kaç kişiydik, şimdi pek hatırlamıyorum
bir pazartesiyi uzun uzun konuştuk
yüz librelik bir denizi oracıkta tükettik
gözleri kör bir balık yanımızdan geçti
bir kızkuşu omuzlarımızın üstünden
öyle bir vakitti ki, bir menekşe bize indi
akşama benzeyen bir akşam yaptı
söylendi gitti
şiirinde, daha çok, evli bir erkeğin törelerle çatışan ya da engellerle karşılaşan yasak aşkını anlatır. sözgelimi; infilak şiirinde, bir sevinin, ayrılıkla sonuçlanmış acı serüvenini dile getirir.
"istesek sevişirdik, ama olmadı
Biz değil yaşayan acılardır.
Gitsem de her yerde biraz vardır
Hatırda zamansız bir plak
Bir otel kapısı, biraz istasyon
Vardır o seninle birlikte olmak
Buluşur çok uzaktan ellerimiz
Ve nasıl göz gözeyiz ansızın bir infilak."
cansever'e göre aşk, bitirim acılarda dayanıklı kalabilmektir. aşk insan için bir sığınak olduğu gibi, dünyaya açılan bir kapıdır aynı zamanda. varlıkları birleştiren bir bağ olarak görmüştür aşkı.
"binlerce geyik ya da binlerce kuşun beraberliği
aşk, o benim en güzel hayvanımdır
en yeşil ormanların en yeşil mantığında
duyulmaz, öpülmez balığında deniz altlarının
ya da bir akşamüstü lokantası gibi
çöküp de köylülerin yorgun argın
aşk
çok belli bir dudakta iki kişi olmanın"
ne güzel tercümandır üstad; yaramıza, özlemlerimize ve sustuğumuz bütün mutluluklarımıza. okurken kitabı bir yerinde kapatıp, dizelerden hikayeler kurgularken hep gerçek hikayeyi merak ederiz. benziyordur mutlak bizimkilere.
"biliyor musun az az yaşıyorsun içimde
oysa ki seninle güzel olmak var
örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor."
daha dün gibi hatırlarım şiirleriyle tanıştığım anı.
o gün bugündür ararım "ölü bir deniz yıldızıdır mutluluk" dediğimde "o nedensiz mutluluk olsa da olur olmasa da" diyecek insanı.
ölü bir deniz yıldızı
ey sonbahar! ey düşsel yolculuk!
seni dolaştım yaz sıcaklarında, bekledim
duydum ki benim değildi artık,
doğanın kalbiydi uçurumlar toplamı kalbim.
de bana, anlat bana, öyleyse neden hatırlıyorum onu
o fırtına kuşunu gölgesini yere düşüren
gittiydi geldiği yere, uzaklığına
döner mi bir daha dönmez mi bilmem
yüklenip yittiydi gözden onca çırpınışları
ne sevinç bıraktıydı içimde, ne keder, ne acı
bir sen kalmıştın sen, ey sonbahar ilimi, dörtnala gelen
bir atın kalkışı gibi kalkıp da gözlerimden.
parlar ki şimdi ara sıra geceleri
diplerde, derinlerde, yalnızlığımda
ölü bir deniz yıldızıdır mutluluk
o nedensiz mutluluk, olsa da olur olmasa da.
şimdi bu akşamüstlerini niye sevmiyorum
ne bileyim ben neden
üstelik bir sap menekşe iliştirmiş ağzına
gidip geliyor durmadan
sabahla akşam arasında
deniz ötemde
deniz içimde
hayır hiç yadırgamıyorum yokluğunu
sarılıp gövdesine sımsıkı
bir kadın kendini doğurabilir isterse.
kirli ağustos
--spoiler--
o da var olanın ağır ağır yokluğu
şurda bir gündüz kımıldamakta
dağılmanın beyaz organı: tuz birikintileri
gibi bir gündüz
kalın kabuklarını kaldırır doğa.
düşer bir balıkçının tersi olan şey
kirli ağustos! beni ordan oraya götüren eşya
aklımda üç beş otel ya kalır
ya kalmaz üç beş otel aklımda
o da değil bir otelin kendisi
yalnızlığın kahverengi organı: düş birikintisi
bir de kahverengi alevlerden yapılma.
başka değil, yokluğu görmek için
kirli ağustos! gözkapaklarımı da yaktım sonunda.
--spoiler--
dizelerindeki anlaşılmazlık ile daha bir anlam kazanan mükemmel şair.
"senin için nedir edip cansever şiiri?" deseler şöyle tanımlardım onun şiirini:
günün herhangi bir anında zihnimde beliren onlarca ufak tefek, gerekli gereksiz, lüzumlu lüzumsuz şeyin çevrelediği "asıl umurumda olan"ı, birisinin gelip, herkesin duyamayacağı bir ses tonuyla ve herkesin anlamayacağı bir dille kulağıma fısıldamasıdır.
ikinci yeni'yi tanımlamaya çalışmak zaten başlı başına bir çelişki fakat kimsenin çözemediği bir büyüsü var edip cansever şiirinin. örneğin hayatında hiç şiir okumamış birisi, mendilimde kan sesleri'ni okumaya başlasın; bir çırpıda bitirecek ve devamı var mı diye etrafına bakınacaktır. ya da o mavilik derdişiirini okusun; bir virgül koyması istensin son satıra, gözleri kısılacaktır. deneyin, görün.
O kadar bekledim ki, geliyorum
Ölümümü bekledim, geliyorum
Bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini
Bekledim geliyorum.
Ben Ruhi Bey, mutlu olan Ruhi Bey
Ölümü gömdüm, geliyorum
Bir sonbahar günüydü, geliyorum
Güneşler buz gibiydi, geliyorum
Ve bütün kötülükler
Ölümün armaları gibiydi
Size anlatırım, geliyorum.
