bu adam aynı zamanda masalcıdır. en iyi masal kitabı katıraslandır ki o bile kötüdür açıkçası. okudum üşenmedim. ne yazacağını bilmiyor adam. şiirlerinden bi beklentim yok o yuzden.
"Yine de biri çıksa, nasılsın dese alışkanlıkla iyiyim diyeceğim.
Kederli olduğumda söylenemez zaten. Buna sebepte yok çünkü. Ne taze bir ölüye sahibim, ne felâket geçirenlerim var.
Dedim ya oturuyorum öylece. iyi ki etrafımda kalbimi tanıyanlar yok."
ve elbet
gözlerim sularımdan çekilince
ürkek bir ceylanla anlaşırım
yüzünün çok yakını olan bir limana
dilinin ve ağzının verdiği baş dönmesine
bahçeni tutan tavşanlara sığınırım
kanımdan geçilmiyor moraran ağzım
kovalanıyorum
ikinci zaman karanlığı iç çarşılar
ey şafak bir askerle anlaş
çünkü namluya sürüldün
işte burada bir ordu yürüyen karnımda
izim sürülüyor köpeklerin sürünerek yaklaştığı
anlaşılıyor
hatırlarımıza dokunulmamış
fakat el konmuş aşkı yaşatırken kuğuların
geleceğimizin serin suları ve göllerine
ey kadın kokla beni
hayatım yasaksınız
gelinmiyor akşam zaman kaplanı
kaçmıştım yeni bir ırmak şeklinde
hayvanların ilkbahar sıcakları bölümünde
kıvrılıp yeniden yakalanıyorum
cam kesiyor göğüslerimi
boynuma zümrüt bir gerdanlık atmışım
hem şarklıyım ben
gövdem yara dolu
sevdiğim kolla beni
anlıyorum
fakat artık dayanılmaz sarmaşıklara
öpüşüyorlar
harbin bittiğini söyle ayrılsınlar
çünkü gece zamanın katranıdır
gelip geçecek gibi değil omurgamdaki didişme
çantamda sevişme askerleri
harbin bittiğini söyle
önce beni boğacaklar özgür ve sevecen olmak için
bir bıraksam
yakut bir kuşun içinde duran ellerimi
sevdiğim
önce kemir bu tel örgüleri gövdemden
geç derimin altındaki tehlikeleri
yürek kızgın bir kuma devrilmeden
yokla beni
anlıyorum kaçmaya zaman yok
şafak birden doğrulacak.
Bir adam bir kadın var içimde iyice anladım
Bana bunu sessizce anlatıyorlardı
Bir yerde onların yönlerinden
alımlı bir zarf katlanmıştı uzaktaki
bulvarların geceye vurdukları
çağırmasız kır günlerini zararsız akrepleri
uzunlamasına yaşayıp yatay bir çocukla kalkan
bir sürü alışkanlıklar taşıyan
insanlığımızı gülüşü yalnızlar çarşısında
çağrılmış gümüş seslerini aynadaki yüzlerin
başkası sevsin diye en seçkin yerine
bir şal gezdirirdi
insanlığımıza bir şey getirirdi yalnızlarla
Bir sen varsın hep saçların ağzın
Bir merdiven hücresinde
uzak çağrışımlarla koşardın ya bensem
seni sonsuz gelişinle
saçından tanıyor gülüşünden kaçıyor
eğilip başını içlerimden geçtiğin zaman
uzağa bir yolcuya karşı çıkar gibi
Artık gecikmiş alışıldığım gidişinle
davranılmaz üstünde durulmaz
hiçbir tüfeğe gelmez bir kekliksem
Yüzün soygundan geçmiş öyle bir yerde
durmuş ki bakışın boynun bozgun
üstünden bir nehir geçer gibi
ya gecedir ondan ya bulanık sudan
bir hasta gibi ağrımaktasın
Gelişini aldım onu nasıl harcadım
Denizden bunalıp okyanusa
Selâm çakan vapurun
Sevindik adımına birden parka çekildik
Ve birden nasıl bayram bıyıklı
Bir yaylım herkesin yaydığı bir merhabayla
Eğip başını içlerimden gittiğin zaman
Uzağa bir yolcuya çıkar gibi
Selini üstüme çektin önce
camdan bir mektup dolabının
üstüste sayısız koridorunu yüzüme yakın
başını duvara değdirmiş bir benzetişle
josef ka benzeri bir bakışındı
ya da konuşmayı kesip aman sen
öyle bir gittin ki benimle
Piknik beni sana verdi önce
Gelişen güneş yalnızlıktan bir göze
Eski ellerin
Ve çağlarınla bir şeye uzanmış etin
Ve hançerinle zamana saf durmuş
Son gidişindir bu
Bunların hepsi beni çağırıyorlar sevinçlerimden
Biri denizdir uzun boylu gürültüsüyle
zaten hangisi kavak zürafası değil
biri bütün yan odaları bekler
kuşkulu geçer camlardan
ve bırakır yerini bir koridor bekçisine
Haydi sen bütün onlara git benimle
Son sigaramdın
Gidişin antinikotin
Birden bir şey mutlu eşit piyano çalıyor
Elleri iki çeşit durgun
Gerçi çıkmıyor gelenlerin karanlığa duranların
Suya inen sesleri
Tam şimdi denizinle
bir çakıl taşına yaklaşıyor
kuma çok yakın bütün kesitlerinle
bakıyor ve bunalıyorsun
Tam şimdi ipe koşan
beni elleriyle alkışlayan
ağrıyan bir gün geliyor.
eğer bir nevî gizli kibir gibi bir mânâ doğmayacak olsa, üstadım’la dostluğum hususunda söyleyeceğim şey şudur:
- “dünyada hiçbir dostluk, dostluğa liyakat şartları bakimindan benim çektiğim sıkıntıya ve ehliyet
imtihanina benzememiş, hased ve ibiş soyuna aşil’in topuğundaki zaaf gibi görünüp, kaşınmamıştır!”
olsun!..
fasulyeden dostlukla gerçek dostluk arasındaki aslâ barışmaz mesafeyi gösterebilme mânâsına vesile ve âlet edildiysem daha ne isterim?..
şükrederim allah’a...
şöyle dendi olmadı, böyle denendi olmadı, şunu yaptılar tutmadı... ama ibda, dünya çapında bir fikir örgüsü ve aksiyon mihrakı olarak, büyük doğu’nun hem ilk ve hem tek nisbet davacısı hâlinde bütün haşmetiyle tecelliye geçti!...
şöyle dediler, böyle yaptılar... it ürüdü, kervan yürüdü, ordulaşarak yürüyor... bu denilenlerden hatıra nevîinden bir denilen var ki, benim fakrimi söylerken fahrimi beyân ettiğinin farkında değil...
üstadim’ın vefatından birkaç sene sonra vefat eden üçüncü sınıf şair ve beşinci sınıf yazar-hikâyeci cahit zarifoğlu’nun yazısını aynen veriyorum... üstadım’ın vefatının ardından, bu vesileyle yayınlanmıştı:
“anlattıklarıma bakınca kendimi yıllar boyu necip fazıl’la haşır neşir olmuş biri saniyorum. oysa, ilk ziyareti takip eden beş-altı yil için de en çok beş ziyaret. yıllar sonra ise yeniden, bu defa ankara’da tekrar görmeye başladim. siyasî işler için olacak, oldukça sık geliyordu. reşat’in yazıhânesine iniyordu. onda, veya bahri’de, yahut akif’te kaliyordu. gündüz görüyorduk. gece uzun saatler boyunca bir arada olunuyordu. beni tanımişti, ama ben olarak değil. istanbul’da talebelik yillarında kendisini ziyaret eden yüzlerce insanın içinde birkaç kere gidip gelmiş biri olarak değil. zira ankara’daki, belki de ilk karşılaşmada reşat’ın bürosunda otururken, beni takdim ettiklerinde:
- “sen, evvelki yıl, zifiri karanlık bir geceyarısı, yağmurlu, fırtınalı bir havada, üzerine iki iri köpek de durmadan hırladiği hâlde, güm güm kapımı vurup, saçın, üstün başın perişan ve meczup, âdeta
yakama yapışarak “beni sen mahfettin, beynimi allak bullak ettin” diyen şahıs değil misin?”
değilim.
fakat o:
- “sana bakarken hayâlimi biraz oynattığımda o oluyorsun... yanıldığımı zannetmiyorum!”
dedi ve âdeta ısrar etti.
üstad o kadar inandırıcı ve orada bulunan bütün tanıdıklar “şairliklerime” ve minik hafakanlar ima o kadar âşina idiler ki, bir ânda, etrafima bakınınca, inkârımı anlayışla karşılamaya hazır dost bakışlar gördüm.
üstad’a hangi yıl olduğunu sordum. niyetim ondan kat’i bir tarih almak ve o tarihte “suç mahallinde
olmadığımı” ispat etmek. fakat belli bir tarih vermedi. askerde, sarıkamış’ta olduğum bir tarihi
vermesini boşuna bekledim. bunun dışında eğer istanbul’da yaşadığım bir zamanı verecek olsaydı, ben dememin hiçbir anlamı yoktu. zira bütün tanıdıklardan kopuk, deniz kenarların da, mayasız ve şimdiki bakışımla anlamsız bir hayat sürüyordum.
üstad bir tarih vermedi ve öyle kaldı. hatta “ben değilim!” deyişimle üstad’ın ikna olduğunu da sandım. ne var ki, o günlerde arkadaşlara olayı daha teferruatlı anlatmış ve “cahit’ti!” demiş.
zihnim o kişiyi aradi ve yanilmi yorsam buldu:
boyu, boyum kadar. inceliği, yâni vücutça, inceliğim kadar. benim kadar esmer. kafatasi yapısı benimki gibi. mimikleri ve konuşurken jestleri de öyle. sesi benimkine benzeyen, ama geldiği yörenin tonları ve aksanıyla konuşan, sanatkâr mizaçlı ve yazan biri. şiirleri ve düz yazıları var. bir benzerlik daha: adeta tabiî bir enerjiyle değil, bir sinir enerjisiyle deviniyor. kıpırdıyor. huzursuz. daima terliyor gibi. işte buradan itibaren üstad’in çizdiği insan. ve en belirgin özelliği, üstad’i âdeta delicesine okumuş olması. bense, üstad’tan topu topu kirk-elli şiir okudum. bir-iki piyesinin dişinda sonuna kadar bitirdiğim kitabı olmadi. hemen hemen benim yaşimdaki o delikanlıyı, 1970 veya 1971 yılında tanıdım. üstad’ın cümleleri ile konuşuyordu. yazılarında tıpa tıp onun üslûbu vardı. bu üslûba bakarak yazdiklarını üstad’ın sanmak bile mümkündü.
onu bu derece benimseyip, bir buhran ânında onun kapısına gidip, “beni öldürdün!” diyecek tanıdığım tek insan olsa olsa buydu. doğru söylemiştir bir anlamda, eğer bu anlattığım insan söylemişse. kendinde üstad’tan başka bir şey kalmamıştı. demek günün birinde habersiz faile hesap sormaya gitti. necip fazıl’ın, insanları, şiirleri ve yazılarıyla nasıl etkilediğini bilenler, bu “ekstrem-aşırı“ örneği çok iyi anlayacaklardır.”
cahit zarifoğlu’nun, bir yandan ademe mahkûm etme ve diğer yandan çekinme arası bir boşlukta
“olsa olsa budur!” diye bahsettiği ve aklınca töhmet altında bıraktığı zât, yani ben, anlatılanları, onların ruhunun kokusunu bile alamayacakları fikrî-ruhî ispatlarımda delil olarak kullandım!..
o fikir adamı, bu bilmem ne.. üstadım’ı aşmışlar(!) veya “ustalık payından dolayı” idare edenler
ordusu... sonra, gölge, akıncı-güç, rapor, gönüldaş ve nihaî olarak ibda bükülmez çizgisi boyunca mezarlık... asıl, görününce, ortalık mezarlığa döndü; bu ordunun içinde, cahit’in de bulunduğu “mavera” isimli, bizzat üstadım’ın kovaladığını yazdığı ve “masivacılar” dediği grupçuk da var... vardı!..
cahit zarifoğlu’nun yaşım -ki benden 10 yaş kadar büyüktü- ve konuşma aksanım hususundaki galatları bir yana, sözkonusu yazıyı kaleme alışındaki ukdeleri işaretlemek lâzım!..
üstadım’ın en baştan beri bende hayret ettiği şey, belirttiğim fikrî keyfiyete nisbetle yaşım dı...“genç adam”ın, sözkonusu bahiste “genç dediği benim kadar”a çalan yanına dikkat!..
akıncı güç patlaması... tarih 1979... 1966’lardan ve sezai karakoç öncülüğünde başlayan “üstad aşılmıştır!” furyası, ondan “ölü şair” diye bahsetmeyedek azgınlaşmış ve hususiyle 1970 sonrasi doruğa ulaşmıştır... “apolitik seviye”de güya gram gram sihirli iksir üretiyormuş edada, aslında hem keyfiyet ve hem de kemmiyette cüce bu soy, birbirlerinden kopa kopa 1979’a gelindiğinde, o seviyenin seviyesizliği gösterilince, hem eski yerlerini terketmiş, hem de gerçek seviyenin ne olduğunu gösterenlere, yani bize, olanca güçleriyle -güçleri de yok!- hainlik etmişlerdir!..
üstadım’ın “neredesin genç adam?” haykırışına cevap hâlinde, hem isim ve hem mânâ olarak “akıncı”nın babası benim; sene 1975... biz bu ruhu diriltmeye çalışaduralım, meselâ, güyâlardan tarihçi kadir misiroğlu bizi gençliği bölmekle suçluyor, maveracı akif inan da “siz bize emanetsiniz!” yollu konuşmasiyla mttb’de akıncıların aleyhinde bulunuyordu... akıncılar derneği’nin kuruluşuyla içiçe yakın tarihlerde bu soytarılıklar olurken, msp’nin milli gazetesi’nde de, “komünistlerin müslümanları bölmek için bu yola başvurduğu” şeklinde yorumsu imâlar... düşünün: muhâl farz, bir adam mezarlığa girip bir el işaretiyle ölülerin bir kısmını ayağa kaldırsa, hareketsizlik müşterekliğindeki cesetler birliği keyfiyetine nazaran bu davranış bölücülüktür...
her neyse: kuruluşundan sonra mhp’nin ülkücüleri gibi algılanan ve birkaç ay sonra msp’nin gençlik teşkilatı havasına dönen akıncılar derneği’ne, hem “akıncı’nin yayın organı sebil’dir” diyen kadir mısıroğlu, hem de akif ve maveracilar toptan zıpladılar... mânâlar üzerindeyim:
o aralar kadir mısıroğlu’nun mhp’den aday olma hikâyeleri, maveracılarin keskin msp’li olmaları ve akıncılar derneği’ne bir de “akıncilar” diye dergi çıkararak postu sermeleri vesaire gibi hususları uzun uzun anlatmanın, lağım tasvirini uzatmaktan başka anlamı yok... hiçbir yerde hiç bir nefs muhasebesi tüttürmeden oradan buraya maddî-manevî çıkar hesabıyla zıplayan bu adamlar için söylenebilecek tek şey şu:
- “çalkala boncuk çalkala!”
halkalar, çalklar... alışmışlar... sezai karakoç’tan başlayan üstad’ı aşma ve onun yerine kendini koyma modası, neticede birbirlerini iptal ede ede mavera’ya geçmiş, “duyduğuma göre” orada da erdem beyazıt isimli müteşair ve yazarla(!), üstadim’in “homongolos” diye andığı akif inan isimli müteşair ve yazar(!) arasında veraset çekişmelerine sahne olmuştur... kendi kendine gelin güvey olmanın misâllerinden biri de, bugün her biri mikroskop altında aranacak bir isim hâlinde, bu gruptan, hikâyeci rasim özdenören’den:
- “allah gecinden versin ama, bizden başka kim var ki?”
üstadım’ın msp’yi iptâli... söz konusu grup hızlı msp’ci... erdem beyazıt, “islâm’da devlet” diye, ne islâm ve ne devlet hakkında fikir kursağında hiçbir şey bulunmadan, büyük doğu’ya alternatif(!) fikirler(!) üretiyor... akif inan, sırf “bu iş edebiyatla olur!” tekerlemelerine aykırı olduğu için iran devrimine karşı çıkar ve “türkiye iran olamaz, islâm’da şiddet yoktur, bizim ağzımızı burnumuzu da kırsalar ses çıkarmamalıyız!” yollu makaleler döşenirken, birdenbire irancı olur ve üstadım’ın iran bahsiyle ilgili bir yazısı dolayısiyle onu “amerikan uşağı!” olarak suçlar... üstadım hakkında bir de “fitne” başlıklı bir yazısı mevcut... “hikâyeci” -fasarya mânâsına kullandığımı anlıyorsunuz- ise, “niçin islâm yerine büyük doğu” diyor diye tenkitler (!) üretmekte... her neyse; bitlerin ismi olmaz… o onu dedi, bu bunu dedi, bunu o değil de şu dedi... bitlerin ismi olmaz; hareketlerine nisbetle takip edeyim dersen, her biri diğerinin ismini çalar ve kimin ne yaptiği, her birinin birbirine benzerliğinde kaybolur... yalnız şunu belirtmeliyim: 12 eylül 1980 sonrasi msp sofrası dürülünce, bunların o davası da bitti... 1983 sonrası anap milletvekili olan üstad varisi (!) erdem beyazıt, öyle keskin anap’lı oldu ki, işi “islâm’da devlet diye birşey yoktur!”, “tarihimizin en büyük kahramanı atatürk’tür!” demeye kadar götürdü; bunları söyledikten sonra, “semra özal’ın hangi hareketini hatalı buluyorsunuz, söyleyin izâh edeyim!” diyesiye dalkavukluğunu, “turgut özal’ın avrupa topluluğuna girme çabası, fatih’in istanbul’u almasından daha büyük hadisedir!” diyesiye hâinliğini hatırlatmanın ne çarpıcılığı olabilir?.. hâli, vicdânları o kadar kanattı ki, tıpkı turan dursun’u andıran surat fotoğrafının yayınlandığı bir dergide çıkan hezeyanlarına cevap veren biri, onun anap’ta ne kadar tekâmül ettiğini de açıkladı:
- “viski çekmeden ayık kafayla neler söylediğini oku da, kendine gel!”
kronolojik tarih yerine ruhî zaman usulüyle işaretlediğim bu hususlardan sonra dönelim akıncı güç dönemine... maveracılar, yazıları üstadımın yazıp benim ismimi koyduğunu yaymakta ve üstadım tarafindan ortadoğu gazetesinde bir buçuk sayfalık bir tertible yayınlatılan “akıncı güç çevresinde” isimli’ yazımdan dolayı beni “kurtçu”, yani kafatasçı türk milliyetçisi olarak ilân etmekte… şu oldu, bu oldu, üstadım ankara’ya gitti... döndüğünde yüzünde güller açıyordu:
- “senin yazılarını benim yazdığımı söylüyorlar!”
aslında neyin ne olduğunu gören hased gözü, sözde istikrar tutturamadı; necip fazıl derlemecisi, komünist, felsefeci, türkçü, kürtçü... birbirini çelen bu hükümler(!) arasında –müsaadenizle- kalem kudreti yürüyor ya, sonunda son çığlık hâlinde “kendinde necip fazil’dan başka bir şey yok”tan, “kendinde birşey yok”a ve “fikirlerini kabul ediyoruz, onu kabul etmiyoruz!” kakavanlığına vardılar... 1980’li yılların sonlarına doğru ismimi örtme çikarına bağlı bir çeşni olarak doruklaşan bu kakavanlığın ilk ifâdecisi de, 1979 -1980’de -mehmet fazıl’a- erdem beyazıt’tır... üstadın vefatından sonra alelacele tertipledikleri “necip fazıl özel sayısı”nda -ne kadar necip fazıl’cı olduklarını(!) göstermiş oluyorlar; o vefat ettiğine göre?-, bu erdem beyazıt denen kubur faresi, “necip fazıl hakkında yazı yazanlar” diye 50 sene önceki makaleleri bile listeye koyarken, bir tek benim eserlerim ve ismim geçmiyordu... hayyam gibi, “bin veresiye beri dursun, bir peşin yeter” hesabı dünya nimetlerini görür görmez hem de 55 yaşindan sonra sapıtan bu adam, bu adam gibi sapık ve çöpten seviyelere muhatap olmuş benim kumaşım açısından mücerret bir remz hâlinde buğza hedef olmalı... bugün meydan yerinin sokak başlarını tutmaya başlamış ibda gençliğine bu vesileyle söyleyeceğim şudur:
- “aşksız imân, merhametsiz aşk, öfkesiz merhamet, merhametsiz adalet olmaz!”
eğer adalet hakkı olanı vermek demekse, “aşk” ve “nefret” kutuplarının sıhhatle tayininden sonra istihkak sahibine “gereken neyse” yapılmalıdır!..
tilki günlüğü, salih mirzazebeyoğlu, c. 5, s. 401-409
--spoiler--
Bir adam bir kadın var içimde iyice anladım
Bana bunu sessizce anlatıyorlardı
Bir yerde onların yönlerinden
alımlı bir zarf katlanmıştı uzaktaki
bulvarların geceye vurdukları
çağırmasız kır günlerini zararsız akrepleri
uzunlamasına yaşayıp yatay bir çocukla kalkan
bir sürü alışkanlıklar taşıyan
insanlığımızı gülüşü yalnızlar çarşısında
çağrılmış gümüş seslerini aynadaki yüzlerin
başkası sevsin diye en seçkin yerine
bir şal gezdirirdi
insanlığımıza bir şey getirirdi yalnızlarla
Bir sen varsın hep saçların ağzın
Bir merdiven hücresinde
uzak çağrışımlarla koşardın ya bensem
seni sonsuz gelişinle
saçından tanıyor gülüşünden kaçıyor
eğilip başını içlerimden geçtiğin zaman
uzağa bir yolcuya karşı çıkar gibi
Artık gecikmiş alışıldığım gidişinle
davranılmaz üstünde durulmaz
hiçbir tüfeğe gelmez bir kekliksem.
...