bellekte kalan izler

entry1 galeri0
    ?.
  1. ercan köksal öyküsü.

    Odayı büyük bir sessizlik kaplamıştı, annem bir köşeye oturmuş, sessizce ağlıyordu. Odanın bir diğer yanında dedem, babaannem, amcalarım ve halalarım vardı. Odadaki soba, kuru meşe odununun da etkisiyle büyük bir şevkle yanıyor, içeridekilerin yüzüne sanki bütün kinini kusuyordu. Hepsi büyük bir suskunluk içerisindeydiler. Zira artık ayrılık vakti gelmişti. Ben olanlardan habersiz, bir çocuk masumiyetiyle çevremde olanlara bir anlam vermeye çalışıyor, bir yandan da meşe ağacının kalın sapından yontarak yaptığım arabamla oynuyordum. Dedem, kendince babama bazı nasihatler veriyor, gittiği yerde dikkatli olmasını öğütlüyordu. Babam ise sessizce ve başını hafif öne eğerek dedemin söylediklerini tasdikliyor, bir yandan da gözleri annemin olduğu tarafa kayıyordu. O da görüyordu annemin bir kenarda gizli gizli ağladığını. Belki yalnız bir aile olsalardı, yani dedem ve amcalarım olmasaydı annemi kendince teselli edecekti. Ama geniş bir aile de, hele hele töreleri ve adetleri olan bir aile de bunu yapması mümkün değildi. Zira babam, evlatlarını bile son kez öpememişti.

    Henüz ben çevremdekilere tam anlam verememiştim ki, odadaki herkes birden ayaklandı. Zavallı annem, gözyaşlarını dedemden gizlemeye çalışarak gizli gizli ağlıyordu. Odadakilerin hepsi dışarıya çıktılar, artık veda vakti gelmişti, işte gidiyordu. Kim bilir bir daha ne zaman dönecekti. Babam kapının ağzında dedem ve babaannemle vedalaşmış, anneme ve bizlere ise yalnızca uzaktan bakmakla yetinebilmişti. Evet, zira âdetler, olmaz olası âdetler babamın beni kucağına alıp son kez öpmesine bir yasak koyuyordu. Nasıl bir anlayıştı ki bu, babamın evlatlarını, babasının yanında öpmesi ayıp olsun. Hemen koşup ortanca amcam, babamın bavulunu aldı. Diğer amcalarım da babamla birlikte dışarıya çıktılar. Dışarıda yoğun bir fırtına vardı. Kar incecikten yağıyor, sağdan sola, soldan sağa savruluyor, insanın suratını okşuyordu. Bu fırtına da köyden şehre arabanın gidebilmesi mümkün değildi. Ama babam her şeyi göze almıştı. Arabanın bile gidemediği yolları babam yaya olarak aşacaktı. Zaten başka da çaresi yoktu. Belki de bundan dolayıdır, babamı hep bir kahraman olarak görmüşümdür.

    Amcam, elinde babamın bavuluyla önde, arkasında da babam yavaş yavaş merdivenlerden indiler ve uzaklaştılar. Annem, kardeşlerim ve ben yalnızca arkalarından bakmakla yetinebildik. Ben hala olanlara bir anlam vermeye çalışıyordum. Nereye gidiyordu babam? Annem ha bire ağlıyordu. Babam ve ortanca amcam karşı yola çıktılar ve yoğun kar yağışında ilerlemeye başladılar. Kar her tarafı doldurmuş, fırtınanın da etkisiyle ikisi de yürümekte zorluk çekiyordu. Babam arada bir dönüp arkasına bakıyor, sonra tekrar dönüp ilerliyordu, böylelikle bizden gitgide uzaklaşıyordu. Sonunda o ucunu göremediğimiz yolda birden kayboldu.

    Dışarısı oldukça soğuktu. Ben birden bütün soğuğu iliklerimde hissetmeye başlamıştım. Annem beni, ağabeyimi, ablamı ve kardeşlerimi alarak çaresiz ve sessizce içeri girmişti. Öylesine kalabalık bir aile içerisinde yaşıyorduk ki, evden birisinin ayrılmış olması evde hiç hissedilmiyordu. Dedem içeri odada, babamla gitmeyen amcalarımla bir şeyler homurdanmaya başladı. Sanıyorum onun da bütün derdi paraydı. Çok sonraları öğrenecektim ki, henüz on bir yaşındayken babamı okuldan almış, sırf para için başka bir köye çoban olarak vermişti. Yani babam aslında gerçek hayatı henüz on bir yaşındayken tanımıştı. Yine on beş yaşındayken dedemin zulmünden kendini başka bir kente, Aydın'a zor atmıştı. Babam, hiçbir zaman bir anne baba şefkatini görememiş, dedem ve babaannem onu yalnızca bir gelir kapısı olarak görmüşlerdi. Babam, onlar için yalnızca para kapısıydı. Zaten son gurbete çıkışı da onların bu yönünü tatmin etmek içindi. Şimdi hayal meyal hatırlıyorum, dedem amcalarımla beraber bir meşveret kurmuş, aldığı yüz elli koyunun parasını nasıl ödeyeceğinin hesabını yapıyordu.

