can dündar

entry1153 galeri126
    49.
  1. Almanya da ilk düzenli şehir içi ulaşım seferleri ile başlangıçta
    orta ve alt sımıftan insanlar kenti bir ucundan bir ucuna gezme
    imkanına kavuştuklarında, Alman sosyolog Georg Simmel o korkunç
    teşhisi koymuştu; "insanlık tarihinde ilk kez iki insan yan yana bu
    kadar yakın oturup, bedenlerine dokundukları halde saatlerce
    birbirleriyle konuşmadan yolculuk yapıyorlar"
    Bir iletişimci olarak beni ilgilendiren, düşündüren, kaygılandıran
    bir saptama bu.

    "X KUŞAĞI". Bu yalnızlığa nicedir aşinayız. Çocuklarımız bir
    süredir, uyku öncesi masallarını yataklarının başucuna konan bir
    teypten dinliyorlar.

    Oyunlarını bilgisayarda oynuyorlar. Derslerini videodan izliyorlar,
    kahramanlarını televizyondan seçiyor, sevgilileriyle internette
    buluşuyorlar. Bütün bunlar olup biterken bir odanın içinde
    yapayalnızlar.

    Yüzyılın bizi getirip bıraktığı nokta burası.....

    Onlara "Biberon kuşağı" demek geliyor içimden.

    80 lerin ekonomik özgürlüğünü kazanmış, "yuppie"
    annelerinin "memelerim sarkar" endişesiyle emzirmeden yetiştirdiği
    bebekler, büyüyüp yüzyılın sonunda ergen oldular.

    Daha cinsellikle tanışamadan, AIDS ile karşılaştılar. Doğum Kontrol
    haplarının yaygınlaşması sayesinde özgür seksin kapısını aralayan
    ebeveynlerinin aksine, tanımadıkları bir virüs yüzüden özgür seksin
    kapısını çektiler.

    Bu korkunun zoruyla, giderek yalnızlığın güvenli ıssızlığını
    keşfettiler.

    Şimdi "dokunmadan yaşamanın" tadını çıkarıyorlar. Markete gitmeden,
    internetten sipariş verip, bilgisayar aracılığıyla alışveriş
    yapıyor, doktorlarına röntgen filmlerini "mail"leyip, uzaktan
    muayene oluyorlar.

    Onlara "X kuşağı" da deniliyor ; "ölü kuşak" ya da "ne idiğü
    belirsiz nesil" anlamında...

    En belirleyici özellikleri yalnızlıkları...

    Danstan, "bir bele sarılmanın hazzı"nı anlayan büyüklerinin aksine,
    kulaklarında walkmanle "techno" ritminde tek başına dans etmekten
    haz alıyorlar. Sofra başında aileyle birlikte değil, odalarında
    ekran karşısında veya burgercide ayaküstü, ama mutlaka
    yalnız "atıştırmayı" tercih ediyorlar.

    Gazete okumuyor, "göz atıyor"lar. DVD deki filmi zıplayarak izliyor,
    kitabı sayfa atlayarak okuyorlar.

    Internette gezinirken, aynı anda telefonla konuşabiliyor, yemek
    yiyebiliyor, televizyon izleyebiliyor ve dergilere göz
    atabiliyorlar.

    Uzun sevişmeler yerine üstünkörü "dokunuş"ları, uzun konuşmalar
    yerine, kısa "sunuş"ları seviyorlar.

    "Internette gevezelik" sitelerinden birine girip, yarattıkları yeni
    dili görmelisiniz. Hep bir yere yetişme telaşındaymış gibi düşünen,
    konuşan, yazan bir neslin kendine özgü dilini kuruyorlar;

    "Hi" ile başlayıp "Bye" ile biten "N aber" sorusunun "N olsun" diye
    yanıtlandığı garip bir geyik muhabbeti.....

    En çok, kitapçılarda "ünlü Roman özetleri" türünden kitaplar görünce
    onları anımsıyorum.

    Yüzyılın başındakilerin hayata bakışlarımı değiştiren kitaplarin
    sadece konularıyla ilgileniyorlar.

    Sağlıklı yaşıyor, iyi kazanıyor, kolay harcıyorlar....hem parayı hem
    dostlarını.....

