bir öğretmenin gebermesine üzülecek kadar alçalmak

entry7 galeri0
    1.
  1. sessizliği ertelenmiş bir eylül sabahıydı...
    genç kadın çürümüş metal parçalarının biriktiği merdivenlerden ağır adımlarla indi. apartman kapısını aralarken, diğer yandan da çanta-
    sına göz atıyordu. aradığını bulamayınca bir an endişeyle duraksadı. aradığı şeyin aslında elinde olduğunun bile farkında değildi.
    muzdarip bir tebessümle kızdı kendisine. elinde sayfaları özensizce kullanılmış bir not defteri tutuyordu.
    genç kadın not defterine bakarken, mahallenin karşısındaki dereye doğru yürümeye devam etti.
    aslında başka çaresi de yoktu. yine her zamanki gibi 7.15 otobüsünü kaçırmıştı. derenin karşısındaki taksi durağı her sabah oldu-
    ğu gibi yine o'nu bekliyordu. üstelik bu sabah her zamankinden de kötü giyinmişti. belediye otobüsündeki mübalağa bakışlara katlanmamak için bilerek geç kaldığını aslında kendisi de biliyordu. yine de umursamayarak yürüdü. genç kadın yürüyordu ama; tutucu bir mahallenin berdevam eden esaretinden kaçıyordu aslında. bu mahalleden her ne kadar nefret etse de geçen yıl ölen kocasından kalmıştı bu yaşadığı iki göz ev. tüm bunları düşünürken istemsizce yüzü buruştu. kabul etmemeye çalışsa da özlemişti kocasını. güçlü bir kadın olduğunu benliğine kabul ettirmeye çalışsa da başaramıyordu. elinden tek gelen şey bunu gizlemekti.
    kocasının ölümünden sonra zaten zorluklar içinde ilerleyen yaşantısı tamamen alaşağı olmuştu. ödenmesi gereken onlarca borç, alı-
    şılması gereken bağnaz bir mahalle, yaşatılması gereken hasta bir anne, ve ayakta kalmak zorunda olan yorgun bir beden...
    ürkek ruhunu hırpalayan bu düşünceler, yerde uyuyan kedi yavrusuyla bir an olsun kendisini buruk bir gülümsemeye bıraktı.
    genç kadın yerde çelimsizce yatan bu yavru kediyi eline alıp sevmeye başladı. tam da bu sırada arkasından gelen sesle irkildi.
    henüz kepenkleri yeni kaldıran mahallenin kasabıydı bu. mahallenin belki de tek babacan adamıydı nizam efendi. kanlı ön-
    lüğü ve yıllanmış sakalları bile o'nu korkutucu göstermeye yetmiyordu.
    genç kadının irkildiğini fark edince hemen seslendi:

    - korkuttum mu yağmur öğretmen?

    genç kadın yalnızca gülümseyerek omuzlarını silkti. konuşacak takati yoktu. ya da konuşursa takatinin kalmayacağını düşünüyordu.
    yağmur öğretmen naif bir selamın ardından yürümeye devam etti. nizam efendiyle karşılaşmasa öğretmen olduğunu bile hatırlmaya ni-
    yeti yoktu. birkaç dakika sonra da taksi durağına ulaştı. otomobilin içindeki henüz uyanamamış takisiciyi camı tıklatarak uyandırdı.
    taksici uyku sersemliğiyle panik içinde uyansa da camın ardından gülümseyen yağmur'un gülümsemesine karşılık verme-
    den edemedi. yağmur buruk bir sesle "günaydın" dedi. taksici üstünü düzeltirken yağmur da çamurdan batmış olan ayakkabılarını sil-
    mekle meşguldü.

    - okula mı hocam?