    Dedem, daha üç yaşındayken annesinin ihmali yüzünden bir ayağından olmuş, o yüzden topal lakabını almıştı. Bütün derdi bu da değildi. Efsanevi bir şekilde, çocukken çok güzel bir sesinin olduğunu ve köy düğünlerinde türküler çağırdığını söylerlerdi. Her nasıl olmuşsa olmuş, bir düğünde yine türkü söylerken, bizim oranın söylemiyle "göz değmiş" ve güzel sesi tamamen gitmiş, yerini anlaşılması güç bir ses tonu almış, bir lâl olmuş. Keşke bütün sıkıntıları yalnızca bunlarla kalsaydı. Aynı zamanda huysuzluğu da artmış, çevresindekilere hayatı zindan etme konusunda büyük bir meziyet kazanmış. Gözlerimin önünden hala gitmiyor, dedem bir gün kardeşim Serpil'in ağlamasına sinirlenmiş ve ona bir tokat atmıştı. Oysa henüz üç yaşındaydı ve yediği tokat bedeninin küçüklüğüne oranla çok daha büyüktü. Serpil'in yaşı küçüktü ama kendisi çok içliydi. Bu tokattan sonra ne zaman dedemi görse, bir kenarda o tokadı hatırlar ve sessizce ağlardı. Rabbim onu cennetine erken çağırdı. Sanırım, onun dünyada çok fazla ızdırap ve sıkıntılarla mücadele etmesine razı olamamıştı. Diğer âleme göçünü hayal meyal hatırlıyorum. Annem ve babam, onu Ankara'ya tedavi için götürmüşlerdi. Doktorlar artık yapılacak bir şeyin olmadığını söylemiş, babamdan evine götürmesini istemişler. Babam da tekrar eve getirmişti. Evde bize hiçbir şey hissettirmiyorlardı. Ama ben seziyordum bazı şeyleri, Serpil'in bizleri terk edeceğini hissediyordum. Hatta babama sorduğumu hatırlıyorum. Kardeşim bir köşede uyurken, "Baba, Serpil öldü mü?" demiştim. Babam zorla gülümsemeye çalışarak hayır demişti. Evet, ölmemişti, ama ben hissediyordum işte. Bizi terk edecekti. Cennette ona bir yer ayarlanmıştı. Ben ne de olsa henüz altı yaşında bir çocuktum. Olanlara çok da fazla kafa yormuyordum. O gece de öyle oldu. Kardeşimin hastalığı beni çok da meşgul etmemişti. Saat biraz ilerleyince ben bir köşede uyuyakalmışım. O gece annem beni yatağımıza yatırmış. Yatağımız diyorum, çünkü o kalabalık aile ortamında herkesin tek bir yatakta yatması mümkün değildi. Annem yere bir yatak serer ve küçük erkek kardeşim Gökhan ile her zaman koyun koyuna yatardık. Çocukluk işte, hiçbir zaman yan yana yatmazdık. Her zaman yorganı paylaşamaz, o, yorganın tamamını kendi üzerine çekmek ister, ben de kendi üzerime çekmek isterdim. Sırf bu yüzden sürekli kavga ederdik. Annem buna da bir çare bulmuştu. Ben yorganın bir ucunda yatardım, Gökhan da diğer ucunda yatardı. Yani yatağın iki ucuna ayrı ayrı yastık koyardı annem. Her ne kadar Gökhan ile sürekli kavga etsek de, yine de dışarıda bütün oyunlarda birlikteydik. (.........)

