdi mükemmel" diye bağırmaların birbirine karıştığı günler. Mükemmellik ekrandaki renklerde miydi, içimizde ki sevgide miydi çözemiyorduk..
Sonra değişen, gelişen dünya .Daha bir yakınlaştığın, daha net sarı-kırmızı'lı günler .. "Alem Buysa Kral Cimbom" marşlarının TV’lerde gösterilmeye başladığı kliplerle süslenen Avrupa zaferleri..Takımınızın aldığı 3-3’lük bir "beraberlik" için duyduğunuz son " zafer" söylemleri...
Ali Sami Yen atmosferine her yaklaştığımızda gencecik kalbimizin yerinden fırlayacak gibi olmasının bi anlamı olmalıydı.90 dakika bütün sıkıntıları , dertleri bir kenara itip sadece sarı-kırmızı bir aşk'a konsantre olmanın mantıklı bir açıklaması olmalıydı...
Karmakarışık ama bir o kadar da sarı-kırmızı bir hikaye bu... Başı yok,sonu yok, girişi, gelişmesi, sonucu yok...Ama heyecanı, sevinci, gururu, onuru ,sevgisi ve aşkı bol bir hikaye.17 Mayıstan daha çok, 17 mayıs öncesine de gururla bakan, sadece zaferlerin değil, yarım düzinelik hezimetlerinde taraftarlarının bu hikaye. Bir günde taht'a çıkmayıp, 1 günde taht'tan inmeyenlerin bu hikaye... 17 Mayıs sonrasında, yenilse de yense de boynundaki sarı-kırmızı atkıyı, içinde ki sarı-kırmızı aşkı bir gün olsun ihmal etmeyen, gizlemeyen , kimine göre "deli", kimine göre "holigan", kimine göre "çapulcuların" hikayesi ..
Süslü 17 Mayıs hikayelerine inat, kupalarla süslenmeyen, sadece başarılara endeksli olmayan, şarkılara uyarlanan içi boş kelimelerden öte, yıldız verilmeyip kendi yıldızını yaratan,
"sarı-kırmızı" bir AŞK HiKAYESi !...
her sene lige eksi üç puanla başlamamaktır. zira ortada böyle bir durum olsa bile bu galatasaraylı olmakla alakalı değildir, takımın ligdeki durumuyla alakalıdır. galatasaraylı olmak hisle alakalı bir şeydir. tarif edilemez. yaşanır. heyecanla beklemektir maçın başlama saatini. sevincini doya doya yaşamaktır, yenilgiyi kaldırabilmektir. çünkü bir galatasaraylı her zaman en büyük başarıları tatmıştır. bu başarıları hazmetmiştir galatasaraylı. ağlamayı bilmeyenin kahkahasından bir bok olmaz denir ya, galatasaraylı olmak ağlamayı bilmektir. sabırla bekleyebilmektir. takımına her daim destek olmaktır. yoksa mağlup olduğu zaman ben bu sene şu bu takımı tutmuyorum demek değildir, maç oynandığı anda sahaya arkasını dönmek de değildir galatasaraylı olmak. her şeyden önce sarısına kırmızısına aşık olmaktır galatasarayın...
takımıyla gurur duymaktır. herhangi bir rakibini yenip yıllarca kutlama yapmanın taraftar olmakla alakasız olduğunu bilmektir, kendisiyle hindi diye dalga geçilirken hindiyi tepelerine bindirmektir, yaşadığı gurura ve mutluluğa, gördüğü başarılara saygı beklemek değil bizzat saygı duymaktır. takım kaptanını dövmek değil, takımının futbolcularıyla kol kola yürümektir, yenilince stadın ışıklarını kapatmak değil inadına tezahürat etmektir. dünyanın saydığı takımları eleyip zirveye ulaşmayı görmüş olmaktır, küçük hırslara yenilmek değil, büyük başarılara ulaşmaktır, sadece hedeflemek değil amaca ulaşmaktır, önce inanmak sonra istemektir. uzun lafın kısası paraya tapmak değildir * alnının ak olmasıdır, gezilince görülebilecek değerlere sahip bir müzeye sahip olmaktır ve en önemlisi tarih yazılırken parmak ısırmak değil o tarihe ait olmaktır. **
büyük zaferleri, büyük başarıları tatmış bi taraftara, hiç bi şeyin tat vermemesi, içinde garip bi tatminsizlik duygusuyla yasanan, son lig şampiyonluğunun bile keyif vermemesi psikolojisidir. Düsmaninin, fenerlinin basina bile gelmesi istenmeyecek bi ruh halidir. zordur.