Hepsini, hepsini gömdüm, geliyorum
Havuzun kırık taşlarını - siz bilmezsiniz -
Limonluğu ve kırmızı konağı - siz bilmezsiniz -
Aynalarda kendini seven Ruhi Beyi - siz bilmezsiniz -
Ve bildiğiniz Ruhi Beyi -ya da pek bilmediğiniz -
Gömdüm ben, geliyorum.
kısaca
kaçınmak istediniz o yüzden -ama bitmedi-
gördünüz görüverdiniz bir daha
sıyrılmış acılardan ansızın
sevecen, durgun, sade
o yüzü
belki de, orada, acele
karar verdiniz
bir anneniz olsun isterdiniz böyle
ve belki de sarılıp öpmek isterdiniz onu
her neyse...
konuşuyorum kendimle
cemal! herhangi bir mevsim anımsar mısın
yaz aylarının dışına kaymış
biraz
içinde sevgilerin soluk aldığı
anımsar mısın
ve yazlar yuvarlak mıdır cemal
oval mıdır
çizgi çizgi midir yoksa
herkes bir yerlere gider
bir yerlerden gelir de ondan mı
gelinciklerle tuzlu suyun sevişmesi miydi
ne dedin
sen öyle bir yere gittin de ondan
geçen yaz
sürdün dudaklarına gelincikleri, sürdün sürdün
iri bir ruj lekesine benzetinceye kadar
sonra da öptün kendini, öptün öptün
orası neresiydi, unuttun şimdi
adsızlığa çok yakışan bir yerdi.
evlere sığamıyoruz, öylesine büyüdü ki vücutlarımız
ve konuşmalarımız, öyle büyüdüler ki peşi sıra
hani hep bir olup da eve taşıdıklarımız
kahveden, meydandan, sokak içlerinden
bulup da çıkardığımız
konuşmalar:
- biri geliyor sözü değiştirelim
- yürüsek açılırdık
- bu ne uzun bakmak kendinize
- ağzım mı kokuyor ne, yaa!... çok kötü bir günümdeyim
- akşama bezik, evet, siz ne içerdiniz?
- annem mi, çok sevinecek..
- belki de sinemaya gideriz..
- bilirsin erken kalkmalı, yarın.. (gülüşler) yok canım!
- siz yarın deyince aklıma ölmek geliyor, katıla katıla ölmek
- bana kalırsa..
- evet size kalırsa
- bana kalırsa şimdiden eğlenelim
- sus!
- biri geliyor
- biri geliyormuş sözü değiştirelim..
boş vermek öperken, severken boş vermek sevmelere
sulardan ürpermek gibi dokununca,
ya da ben kimi sarmışım böyle kollarımla
kime söz vermişim, biraz da unutmak gibi
denir mi, ama hiç denir mi, iş edinmişim ben
iş edinmişim öyle kimsesizliği
kendimi saymazsam - hem niye sayacakmışım kendimi -
çünkü herkese bağlı, çünkü bir yığın ölüden gelen kendimi
konuşmak? konuşuyorum, alışmak? evet alışıyorum da
süresiz, dıştan ve yaşamsız resimler gibi.
her yere yetişilir
hiçbir şeye geç kalınmaz ama
çocuğum beni bağışla
ahmet abi sen de bağışla
boynu bükük duruyorsam eğer
içimden öyle geldiği için değil
ama hiç değil
ah güzel ahmet abim benim
insan yaşadığı yere benzer
o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
suyunda yüzen balığa
toprağını iten çiçeğe
dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
konyanın beyaz
antebin kırmızı düzlüğüne benzer
göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
denize benzer ki dalgalıdır bakışları
evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
öylesine benzer ki
ve avlularına
(bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
ve sözlerine
(yani bir cep aynası alım-satımına belki)
ve bir gün birinin adres sormasına benzer
sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
minibüslerine, gecekondularına
hasretine, yalanına benzer
anısı işsizliktir
acısı bilincidir
bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
gülemiyorsun ya, gülmek
bir halk gülüyorsa gülmektir
ne kadar benziyoruz türkiye'ye ahmet abi.
bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
dirseğin iskemleye dayalı
-- bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
cıgara paketinde yazılar resimler
resimler: cezaevleri
resimler: özlem
resimler: eskidenberi
ve bir kaşın yukarı kalkık
sevmen acele
dostluğun çabuk
bakıyorum da simdi
o kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
ve zaman dediğimiz nedir ki ahmet abi
biz eskiden seninle
istasyonları dolaşırdık bir bir
o zamanlar malatya kokardı istasyonlar
nazilli kokardı
ve yağmurdan ıslandıkça edirne postası
kıl gibi ince istanbul yağmurunun altında
esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
kadının ütülü patiskalardan bir teni
upuzun boynu
kirpikleri
ve sana ahmet abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
sofranı kurardı
elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
çocuklar doğururdu
ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
o çocuklar büyüyecek
o çocuklar büyüyecek
o çocuklar...
bilmezlikten gelme ahmet abi
umudu dürt
umutsuzluğu yatıştır
diyeceğim şu ki
yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
çocuklar, kadınlar, erkekler
trenler tıklım tıklım
trenler cepheye giden trenler gibi
işçiler
almanya yolcusu işçiler
kadınlar
kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
ellerinde bavullar, fileler
kolonyalar, su şişeleri, paketler
onlar ki, hepsi
bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
ah güzel ahmet abim benim
gördün mü bak
dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
ve dağılmış pazar yerlerine memleket
gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
gelse de
öyle sürekli değil
bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
o kadar çabuk
o kadar kısa
işte o kadar.
ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar
diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
mendilimde kan sesleri.