    yağmur başıyla onayladı ve taksiye bindi. 40 dakika sonra okula varmışlardı.
    yolda zoraki taksici sohbeti yağmur'u biraz olsun beynine saplanan anılardan uzaklaştırmıştı. okula adım attığında ise bu anılar yerini daha büyük kabuslara bırakacaktı. ağzına hemen hemen hiçbir şey koymamıştı bu sabah. okulun bahçesinden içeriye girerken cebinden çıkardığı şekeri ağzına usulca bıraktı. endişeli görünmemeye çalıştıkça titriyor, titrememeye çalıştıkça da sendeliyordu.
    kulaklarını tırmalayan okul zili hiç bu kadar ürkütücü gelmemişti o'na. balık istifi sıraya geçmiş yüzlerce çocuk kin dolu gözler-
    le kapıdan bahçeye doğru ilerleyen yağmur öğretmenlerini izliyordu. cehennem kubbesine secdeye yatmış yüzlerce mavi şeytan gibi kin dolu gözlerle hedef almışlardı.
    kendilerine göre haklıydılar da aslında. sınıf arkadaşıyla kavga ettiği için sınıfın en muzip ve ele avuca sığmaz öğrencisine tokat atmıştı yağmur öğretmen. öğretmenliğinin henüz ilk haftasında otoriteyi kurmanın tek yolunun bu olduğunu düşünmüştü çünkü.
    ama o tokatın ardından öğrencisinin merdivenlerden düşeceğini bilmesine ne yazık ki imkan yoktu.

    yağmur okulun bahçesinden içeriye girip yürümeye devam etti... kendisine bile itiraf edemediği bu korkunç anla yüzleşmek zorundaydı. kendisini buna tüm gece boyunca hazırlamıştı. en azından öyle olduğuna inanmak istiyordu. öğrencilerin arasından yükselen tek tük sesleri duymamaya çalışarak yürüdü.
    durup çantasından çıkardığı not defterine son kez baktı. not defterine savunmasını yapacağı vurguları eklemişti.
    savunulacak bir yanı olmadığını düşünerek istemsizce yüzünü burktu, artık yalnızca bitmesini istiyordu.
    yalnızca bitecek ve gidecekti. yoğun bakımdaki o masum çocuğu düşünmemeye çalışarak müdürün kapısını çaldı.
    içeride yüzleşmesi gereken o öğrencinin ailesi, ve de ifade vermesi gereken bir polis memuru bekliyordu.

    1 saat sonra titreyen adımlarla girdiği o odadan hızlı adımlarla geri çıktı. ağlamaktan kızarmış olan gözlerini öğrencilerinden gizlemeye çalışıyordu. başını yerden bir kez olsun kaldırmadan hızlı adımlarla, koşarcasına çıktı bahçeden. dakikalarca için-
    de tuttuğu göz yaşlarını yeniden bıraktı çaresizliğin en vefalı çekimine. bulutlar da eşlik ediyordu o'na.
    gök delinmiş üzerine ağlıyordu. yanından geçen taksilere aldırış etmeden ıslanmaya devam etti. ıslanmak istiyordu...
    göz yaşlarıyla birlikte adı konulmuş veballer de akıyordu minyon yanaklarından. göz yaşları daha da güzelleştiriyordu o'nu.
    hiçsizliğin umursamaz hafifliğinde süzülürken, okulun 400 metre ilerisinde yanına bir spor araba yanaştı. gri bir günü aydınlatabilecek kadar kırmızı, kırmızıya yeniden aşık edebilecek kadar afili bir arabaydı. yağmur öğretmen şaşkınla başını spor arabanın camına doğru eğdi.
    spor arabanın kapısı açıldığında hayatı boyunca asla bu kadar yakından görmediği durulukta bir adamla karşılaştı. çok yakışıklıydı.
    yağmur yaşlı gözleriyle gülümsedi adama. adam da ön gömlek cebinden çıkardığı mendilini yağmur'a uzatarak gülümsedi.

    - ağlamak için daha güneşli bir gün öneririm. lütfen bu inci tanelerine bu havada yazık etmeyin. gelin, sizi gideceğiniz yere bırakayım.

    yağmur düşünmüş gibi yapsa da aslında bir an olsun bile binmemeyi hiç düşünmemişti. kaybedecek bir şeyi yoktu, dibe vurmuştu, karşısında son derece şık ve yakışıklı bir bey vardı, üstelik endişelenmesini gerektirmeyecek kadar da saygın birisine benziyordu.
    yağmur arabaya bindikten sonra kaçamak gözlerle bu kırmızı atlı prensi izlemeye koyuldu. başından aşağı bu esrarengiz adamı süzdü.
    oldukça pahalı bir palto, şık bir kaşkol ve yana taranmış bakımlı saçlar... "buralarda ne işi olabilir ki?" diye söylendi kendi kendisine. bu sırada fondan yükselen beethoven'ın 5. senfonisi de güzel bir sürpriz olmuştu yağmur için.
    yağmur daha fazla dayanamayarak sordu;

