Şu samanyolu hani avuçlarından dökülen
Kum taneleri var ya onlardan birindeyim
Yeni bir yolculuğa çıkıyorum kar yağıyor
Bir aşk tipiye tutuluyor daha ilk dönemeçte ..
Bir bulutun peşine takılıp gittiğimiz yer
Okyanus diyelim istersen ya da sen söyle
Batık bir gemiyim orda, seni bekliyorum
Upuzun bir sessizliğim fırtınalar patlarken
Gövdem köle tacirlerinin barut yanıkları içinde
Ve gittikçe acıtıyor yaralarımı tuzlu su .
Dün gece bir rüya gördüm anne
Ayaklarım yalınayak
Koştum
Hiç düşmedim, yaralanmadım anne
Hiç utanmadım bile çırılçıplak
Gökkuşağının sekizinci rengini gördüm!
Sokak çocuklarının kurumuş yanaklarını öptüm!
idam mahkumlarının bağlanmış gözlerini çözdüm!
Erkek doğmuş bir kadının naylon saçlarını ördüm!
Kimse ağlamıyor, herkes mutluydu
Kediler üşümüyor, köpekler toktu
Oğullar gömülmüyor, anneler ağlamıyordu
Tanrı uyumuyor
Bizi görüyordu.
Özgürdük anne
seni kim çizebilir şubat yolcusu
yalnız akşam olsun, dağınık olsun
ceplerinde bozuk bir bulut uğultusu
geceleyin dörtte bir ölüm korkusu
dörtte dört sabaha karşı yağmursun
seni kim çizebilir şubat yolcusu
bütün çizgileri bozuyorsun..
Birisi sizin için gerçekten çok değerliyse, bunu ondan sanki bir suçmuş gibi gizleyin. Bu hoş birşey değildir ama doğrudur. çünkü, bırakın insanları köpekler bile büyük dostluklara katlanamazlar.
Arthur Schopenhauer
Herkesin bir yara izi vardır
Kimseye dokundurtmayacak kadar güzel olan
Baktıkça nefes alabiliyor olmanın kıymetini anlamanı sağlayacak bir yara izi
Bu izlerle yaşamaya alışırsın
Bir sabah belki gün doğarken baktığında dışarı yaşamayı yeniden sevebilirsin
Ve bir gün elbet birileri o yara izlerine dokunur.
kimi ya da neyi sevdiysem en az onunla vakit geçirebildim. Hiçbirşeyi ya da hiçkimseyi doya doya, tadını çıkara çıkara sevemedim. Elimden alınır ya da kaybederim korkusu içlmden gelenlerin bir adım önündeydi hep. çok sonra anladım ki ben aslında sahip olduğumu zannettiğim tüm sevdiklerimi en başta kaybettim.
elim bazen unutuyor el olduğunu
uzanıyor göğü tutayım diye
dağın iki yanından
akan iki ırmağı
tutup örmek istiyor
saçların niyetine
seni dağlar kadar özledim.
gözlerin iki ak nilüfer gibi
yüzünün göl güzelliğinde
acemi bir kayıkçı parmak uçlarım
o iki nilüferin orta yerinde
boğuldu boğulacak dokunuşlarım
seni sular kadar özledim.
kalbim bazen unutuyor kalp olduğunu
sana yer açmak için
içindeki evreni
yığıyor bir köşeye
yollara sırt dönüyor
kentlerden vazgeçiyor
göğsümün kafesinden
kendine kanat yapıyor
sen beni bakışınla bir anıta çevirdin
tuttun tuttun bu kentin
dünyanın ortasına diktin
gözyaşlarımdan bir yemiş bir duvar yükselttin
son gömleğini o denizde o duvarda erittin
kalbim ki başını almış gidiyordu tuttun yerine yerleştirdin
içinde kum kaynayan dağlanan bir sabah gibi
erittin erittin kalbimi erittin
işte o vakit buldum o ışığı.
Akşam erken iner mahpushaneye.
Ejderha olsan kar etmez.
Ne kavgada ustalığın,
Ne de çatal yürek civan oluşun.
Kar etmez, inceden içine dolan,
Alıp götüren hasrete.
Akşam erken iner mahpushaneye.
iner, yedi kol demiri,
Yedi kapıya.
Birden, ağlamaklı olur bahçe.
Karşıda, duvar dibinde,
Üç dal gece sefası,
Üç kök hercai menekşe...
Aynı korkunç sevdadadır
Gökte bulut, dalda kaysı.
Başlar koymağa hapislik.
Karanlık can sıkıntısı...
"Kürdün Gelini"ni söyler maltada biri,
Bense volta'dayım ranza dibinde
Ve hep olmayacak şeyler kurarım,
Gülünç, acemi, çocuksu...
Vurulsam kaybolsam derim,
Çırılçıplak, bir kavgada,
Erkekçe olsun isterim,
Dostluk da, düşmanlık da.
Hiçbiri olmaz halbuki,
Geçer süngüler namluya.
Başlar gece devriyesi jandarmaların...
Hırsla çakarım kibriti,
ilk nefeste yarılanır cıgaram,
Bir duman alırım, dolu,
Bir duman, kendimi öldüresiye,
Biliyorum, "sen de mi?" diyeceksin,
Ama akşam erken iniyor mahpushaneye.
Ve dışarda delikanlı bir bahar,
Seviyorum seni,
Çıldırasıya...
Söylenir ve yarım kalır
bütün aşklar yeryüzünde,
bir kaktüs bol sudan nasıl,
nasıl çürürse, öyle.
En sevdiğim temmuzdu aylardan,
hazirana benzediği için biraz,
biraz da kendiliğinden,
belki de müşteriye iyi davranan
efendi bir bakkal kimliğinde.
Nasıl mutlu oldum iki yaz,
nasıl mutlu oldum kardeşler.
Salkımsöğüt bir, ben iki,
bir üçüncü var mıydı bilmiyorum.
Üçüncü vardı elbet,
bir yaban ördeğinin sevincini taşıran,
bir sonbahar gibi köpüren,
Temmuza benzese de,
öyle oldum ki anlatamam.
Sıcak yaz
solgun bir coğrafya gibi belleğimde,
şapkalar, çiçekler, eski elbiseler,
geçmişi olan eski elbiseler,
denizden çıkan bir ışık,
unutulmuş bakımsız arka bahçeler,
öyle oldum ki anlatamam.
Her mevsimde sonbaharı taşlayan
bir çocuk nasıl olursa, öyle.
Belki de bitip tükenmeyen
bir fetih döneminde
atlar nasıl kişnerse,
yani durgun bir suyun
erguvandan aldığı renkle,
gidip geldim caddelerde.
Fatih nerdeydi, Samatya nerde,
nerden gidilirdi Üsküdara,
düşünüp durdum günlerce.
Anlatamam ormanların ettiğini,
nasıl dayandım o mutluluğa,
tükenmez bir ışık olan mutluluğa,
deniz ve ışık olan
karmakarışık bir mutluluğa,
nasıl..
Şimdi bir şarap gibiyim,
coğrafyasız,
eskimeye bırakılmış fıçısında...