    Sabah erkenden bir çığlıkla uyanmıştım. Çocuk kalbimle hemen ne olduğunu anlayıvermiştim. Serpil geldi hemen aklıma. Yoksa bu çığlıklar onun için miydi? Cevabı öğrenmekte geç kalmadım. Yatağımdan kalktım ve yattığı odaya girdim, yatağında boylu boyuna uzanmış yatıyordu. Üzerine bir örtü çekmişlerdi. Başucunda annem ve birkaç kadın vardı. Annem, başında uzunca feryatlar koparıyordu. Babam da sessizce dışarı çıkmıştı. O da dışarıda bir kenarda ağlıyordu. Ama ağladığını herkesten gizlemeye çalışıyordu. Bir süre sonra büyük dayım ve bir amcamı omuzlarında kazma ve küreklerle giderlerken görmüştüm. O yaşımda mezar kazmak için gittiklerini anlayamazdım. Kadınlar Serpil'i bahçedeki havuzun başına getirdiler ve geniş bir tahtanın üzerine yatırdılar. Tahtanın üzerinde boylu boyunca yatıyordu. Sonra halalarımdan biri başucuna gelmiş ve saçlarını okşamıştı. Biliyorum, o da bizi bırakıp gitmesine çok üzülüyordu. Bunu o an gözlerinden dökülen yaşlardan anlıyordum.

    O gün, dayılarım ve amcalarım gidip bir mezar kazdılar ve kardeşimin yıkanmış cenazesi defnedildi. Artık Serpil yoktu. Köyümüzde cenazelerimiz hiç eksik olmadı. Bir süre sonra büyükannemiz göçtü. Soğuk bir kış günüydü. Zaten bizim oraların soğuğu eksik olmaz. Onu da bir merdiven başında yıkadılar ve defnettiler.

    ****

    Babam evden gideli bir yıl olmuştu. Amcam, benimle yaşıt olan oğlunu o sene okula gönderiyordu. Ben de o yıl okula gitmek için çok çırpındığımı hatırlıyorum. Aslında benimkisi çocukça bir kıskançlıktı. O ne yaparsa ben de aynını yapmak istiyordum. Amcamın oğluyla hiç geçinemezdik. Sürekli kavga eder, yolun iki yakasından birbirimize taşlarla savaş ilan eder, sonra o taşlar her ikimizin de kafasında alırdı soluğu. Eh! Böylelikle savaş iki tarafın da hezimetiyle sonuçlanırdı. Aradan biraz zaman geçer tekrardan barışır, birlikte oyunlara katılırdık, sonra tekrar kavga eder ve yolun iki yanında siperlerimizde yerimizi alırdık. Bu savaşa bazen her iki taraf da yeni bir orduyla katılırdı. Fakat benim ordum daima daha güçlü olurdu. Ne de olsa biz beş kardeştik, onlar da yalnızca iki kardeştiler. işte biz maskeli beşler çetesi olarak dev gibi bir orduya karşı kazanmış olduğumuz zaferle övünürdük. Hele bir de karşı tarafa ağır zayiat verdirmişsek, değmeyin keyfimize. Aslında köyde her ne kadar sürekli kavga etsek de, ikimizin de birbirimizden başka dostu yoktu. O yüzdendir ki bu kavgalar ve savaşlar sonucunda yine birbirimizi bulur ve bir saat öncesini unutur yepyeni oyunlara dalardık.

    O sene ailem, beni de ağabeyimle birlikte okula göndermeye karar verdi. Bana şehirden bir önlük alındı. Bunun yanında bütün okul setim de tamamlanmıştı. Bu sette neler yoktu ki; kalemler, silgi, defter, kitap, hatta beslenme çantam ve bir de mataram bile vardı. Amcamın oğluna karşı istediğim kadar caka satabilirdim artık. Ne de olsa ben de artık okula gidecektim ve okul malzemelerim arasında hiçbir eksik yoktu. ilk gün ağabeyimle yola çıktık. Uzunca bir yürüyüşün ardından okula varmıştık. Okul, hayalini kurduğumdan oldukça farklıydı. Yalnızca iki sınıfı ve iki öğretmeni vardı. Ayrıca okulun henüz bir bahçesi bile yoktu. Okulun öğrencileri, okulun karşı tarafında kalan genişçe bir arazide oynuyorlardı. ilk önce bu öğrencilerin oyun tarzı dikkatimi çekmişti. Okulun karşısındaki bu geniş arazide çocuklar tekmelerle birbirlerine saldırıyorlardı. Sözde bu bir oyunmuş ve adı da "depik"miş. Bu gördüklerim karşısında önce afalladım, ancak zamanla ben de bu oyunun müdavimleri arasına katıldım.