    Markalarını, okullarını, kariyerlerini, ailelerinden,
    arkadaşlarından, fikirlerinden daha çok önemsiyorlar.

    Hayatı "zap" layarak yaşıyorlar.

    Bilgisayarlarında olduğu gibi özel hayatlarında da "sörf" yapmayı,
    derine dalmadan yüzeysel ilişkiler kurmayı, kök salmadan dolaşmayı
    yeğliyorlar.

    Bu "kök salamama" meselesi, Türkiye açısından özellikle önemli....

    Geçenlerde bir arkadaşım "Farkında mısın ? "dedi, "hiçbirimiz
    dedemizin mezarının olduğu kentte oturmuyoruz artık" .

    Hrant Drink in televizyonda anlattığı öykü daha da dramatikti. Her
    gittiği yeri çiçeklerle bezeyen bir dostunun, son yerleştiği evinin
    bahçesini çırılçıplak bulunca nedenini sormuş.

    Hrant şu yanıtı almış;

    "Ne zaman bir ağac ektim de meyvesini yiyebildim ki...."

    Öylesine köksüz, öylesine göçebe, öylesine gezgin bir toplumuz ki
    hala...Yerleşemedik gitti..... Dedelerimizin mezarlarının olduğu
    yerleri terk ettikten sonra, ilkin evimizi, derken işimizi, aşımızı
    ve nihayet bütün yaşamımızı değiştirdik.

    Bütün bunlar yarım asır içinde olup bitti ve hepimizde öyle bir
    travma yaratti ki, hala altından kalkamıyoruz.
    1 ...
  2. 48.
  3. yılbaşının gece yarısı bir umut kapısıdır. yeni yılın daha mutlu geçeceğine dair bir inancın geçidi..
    her 31 aralık ı, hayatımızın dönüm noktası gibi görmek istememiz bundandır belkide...
    yılbaşı geceleri eğlenceye koşmamızda..
    1 ocak, yeni, temiz bir sayfadır hayatımızda...
    ama eski 1 ocak larımızı 31 aralık, larımızla karşılaştırdığımızda o temiz sayfaların her birinin gönlümüzce dolmadığını da farkederiz. her tarih kitabı gibi, baz sayfalar zafer coşkuludur, bazı sayfalar hüzün kokulu...
    2006 yı biraz yorgun kapatıyoruz. belki yaşanmış 12 ayın tortusu, belki yaklaşan 2007 nin vaat ettiği dinamizmin etkisiyle...
    bir fırtına öncesi sessizlik tedirginliği var üzerimizde..
    türkiye önemli kararlar arefesinde...
    dünyanın kulağı ortadoğu daki savaş tamtamlarının ensesinde...
    ama umutsuzluğa kapılmanın gereği yok, tarih bize öğretiyor ki, toplumlar büyük sıçramalarının o gerginliklerin ardından yapar.
    cumhuriyet e o zorlu kurtuluş savaşı , nın ardından kavuşmadık mı? neden 2007 den bir zafer çıkarmayalım? 31 aralık gecesi bize ' her yılımız böyle geçsin' dedirtecek bir yıl olmasını diliyorum 2007 nin..
    hepimiz için...

    kaynak: divan life
    1 ...
  4. 47.
  5. ODTÜ'de medya üzerine yakın ve mesai arkadaşı Bülent Çaplıile dersler vermektedir.
    Medya üzerine Yağmurdan Sonra adlı derleme kitabı da dikkat çekicidir.
    0 ...
  6. 46.
  7. 15 yıl gibi, uzun bir dönem aktüel dergisinde "ada" başlığı altında yazdı. aktüel'in bir yönetim değişiminde mansur forutan'la ters düşerek ayrıldı.

    bir dönem çıkan ve kapanan yeni yüzyıl gazetesinde köşe yazarlığına başladı.

    bir süre http://www.gazetem.net adlı internet sitesine de 15 günde bir yazılar yazdı.