    + bu arada ben yağmur. sizin adınız nedir, kimsiniz?

    adam başını ağırca döndürerek yağmur'un gözlerinin içine bir süre gülümsemeden baktı. yağmur heyecanını gizlemeye çalışsa da kızarmış yanakları o'nu ele veriyordu. adam buna karşın elini uzatarak:

    - merhaba, ben pembe tolga. rasyonel bir farkındalılığın tekabül edilemez bir huzura vesile oluşunu izlemek ne kadar da teatral ve muhteşem öyle değil mi? sizi fark etmek, ya da etmemek... tüm bu seçenekler nasıl da günümüze masumiyet ekebiliyor. arabamda oluşunuz beni mutlu ediyor hanımefendi; tanıştığımıza çok memnun oldum. ve daha önce hiç karşılaşmamış olmamıza da üzüldüğümü itiraf etmeliyim doğrusu.

    yağmur'un şaşkın bakışları yerini hayranlık dolu bakışlara bırakmıştı. tolga'nın da söylediği gibi; garip bir seçenek gününe nasıl da bir masumiyet katmıştı. merakla, daha çok hevesle ekledi yağmur:

    + pembe mi? neden pembe peki?
    - evet güzel bayan, bana "pembe tolga" derler.
    + ama neden öyle derler?

    tolga bu sefer başını çevirmeden gözlerinin ucuyla gülümsedi, ve torpidodan çıkardığı sigarasından yağmura da ikram etti.

    yağmur, karanlık bir odanın piyano sesleriyle bütünleşen soğuk duvarlarının arasında uyandı. başındaki ağrıdan çok derisindeki kaşıntının sebebini merak ediyordu. gözlerini açmasına olanak vermeyen yanma hissiyle bağırmaya devam etti. kalkmaya çalıştıkça derisi daha da kaşınıyordu. gövdesinden bağlanmış olduğunu anlayınca daha yüksek, ve daha korkuyla bağırmaya başladı. son haykırışından sonra kesilen piyano sesi yağmur'u daha da korkutmuştu. kısa bir süre sonra bağlandığı bu odanın ışıkları yandı.
    yağmur bir küvetin içinde plastik kablo bağlarıyla bağlandığını gördüğünde çığlıklar içinde ağlamaya başladı.
    kaşınan derisini kaşıdıkça derisi soyuluyor, açılan yara daha çok yanıyordu. gözlerini yarım yamalak açabildiğinden kapıdaki dikilen adamın kim olduğunu doğru düzgün göremiyordu. merakı daha fazla büyümeden kapıdaki adam seslendi:

    - tüm derini kaşıyıp soyulmak istemezsin. bunu yapmayı kes.

    bu tolga'nın sesiydi. yağmur nefretle ve korkuyla haykırdı;

    + ne yaptın bana! neyin içindeyim ben!

    - hidroklorik asitin içindesin tatlım. püff tamam tamam; tuz ruhu olarak da biliyorsunuz bunu. ama dur hemen korkma;
    seni eritecek kadar fazla değil. ama derinle oynayıp durursan tüm ritüeli berbat edeceksin ve ben çok üzüleceğim. lütfen şunu yapmayı kes.

    yağmur çığlıklar içinde yırtınmaya başladı. o an sesini kim olursa olsun, sadece bir insana duyurmak için her şeyden vazgeçebilirdi.
    yağmur feryat içinde haykırırken tolga sükunet içinde o'nu izleyerek sigarasının dumanını ciğerlerine çekiyordu. çok soğukkanlıydı,
    yaptıklarından emin bir şekilde yağmur'u izliyordu. yağmur çırılçıplak asit dolu küvette yatıyordu ama o yağmur'un korku dolu gözlerinden ayırmıyordu gözlerini.
    genç kadın saatler sonra bitap düştükten sonra, tolga elinde salladığı alüminyum dev bir levhayla belirdi.
    çaresiz kadının yanına yaklaşıp elindeki levhayı işaret ederek, " işte seni eritecek olan bu tatlım" diye seslendi.
    kadın artık bağıramıyordu... yorgun düşmüştü, derisi çoktan soyulmaya başlamıştı bile. tolga kadına tokat atıp yeniden bağırdı;

    - bu asit seni eritmez evet. ama şimdi üstüne bırakacağım bu alüminyum, asitle reaksiyona girip seni haşlayacak ne yazık ki.
    duydun mu beni? haş-la-ya-cak. ahahaha.