    (...........) Ağabeyimle beraber on kilometre uzaklıkta başka bir köye okula gidiyorduk. Bunun için daha güneş doğmadan kalkmamız gerekiyordu. Çünkü o kadar yolu yürüyerek gidecektik. Okula hem sabah hem de öğleden sonra devam ettiğimiz için annem bize her sabah yolluk hazırlar, ağabeyimle birlikte öğle aralarında annemin hazırladığı yolluklarla karnımızı doyururduk. Şimdi geriye dönüp düşünüyorum da, o kadar yolu sanıyorum şimdi yürüyerek gidemezdim. Ben, ağabeyimle bu uzun yolu yürürken, annemin köyünden minibüsler gelir geçer, ancak bizi hiçbir zaman minibüse almazlardı. Bazı zamanlar istisna. Eğer dayılarımdan herhangi birisi minibüsteler ise biz de bayram ederdik. Dayılarım minibüsü durdurur ve bizi de alırlardı. O kadar yolu yürüyerek gitmediğimiz için biz de büyük bir sevinç duyardık. Ağabeyimle devam ettiğimiz okulumuz oldukça küçüktü. Yalnızca iki sınıfı ve iki öğretmeni vardı. Birinci, ikinci ve üçüncü sınıflara bir öğretmen; dördüncü ve beşinci sınıflara da diğer öğretmen ders verirdi. Ağabeyim dördüncü sınıfa giderdi. Çocuk aklımla teneffüs aralarında ağabeyime, öğretmenin sorduğu sorulara nasıl cevap verdiğimi anlatırdım. Öğretmenim beni çok severdi. Hatta bir 23 Nisan'da öğretmenim bana bir şiir okutmuştu. Hiç unutmuyorum o şiiri. Bayrak ile ilgiliydi.

    "Canımdan almış sevgini
    Kanımdan almış rengini
    Bulamazsın hiç dengini
    Benim güzel bayrağım

    Bayrak elde koşarız
    Yüce dağlar aşarız
    Biz bayrakla yaşarız
    Benim güzel bayrağım"

    Sanıyorum eskiden çocuk bayramları daha eğlenceliydi. Ya da benim köyümde öyleydi. Ağızda, kırmadan yumurta taşıma yarışları, çuval yarışları ve buna benzer bir sürü yarışmalar düzenlenir ve bayram biz de tam bayram gibi yaşanırdı. Oysa şimdi bakıyorum da hiç öyle değil. Çocuklar bayram yapması gereken günde açıkça zulüm yaşıyorlar. Sabah erkenden büyük bir meydana tek sıra halinde diziliyorlar. Sonra saatlerce büyüklerinin nutuklarını dinliyorlar. Hiçbir eğlence düzenlenmeden de çocuklar meydandan toplanıp evlerine götürülüyorlar. Belki de sırf bu yüzden bazı çocuklar artık bu günlerde törenlere katılmak istemiyorlar.



    Ağabeyimle okula gittiğimiz yıl çok sıkıntılarla mücadele etmek zorunda kalmıştık. ikimiz de henüz çocuktuk. Çocukluğumuza hiç aldırmadan o kadar uzun yolu yürüyerek gidiyorduk. Hele kış mevsiminde çektiğimiz sıkıntıları anlatamam. Yerde yarım metreden fazla kar olur, hiç umursamadan kışta kıyamette okula gitmek için yol alırdık. Zavallı annemin akşama doğru gözü yollara düşerdi. Zaman biraz ilerleyince annem geleceğimiz yolun sonuna bakarak, bizim köşeden çıkmamızı beklerdi. Biliyorum, biz o köşeden çıkmayınca rahat edemezdi. Şimdi hatırladığımda yalnızca gülümsüyorum, ama o zamanlar çok ağlamıştım. Köyün köpekleri bizi kovalar, karda kışta nereye kaçacağımızı şaşırırdık. Köpekler bir canavar gibi üzerimize saldırır, sahipleri bizi ellerinden zor alırdı. Yine bir gün böyle oldu. Ağabeyimle ben okuldan dönerken, köyün çıkışında bir köpek bizi kovaladığında çocuk halimizle kaçmak isterken, ben baş aşağı karın içine saplanmıştım. Ağabeyim çok korkmuştu. O korkuyla bir yandan beni kafamın saplandığı karın içinden çıkarmaya çalışıyor bir yandan da köpeğin sahibini adıyla değil, lakabıyla çağırıyordu. Gerçi korkmasa bile lakabıyla çağıracaktı. Zira ne ağabeyim ne de ben adamın gerçek adını bilmiyorduk. "Tangır Abi! Tangır Abi!" Adam koşa koşa gelmiş, bizi köpeğin elinden kurtarmıştı. Köyde yaşlı bir kadın vardı. Bizim başka bir köyden geldiğimizi bilir ve bize çok acır, şefkatle muamele ederdi. Biz her akşam eve gitmek için okuldan çıktığımızda o bizi yoldan çevirir elimize bir poşet üzüm vererek gönderirdi. Ağabeyimle ne çok sevinirdik. Bazen okuldan köyümüze gitmek bizim için bir eğlence haline gelirdi. Yolda oyalana oyalana köye giderdik. Tabi köye vardığımızda annemden bir sürü de fırça yerdik. Annemizden yediğimiz bu fırçalar bizi hiç akıllandırmadı. Yolda bizi oyalayacak o kadar çok şey vardı ki. Yol kenarlarındaki eriklere ya da ahlatlara dadanır, ceplerimizi doldururduk. Yine bu eğlencelerimizin birisi benim için bir ızdıraba dönüşmüştü. Ağabeyim ahlat ağacına çıkmış, sözde ahlatları çırpacak, ben de alttan toplayacaktım. Ağabeyimin bastığı ilk daldan başıma adeta taşlar yağmıştı. Nerden bilebilirdik o ağacın daha önce taşlandığını ve taşların, ağacın dallarının aralarına sıkıştığını. Köye kadar başımdan akan kanlar yüzümü kapatmıştı. Annem bir yandan kızıyor, bir yandan da bildiğimiz toz şekerle yarayı durdurmaya çalışıyordu. Ne kadar doğrudur bilmiyorum, ama bizim oralarda hala eldeki ya da baştaki yoğun kanamaya toz şeker dökerler. Şekerin kanamayı durdurduğuna inanılır.