    halen milliyet gazetesinde "ada" başlığı altında yazıyor.
    0 ...
  8. 45.
  9. kaliteli bir gazeteci,yazar ve belgeselci.1961 yılınada Ankara'da doğmuştur.AÜ SBF Basın Yüksek Okulu mezunudur.ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü'nde yüksek lisans yapmıştır.aynı bölümde 1996'da doktorasını vermiştir.1979-1988 yılları arasındaçeşitli gazete ve dergilerde çalışmıştır.1988'de TRT'de başlayan televizyonculuğunu "32.Gün" bünyesinde yaptığı program ve belgesellerle sürdürmüştür.şu sıralar bağımsız olarak yürüttüğü belgesel çalışmalarının yanı sıra Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır.
    1 ...
  10. 44.
  11. Adını duyduğum vakit herkese " Siyasete ve Hayata Dair adlı kitabını okudunuz mu?, Okumadıysanız muhakkak okuyun dediğim 'dost' tarifini layığıyla yapan, Türk insanını belgesellerle buluşturan entellektüel gazeteci yazarın ta kendisidir.
    0 ...
  12. 43.
  13. ''insan 5 yaşına gelmeden anlıyor; açlığın öldürdüğünü, soğuğun
    dondurduğunu, ateşin yaktığını...

    Sevgisizliğin insanın canını acıttığını...

    Duyguları, nesneleri, kişileri, çevresini tanıyor.

    Her şey ona çok büyük görünüyor:

    Ev, masa, anne, baba...

    10'una gelmeden oyunla, sayılarla, harflerle tanışıyor. Azgın bir iştahla
    öğreniyor. Kız ya da erkek olduğunu fark ediyor. Dünyanın evde, okulda
    kendisine anlatılandan da büyük olduğunun ayırdına varıyor.

    15'inde, tam da en çok kendini sevdireceği çağda, sivilcelenen yüzünden,
    değişen bedeninden utanırken aşkı keşfediyor. Dış dünya kadar iç dünyanın da
    büyük salonları ve kendisinin bile bilmediği odaları olduğunu, açıldıkça o
    odalardan devasa bahçelere çıkıldığını hissediyor, büyüleniyor. Şarkıların
    içinde sevdalar gezdirdiğini, şiirin her türden hasreti dindirdiğini
    anlıyor. Aşk acısını öğreniyor. Yine de seviyor; ille seviyor, inadına
    seviyor.

    20'sinde putlarını yıkıyor, başkaldırıyor, kanatlanıyor.

    Her şey ona küçük görünüyor:

    Ev, masa, anne, baba...

    "Dünya küçükmüş; büyük olan benim" efelenmeleri başlıyor.

    Lakin dünya bunu bilmiyor.

    O yüzden 20'ler çoğu zaman hayal kırıklıklarıyla geliyor.

    25'inde ayaklar biraz yere değiyor.

    Okul bitiyor, iş telaşı başlıyor.

    Sınıfta öğrenilenlerin akı, sokaktaki gerçeklerin karasına çarpıp
    grileşiyor.

    Yolu hızlı gelenler çabuk yorularak, sevdiğini bulanlarsa kalbinden
    vurularak evleniyor genelde... 5 yıl önce uzak bir ülke olan "istikbal",
    daha yakına geliyor.

    "Bir denizde yangın çıkarma" hayali erteleniyor.

    "Dünya zor"laşıyor.

    30'unda muhasebeye başlıyor insan:

    "Dünya hâlâ beni tanımadı, üstelik galiba ben de dünyayı tam tanımıyorum"
    dönemi...

    Mevcut bilgilerin sorgu yeri...

    Kuşkunun beyliği...

    Tehlikeli yaşlar: "Bunun nesine hayran oldum ki ben" pişmanlıkları,

    "Hakkımı yediler" sızlanmaları, sırta saplanan hançerler, çelmeler, dost
    kazıkları, ağır ağır olgunlaştırıyor insanı...

    35, yolun yarısı...

    Hiç okul asmadan, evden kaçmadan, bir terasta sevdiğiyle öpüşüp bir çadırda
    uyanmadan 20'sine gelenler için gecikmiş telafi çağları...

    Daha önce hiç yüz verilmemiş ana-babaların sözüne yeniden kulak kabartılan
    yaşlar... Olgunluğun karasuları...

    40'ında eski kotlar dar gelmeye, saçlara ak düşmeye, aile büyükleri yaşlanıp
    ölmeye başladığında bocalıyor insan... Panik, kadınları kuaföre sürüklüyor,
    erkekleri araba galerilerine; ve ikisini birden yeni sevda hayallerine...
    Yiten gençliğe, boyalı saçlarla, içe çekilen karınlarla, renkli arabalarla
    çare aranıyor.

    45'inde "istikbal" denilen o uzak ülkenin toprağına ayak basıyor insan...
    Hem ölüm yarınmış gibi, hem hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamasını öğreniyor. Eski
    dostlar, hatıralar kıymete biniyor. Didişmenin yerini sükûnet, böbürlenmenin
    yerini nedamet, kinin yerini merhamet alıyor. "Keşke"ler "iyi
    ki"lerle, hırslar hazlarla yer değiştiriyor. Bu dünyayı silkelemekten, daha
    iyi bir dünya için kavga vermekten vazgeçmeseniz de, öbür dünya umuduna da
    kulak kabartıyorsunuz, ara sıra...

    Genellenemez tabii; bunlar benim yaşlarım.

    Sonrasını bilmiyorum henüz; öğrendikçe yazarım.''

    Can Dündar
    2 ...
  14. 42.
  15. sehir yazilariyle beni mest eden en iyi kose yazaridir. kendisi de artik sadece yazi yazmak istedigini belirtmistir. neden programini bayramlarda ve tatillerde calismamak sartiyla kabul etmistir. oglunu tenisci olarak yetistirmektedir. bu acilardan ornek alinacak kisi...
    2 ...
  16. 41.
  17. 40.
  18. (bkz: 12 mart), (bkz: köy enstütüleri), (bkz: karaoğlan) ve (bkz: önce insan) gibi belgeselleri yapmıştır.
    0 ...
  19. 39.
  20. 38.
  21. Cenaze töreni
    Hayatın sizin için çekilmez hale geldiğini düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın ve kendi cenaze töreninizi düşünün.

    Bir zamanlar bir psikoloji kitabında okuduğum bir bölüm vardı... Hayatın ve getirilerinin kıymetini anlamak için tavsiye edilen bir metod vardı içinde... Deniyordu ki; "Arada bir, çok bunaldığınızda, hayatın sizin için çekilmez hale geldiğini düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın ve kendi cenaze töreninizi düşünün"...

    Cümleyi ilk okuduğumda çarpılmıştım... Ben girişin akabinde pozitif bir gelişme ve tavsiye bekliyordum... Ama "kendi ölümümüzü ve cenazemizi" düşünmemiz tavsiye ediliyordu... Tüylerim diken diken oldu ve yazarın saçmaladığını düşündüm o an... Ama önyargı düşmanı biri olarak okumaya devam ettim... Diyordu ki; " bunları düşündüğünüzde dünyadaki yerinizi, dünyayı terkettiğinizde oluşacak boşluğu, sevdikleriniz ve sizi sevenler için öneminizi anlayacaksınız...

    Özellikle insanların sizin için neler söyleyeceklerini, onlar için ne ifade ettiğinizi hissetmeye çalışın... O andan geriye dönme şansınız olmadığını, hayat denen kredinizin bittiğini ve onlara yanıt verme şansınız olmadığını düşünün... Tekrar sarılma, bir kez daha öpme ihtimalinizin bittiğini hissedin... Dünyadaki küslüklerin, ayrılıkların, kavgaların yanında bu acının ve geri dönülmezliğin korkunç çaresizliğini yaşayın...

    Bırakın canınız yansın, bırakın alevler içinde kavrulsun tüm ruhunuz... Orada, o musalla taşında düşünün kendinizi... Seyredin şu an çevrenizde olanların yüz ifadelerini... Akıllarından ve yüreklerinden geçen cümleleri hayal edin...

    Kitaba devam etmeden bıraktım kenara ve gözlerimi kapatıp aynen düşünmeye başladım... Eşimi, oğlumu, annemi, babamı, kardeşlerimi ve diğer tüm çevremi oturttum tek tek kendi cenaze törenimdeki yerlerine... Birer birer yerleştirdim tabutumun çevresine hepsini... Hayatımda çok nadir bu kadar canım yanmıştı... Görüyordum işte "babaaaa..." diye ağlayan biricik oğlumu... Eşim kucağında "ağlayan emanetimle" ayakta durmaya çalışıyordu perperişan... Koca çınar babacığım, belli belirsiz dualar okuyordu, o gözümden hala gitmeyen vakur duruşuyla... Annem, ciğerinden bir parça canlı canlı koparılmış gibi hem içine hem dışına akıtıyordu gözyaşlarını... Kardeşlerim, akrabalarım "çok erken gitti, doyamadı oğluna..." diyordu acıyan ses tonlarıyla... Ve dostlarım... Onlar da şaşkındı... Bazısı "daha dün birlikteydik, nasıl olur...?" diyordu...

    Bunları seyredip onlara "hayır ölmedim, burdayım.." demek istedim hayal olduğunu unutup... Sonra anladım yazarın ne demek istediğini daha devamını okumadan kitabın...

    Farkındalık önemli bir kavramdır psikolojide... Belki de hiç aklımıza gelmeyen ve gelmeyecek bir farkındalığı göstermek istemişti yazar... Kitabı okumaya ne gücüm kalmıştı, ne de isteğim... Almam gereken dersi ve mesajı almıştım... Şimdi ne kitabın adını ne de yazarı hatırlamıyorum... Şu an bunları yazarken bile çok kötü oldum... Bu olayda tek farkındalık da yok üstelik... Biraz kendime geldikten sonra devam ettim hayatımın en zor hayaline... Sırada çevremdekilerin ölümümün akabinde neler söyleyecekleri vardı... Usulen ve nezaketen söylenenlerin dışında... Onlarda bıraktığım izleri, yaşananları ve yaşanamayanları elden geçirerek ben konuşturacaktım hayalimde... içlerini okuyacaktım, senaryo bana ait olarak...

    Yaşarken neler yazmıştım, ölümümle neler okuyacaktım... Gerçek duygularıydı ulaşmaya çalıştığım, ölüm acısının etkisiyle girilen duygusal mod değildi, deşifre etmem gereken metin... Diğerlerine geçmiyorum... Bu yazıyı şu an yazıp sizlerle paylaştığıma göre "diğerlerine" artık sizlerde dahilsiniz...

    Düşünün, bir gün bir mail ulaşıyor "ölmüş" diye... Sizler kimbilir neler düşünür ve yazardınız... Eşim şu an yanımda ağlıyor, sanki gerçekmiş gibi... Oysa ki yazarın amacı "Yaşamanın ve hala nefes alıyor almanın kıymetini göstermekti... Benim de öyle... Lafı çok uzattım farkındayım... Ama hayat dediğimiz çözümü zor süreç 2 satırla özetlenemeyecek kadar girintili çıkıntılı...

    Ben o gün kurduğum o hayalle, canımın tüm yanmasına rağmen YENiDEN DOĞDUM... Bilgisayar diliyle "format attım hayatıma"... Sahip olduklarımın farkına vardım ve hala nefes alıyor olduğum için şükrettim... Gözlerimi açtığım anda o kötü ve acı sahne bitmiş, oyun perde demişti...

    Peki ya hayal değil de, gerçek olsaydı ve perde bir daha açılmamak üzere kapansaydı... işte bu final bu yazıyı buraya kadar okumanıza değmiş olmalı... Belki gerildiniz, kötü oldunuz ama devamını getirirseniz buna değer bence... Ben bu akşam melankoliğim ve biraz abartmış olabilirim... Hani sanatçı ve şairiz ya ondandır belki...

    Bence bu yazıyı sadece okuyarak bırakmayın... LÜTFEN ARADA BiR, BURADAN ALDIKLARINIZI TARTIN, DÜŞÜNÜN VE HAYATINIZI GÖZDEN GEÇiRiN...

    Ölümün kime ve ne zaman geleceğini Yüce Allah'tan başka bilen yok... işte bu yüzden hazır yaşıyorken ve nefes alıyorken yapabileceklerinizi yapın, ertelemeyin... Bilerek - bilmeyerek kırdığınız kalpleri tamir edin... Sizi sevenlere ve sevdiklerinize daha fazla zaman ayırın...

    Biraz Hıncal abi tarzı olacak ama, sevginizi ve verdiğiniz değeri haykırın onlara iş işten geçmeden... Ve en önemlisi; VERDiĞi -VERMEDiĞi, ALDIĞI - ALMADIĞI HERŞEY iÇiN, TEKRAR TEKRAR ŞÜKREDiN YÜCELER YÜCESi YARADAN'A...

    CAN DÜNDAR
    5 ...
  22. 37.
  23. türkiye nin gandi sidir. yüce bir şahıstır, soğuk kanlıdır ve bir o kadar da mantıklı..
    2 ...
  24. 36.
  25. can dundar

    icten buldugum ve daima begenerek okudugum basarili insan.

    OZLEME DAIR
    Yüreğimi sıkıştıran bu kesif hüzün, belki de terketmişlere özgü gizli bir terkedilme duygusudur.

    Özledim seni...

    Ayrılık yüreğimi karıncalandırıyor nicedir...

    Beynimi uyuşturu­yor özlemin...

    Çok sık birlikte olamasak bile benimle olduğunu bilmenin bunca yıl içimi nasıl ısıttığını yeni yeni anlı­yorum.

    Yokluğun, hatırlandıkça yüreğime sapla­nan bir sızı olmaktan çıkıp mütemadi bir boşluğa dönüşüyor.

    Sabahlara seni ok­şayarak başlamaları akşamları, her işi bir kenara koyup seninle başbaşa karşılamaları özlüyorum; oynaşmalarımızı, hırlaşmalarımızı, yürüyüşlerimizi, se­vimli ha­şarılığını, çocuksu küskünlüğünü...

    Nasıl da serttin başkalarına karşı be­ni savunurken; ve ne yumuşak, bir çift kısık gözle kendini ellerimin okşayışına bırakırken... ya da kolyeni çözdüğümde kollarıma atlarken...

    Hasta olduğunda, o korkunç kriz ge­celerinde günler, geceler boyu nöbet tuttuk başında... o şen kahkahalarına yeniden kavuşabilmek için sessiz dualar ederek...

    "Atlattı" müjdesini kutlarken yor­gun bedenindeki yaraları okşayarak, doktorun böldü sevincimizi:

    "Yaşayamaz artık bu evde... yüksek binalar ve be­ton duvarların gri kentinde" dedi, "O gitmeli... ve kendine yeni bir hayat çizmeli..."

    Bilsen, ne zor gitmen gerektiğini bile bile "Kal" demek sana...

    Ne zor, senin için ebedi mutluluğun beni unut­mandan geçtiğini bilmek...

    Gitmeni asla istemediğim halde, buna mecbur olduğumuzu görmek ve sana bunları söyleyemeden "Git artık" de­mek...

    "Beni ne kadar ça­buk unutursan, o kadar çabuk kavuşacaksın mutluluğa" demek sa­na ne zor...

    Sesimi, kokumu çe­kip alıvermek beynin­den, sesin, kokun hâlâ beynimdeyken...

    ... seni görmemek ve belki yıllar sonra karşılaştığımızda bana bir yabancı gibi bakma­nı istemek senden...

    ... yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek...

    ... ve sonra kendi ellerimle bindirip seni yabancı bir arabanın arka koltuğuna, birlik­te güneşlendiğimiz on­ca yazı, yanyana titreş­tiğimiz onca kışı, pay­laştığımız bunca acıyı, onca kahkahayı ve bütün o uzak yeşillikleri katıp yorgun bedeninin yanına, ar­kandan pişmanlık gözyaşları dökmek ne zor...

    ... ne zor hiç tanımadan seni emanet ettiğim bir şoföre "Hızla uzaklaş buradan ve gidebileceğin kadar uzağa git" demek...

    ...yokluğunu beklemek, ne zor...

    Bunları düşündükçe, şu anda uzakta bir yerlerde üşüdüğünü sezinleyerek panikliyorum. Bütün engel­leri aşıp terkedilmiş caddeleri, kimsesiz sokakları. yalnız bulvarları arşınlayarak sana ulaşmak, sessizce başını okşamak, kulağına sevgi sözcükleri fısıldamak ve yavaşça üzerini örtmek geçiyor içimden...

    Paylaştığımız bir mazinin, yitirdiğimiz bir geleceğe dönüşmesinden hicran duyuyorum.

    Gizli gizli hüzünlendiğim akşamlardan birinde, terketmişlere özgü bir terkedilme korkusunu da yüre­ğimin derinlerinde duyarak sana koşmak, yaptıklarım ve daha çok da yapamadıklarım için özür dilemek ve

    "Geri dön bebeğim" demek istiyorum:

    "Geri dön... kulüben seni bekliyor..."

    ASKA ve TERKE DAIR
    Bazen öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki, ne sevebilir, ne terk edebilirsiniz. Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında... En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır; iç çekişmelerinizin müsebbibi, yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur. Göz yaşlarınız da, bilinçaltınızda, kahkahanızdadır. Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bir bayrak... Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsız ve nihayetsiz; "Ölmek var, dönmek yok"tur. Lakin gün gelir anlarsınız; içten içe bir şeylerin kanadığını... Tutkulu sevdaların gizli hançerleri başlar parıldamaya... Şurasından, burasından eleştirmeye koyulursunuz: "Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz ya da eskisi gibi olsa..." Başkalarını örnek göstermeye, "Bak onlar nasıl yaşıyor" demeye başlarsınız. Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını ararsınız. Aşkınızın gözü kör değildir artık, yanlışını görür düzeltmek istersiniz. "Eskiden böyle miydi ya..." diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirinin kapısı; açıldıkça, bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltından... Böyle süremeyeceğini bilirsiniz. Değişsin istersiniz. O, sevgisizliğinize yorar bunu... ihanete sayar. Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür. "Ya sev böyle ya da terk et" diye gürler...Bir zamanlar bir gülücüğüyle alacakaranlığı ışıtan o rüya, bir kabusa dönüşür birden... Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size... Hoyrattır, bakmaz yüzünüze... Zehir akar dilinden, konuşturmaz, suçlar, yargılar mahkum eder. Mühürler dudaklarınızı, yırtar atar yazdıklarınızı, siler sizi defterden... "iyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim için..." dersiniz, dinletemezsiniz. Ayrılırsanız yaşamayacağınızı bilirsiniz, lakin böyle de sevemezsiniz. ihanetten kırılmıştır kaleminiz; severek, terk edersiniz... "Madem öyle..." nin çağı başlar ondan sonra... Madem ki siz böylesine tutkunken, o hep başkalarını seçmiştir, madem ki kıymetinizi bilmemiştir, o halde "günah sizden gitmistir". Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz. Aşkın göçmenlik çağı başlar böylece... Daha özgür olacağınız limanlara demirlerseniz bir süre... Ne var ki unutamaz, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni... Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş, kurda kuşa yem olmuştur. Deli kanlılar, eli kanlılar, uğruna ölenler, sırtına binenler sarmıştır çevresini... Gurur duyar onlarla, koynunda besler, gözünü oysunlar diye...Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla... "Bana ne...kendi seçimi" diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre...

    Ama sonra... ansızın kulağımıza çalınan bir şarkı ya da kapı aralığından süzülüp gelen bir koku, hatırlatır onu yeniden... Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder ağlarsınız. Kokusunu özlersiniz; türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi, yemeğini yemeyi, elinden bir kadeh rakı içmeyi... Karşı nehrin kenarından hasret şiirleri haykırırsınız, sular kulağına fısıldasın diye... Dönüp "Seni hala seviyorum" diye bağırmak geçer içinizden... Dönemezsiniz. Göremedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız. Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu, ne onunla olur, ne onsuz... Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu, hem "Ne olacak sonunda" kuşkusu... Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz. Sürünür gidersiniz...

    sehir ve kadin



    kirlangicin oykusu



    yalnizliga alismali



    ozleme dair



    aska ve terke dair
    http://www.youtube.com/watch?v=Egy3dWqvZYM
    3 ...
  26. 36.
  27. her sabah bıkmadan usanmadan milliyet.com.tr den acaba bugün yazısı varmı diye baktığım her yazısında mutlaka değişik bir pencere yakalayan gayet başarılı bulduğum bir yazardır.

    farklı bakış açısını eşsiz lezzetteki anlatım diliyle bizlere sunan gazetecilik tarihimizde ismi önemli bir yere sahip olan, Türkiye'nin yetiştirdiği nadide beyinlerden birisidir.
    3 ...
  28. 35.
  29. sitesinde kendisiyle ilgili herşeyi bulabileceğiniz güzel insan. kariyeri, eserleri, yazıları, programları.

    http://www.candundar.com.tr
    2 ...
  30. 34.
  31. babalar günü yazısıyla beni benden alan araştırmacı yazar. onun hayatındaki izlerden çok şey buluyorum kendimde.

    http://www.milliyet.com/2...6/18/pazar/yazdundar.html
    2 ...
  32. 33.
  33. adam gibi adam onun için biçilmiş kaftandır, ellerinden öperim.
    2 ...
  34. 32.
  35. 'yarim haziran' adlı eseri kesinlikle okunması gereken gazeteci, yazar.
    1 ...
  36. 31.
  37. özellikle aşk üstüne müthiş yazılar yazdığını düşündüğüm yazardır.
    Eğer ;
    O'nu hatırladıkta başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz... ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin... O'nunlayken pervaneleşen yelkovanlar, O'nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain...
    sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, O'ndan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa,
    ve O, her durduğunuz yerde duruyor,
    her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp,
    hüzünlendikçe ağlıyorsa...
    dünyanın en güzel yeri O'nun yaşadığı yer, en güzel kokusu
    bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse...
    hayat O'nunla güzel ve onsuz müptezelse... elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü,
    O'nun yüzü pembeyse, kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar...
    her şiirde anlatılan O'ysa... her filmin kahramanı O...
    her roman O'ndan söz ediyor, her çiçek O'nu açıyorsa...
    bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa, iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa...
    iştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa...
    eliniz telefonda yaşıyor, işaret parmağınızla ha bire O'nu tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın
    O olduğunu adınız gibi biliyorsanız... mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona O diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi O'na yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız...
    kokusu burnunuzdan, sureti gözünüzden, sesi kulağınızdan, teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü...
    özlemi, sol memenizin altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu...
    hem kimseler duymasın, hem cümle alem bilsin istiyorsanız...
    O'nsuz geceler ıssız, sokaklar öksüzse... ayrılık ölüme,
    vuslat sehere denkse...
    gamze gamze tebessüm de onun içinse, alev alev öfke de;
    bunca tavır, onca sabır ve nihayetsiz kahır hep O'nun yüzü suyu hürmetine...
    uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa...
    dışarıda yer yerinden oynuyor ve "içeri"de bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa, nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsanız ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim... gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı,
    bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa...
    Her gidişte ayaklarınız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız,
    sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla...
    ...o halde bugün sizin gününüz!..
    "Çok yaşa"yın ve de "siz de görün"üz.
    Can Dündar
    10 ...
  38. 30.
  39. yazınsal olayları çok iyi becermesine rağmen, canlı yayında sınıfta kalmış yazar..mesut yılmaz gibi konuşarak program sunulmaz ki yahu..
    1 ...
  40. 29.
  41. Bir zamanların istanbul gazinolarında papyonu ve taranmış saçları, şivesiz telaffuza çalışılan konuşmalarının yanında bugünün uçak ve mevki ve şöhret sahibi, yakası bağrı açık ve aklına geleni söyleyen ibrahim Tatlıses belgeselinde geçen
    "Bir zamanlar taşra'dan gelenler istanbul'laşırlardı. Bir dönemden sonra istanbul'lular taşralaşmak zorunda kaldı" cümlesiyle helal olsun dedirtmiş * Neşet Ertaş belgeselinde ertaş'ın bugünkü eşi için babası tarafından söylenen sözleri ertaş'ın bilgisi olmadan yayınladığından gala gününde Ertaş tarafından ince bir ayar yemiş izlenesi, okunası yazar.
    1 ...
  42. 28.
  43. Asil eksiklik, eksik oldugumuzu dusunmekti.
    Asil
    eksiklik,careyi baskasinda aramakti.
    Hayatin
    matematigi farkli; iki yarimi toplayinca
    bir
    etmiyor.
    insan tek
    basina mutsuzsa baska biriyle de mutlu
    olamiyor.

    diyerekten kafamızı karıştıran bunla da kalmayıp milliyet gazetesindeki köşesinin de hakkını veren yazardır.
    3 ...
  44. 27.
  45. internet sitesinde gunce tutan ve yaptıgı herseyi okuruyla paylasan. Turkiyenin okuruyla en iyi iletisim kuran yazarı. otobiyografisini asagidaki linkte bulabilirsiniz.
    (bkz: http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=2260)
    2 ...
  46. 26.
© 2025 uludağ sözlük