    dakikalarca kahkaha attı, nitekim dediğini de yaptı. asitin içine bıraktığı alüminyum kaynarmışçasına fokurdamaya, kadının o minik bedenini eritmeye başladı.
    dayanacak gücü kalmayan masum kadın uhrevi bir kuvvetle son kez haykırıyordu. bedeni parçalandıkça tolga kahkahalar atıp kadının yüzünü yumruklamaya başladı. hızını alamıyordu bu çılgın adam, kadının alt dudağını maket bıçağıyla kesip kendi dişleriyle çenesine basarak çiğnetiyordu. tam bu sırada içeriye kasap nizam efendi girdi. kadının sönmek olan gözleri son bir kez baktı nizam efendiye.
    göz bebekleri artık tam tepki veremiyordu. tolga, işinin bölündüğüne sinirlenerek, anlaştıkları gibi parayı nizam efendinin dükkanına yolladığını sert bir üslupla söyledi ve nizam'a kapıyı işaret etti.
    nizam küvete bakmayarak vicdanını savuşturabileceğini düşünüyordu. içerideki ağır et ve asit kokusu nizam'ın midesini bulandırmıştı. nizam eliyle ağzını kapatarak hızlıca odadan ayrıldı.

    tolga, ölmek üzere olduğunu fark ettiği kadının yanına koşup yanaklarına ıslak bir öpücük kondurdu. ardından da neden "pembe tolga" dediklerini usulca kulağına fısıldadı...

    son kez, kesik dudaklarıyla tebessüm etti yağmur... duyduğu bu son fısıltıya sonsuza dek gülümseyecekti.
    bir azrail'in uhrevi öpücüğü mü, yoksa duyabileceği en güzel ölümcül cümleyi mi duymuştu...

    kalktı tolga ayağa. gözlerinden süzülen yaşları sonsuzluğa hapsedilmeyi diledi. yağmur'un saçlarını okşarken hıçkırarak ağlamaya devam etti.
    ölü bedeninin sönük gözlerine bakarak seslendi yağmur'a:

    Kaçtığım tüm bedenlerden daha benim bu gece,
    ben sana bakire bir gökyüzü bahşediyorum.
    ve sen günahı sökülmüş kanlı benliğim;
    yalvarırım affet bu meleğin elma kokan ellerini...
    28 ...
  2. 2.
  3. 3.
  4. bir öğretmene gebermek kelimesini kullanıp yazı yazarak para toplamaya çalışmak, sonra da bu toplanan paraları onun bunun suratına çarpıp durmak demektir.
    edit: yine mi sen amk. (bkz: amına koyim ve amına koyayım arasındaki farklar)
    8 ...
  5. 4.
  6. tespitleri ile kendi alçalmışlık düzeyini ortaya koymak.
    1 ...
  7. 5.
  8. yanlıştır tabii öğretmen diye adlandırdığımız kişi gerçekten öğretmense, öğrencileri için her fedakarlığı göze alıyorsa. ama bazı insanlar da var ki nasıl öğretmen olmuş şaşıyorum ders işlemez haram para kazanır el kadar çocuğu hayvan döver gibi döver eğitim öğretim adına bir şey vermez soran oldu mu öğretmenim der bu kutsal mesleği bu kadar aşağılayacak kadar alçalmak diye de başlık açmak lazım o zaman.
    2 ...
  9. 6.
  10. son 4 5 cümlesi aklıma -aklından bir sayı tut- kitabındaki seri katili getirdi. adını hatırlamıyorum ama yazdığı şiirin anımsattığı şey aynı.

    tüylerim diken diken.
    3 ...
  11. 7.
  12. "öğretmenlerden bu kadar nefret eden ikinci bir ülke daha var mıdır ey canım memleketimin canım insanı" denilesi durumdur. evet, biz bir öğretmenin "gebermesine" üzülecek kadar "alçalmayı" kabul ediyoruz ama bir öğretmenin gebermesini bu kadar içten dileyen ey vicdansız, sen bu kadar düşerken sana üzülecek birileri dahi yok.

    tüm bu çarpık zihniyete rağmen değerli öğretmenlerimiz bu çarpık zihniyeti, bu absürd insanlardan birini bile değiştirmek için çabalayacak, uğraşacak. "geberseler" de son nefeslerini verseler de...
    3 ...
© 2025 uludağ sözlük