    Okulun tatil olduğu zamanlar, ben de ağabeyim ve amcalarımla birlikte dedemin ineklerini gütmeye giderdik. Aslında ben bu inek gütme işinden hiç mi hiç hoşlanmazdım. Amcalarım, inekleri serbest bırakırlar ve gözden kaybolana kadar bir araya da toplamazlardı. Güya inekler rahat yayılacaklarmış. inekler tamamen gözden kaybolunca da çobanların en küçüğü olarak büyük görev bana verilir, amcalarım inekleri benim geri döndürmemi isterlerdi. işte bu benim için büyük bir zulümdü. Zira o kadar tepeyi aşıp, inekleri tekrardan döndürmek hiç de kolay değildi. Bir yaz günü ağabeyimle birlikte akşam inekleri köye getirdik. ikimizde hem çok yorulmuş, hem de çok acıkmıştık. Eve geldiğimizde dedem ve babaannem kıyametleri koparıyordu. ilk önce ne ağabeyim ne de ben ne olduğunu anladık. Babam o an yanımızda değildi. Bize sahip çıkabilecek hiç kimseyi göremiyordum çevremde. Ne yazık ki uğrunda yurt dışına gittiği iki insan şu anda anneme karşı bütün kinlerini kusuyorlardı. Çocuk yaşıma rağmen, dedemi bu kadar sinirlendiren şeyin ne olduğunu galiba biliyordum. Paraydı. Babamın gönderdiği paraların tamamını annemin, kendisine vermediğini düşünüyordu. Yalnızca iki-üç yatak ve yorganla annemi ve bizleri kapının önüne koymuştu dedem. Babaannem de zaten dedemin ruh ikiziydi. Kesinlikle birbirlerinden farklı düşünmezlerdi. Ortanca amcam sahip çıkmıştı bize. O da henüz on sekiz yaşındaydı. Yani henüz toydu. Bütün eşyalarımız bir minibüsün üzerine yüklendi. Bütün eşyalarımız diyorum, ama sakın çok olduğunu sanıp aldanmayın. Hepsi bir minibüsün üst bagajında taşınacak kadar azdı. Alt tarafı üç yatak, yorgan ve birkaç minderden ibaretti. Annem, kardeşlerim ve ben oradan sessiz ve çaresizce uzaklaşmaya başladık. Önde amcam, arkasından biz ilerliyorduk. Ben henüz çocuktum ama köyümüzden hiç ayrılmak istemiyordum. Ne çok hatıralar yaşamıştık oysa bu köyde. Hayatımın hem en güzel, hem de en acılı yıllarını bu köyde geçirmiştim. O büyük bahçemizi, her gün kavga etmemize rağmen çok sevdiğim amcaoğlunu nasıl terk edip gidecektim?



    Annem bizi minibüse bindirdi. Ön koltuğa da amcam kuruldu. Ben arka koltukta neye uğradığını şaşırmış bir haldeydim. Minibüs artık gidiyordu. Bütün hatıraları geride bırakıyordum. Her fırsatta yolduğumuz kayısı ve elma ağaçları, güzel köyümüz! Gitgide uzaklaşıyorduk işte onlardan. Gözümden bir damla yaş döküldü. Sonra dedeme ve babaanneme çocuk kalbimle beddua ederek, köyümüze de elveda diyerek oradan uzaklaştık. Elveda güzel köyüm. Elveda!
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük