"Mutfağa giderek, sigaramı yaktım. Biliyor musunuz, ben hiç üşenmem. Üşenmemeye alıştırdım kendimi. Hiç üşenmem. ilhan, bilir bunu. Çok şey, önemini yitirmiştir benim için. Gereğinde, her şeyi en aza rahatça indirebiliyorum.
Onu iki yıl sonra ilk görüşüm bu. Karaköy'de, Nişantaşı dolmuş kuyruğunun sonlarındayım. O da hemen karşıdaki Şişli kuyruğunun önlerinde. Bilmiyorum, fark etti mi beni. Yine güzel. Saç biçimi ve rengi aynı. Biraz zayıflamış. Az sonra dolmuşuna bindi gitti.
Öyle anlar vardır ki bir merhaba, ufak bir selam her şeyi yeniden başlatabilir ya da durumu daha da sıradan bir düzeye indirebilir. O beni gördü mü, gördüyse ne düşündü bilemem. Ben ikisinden de korktum.
Sonra benim uçağım kalktı... Atmosferin ortasında düşündüm: Her şey nasıl bitiyor? Nasıl yabancılaşıyor insanlar? Hiçbir şey olmamış gibi. Birlikte yemek yer miydik? Nerelere giderdik? Şakalarımız nasıl şakalardı? Kavgalarımız? Sesi, nasıldı sesi? Unutmak değil, başka bir şey bu. Şu anda her şey iyi.
Yine de Dolmabahçe'deki büyük tıkanıkla dolmuşun camından öbür arabalara bakıyorum.
ışık mı yandı, trafik polisi mi işaret verdi, binlerce otomobil harekete geçiyor: Olasılığın kanalcıklarından düzenli biçimde akan renkl bilyeler gibi.
ikinci yeniyi pek de sallamamış şairdir. yazdıklarından dolayı onu -haklı olarak- ikinci yeni içinde saymışlarsa da o akımın kurallarına tam bir itaatle üretmemiş, bildiğini okumuştur.
son yıllarında verdiği mülakatlarda şiiri ve şiirini ifade ederken ikinci yeniyi neredeyse inkar ettiği görülür.
şiirinin olmazsa olmazı kadınlardır. ancak attila ilhan da olduğu gibi tüm yönleriyle kadını görmek, o kadının peşinde perişan olduğunu görmek zordur. o daha çok bir çapkının gözüyle resmeder kadını, aslında biraz erkek egemen bi kafası var izlenimi uyandırır.
"yatağındaki kadınlar" her zaman idealize edilmiş mükemmel vücut özelliklerine sahiptir yada bunu öne çıkarır. artık bilemem belki de görmek istediğini görür. bu kadınlar adeta antik yunandan fırlamış gibidir her biri bir afrodit mükemmelliğindedir. evet çapkın ve çok eşlidir şiiri.
ancak bu çok eşlilik erkeğe mahsustur. adeta bununla övünür. şiirlerinin pek çoğunda kadın daha edilgen kendisi ise baskın olan taraftır. bi şiirinde yanında yatan kadına "çocuk" diyerek hitap ettiğini hatırlıyoruz.
cinsellikten uzaklaştıkça kadın mükemmel vücut formunu da yavaş yavaş yitirir. kusurlu bir hale gelir.
buna rağmen kadınlar tarafından pek sevilir. şiiri, özellikle ilk dönemleri son derece özgün ve tatlıdır.
Birkaçımızda büyük resim tutkusu vardı. Boyuna albümler karıştırırdık.
Sözgelimi, Edip Cansever'le ben. Sezai Karakoç, resme başka bir açıdan
bakardı, ama bakardı. (Mülkiye Dergisi'nde onun Mona Roza'larını ben
desenlemiştim, takma adım da, Charles Suarez, yani C.S.)
o kadar güzel bir şiir ki kendisi artık o kadar olur. öyle kadınlar yaratmıştır ki tanrılar kıskanır. okudukça bayan nihayet olur, bir mevsimin sanat eki, güneşten koparılmış caz. okudukça edepsizlik meşrulaşır, kahraman göğüsler olur, tarifsiz uzayan bacaklar, üstündekileri bir bir fırlatıp atan leylak sesi. hey gidi.
şöyle diyor bir söyleşisinde:
"Bizde bir bunalım edebiyatı yok...Biraz cılız geliyorlar bana. Bunalımdan değil, bunalımın nasıl olması gerektiğinden hareket ediyorlar da, ondan galiba."
bekaretle ilgili yazdığı şiir de bir garip olan, bekaretin yanlışlığının farkında olan ileri görüşlü şair:
şu da var
"bir de sen varsın koynumda yatıyorsun,
güzelsin, güzelliğin mutlak amenna,
kızlığın masanın üstünde,
kocana saklıyorsun.
oysa koca da ne?
benim kollarım var.
soy bir portakal yedir bana dilim dilim,
ben "uzunminareliyimdir"* doğma büyüme,
ne yapıp yapıp denizi görmek isterim"