uyuşturucu kullandığı ve insanlara da temin ettiği iddasıyla yargılanmakta olan Deniz Seki insanının, Hürriyet gazetesi barosu tarafından atanan medya avukatıydı birkaç gündür. Sonra da öyle bir bomba patlattı ki, günlerdir kıvrım kıvrım çöreklenerek yaptığı b.kun tepesine tüyü dikmiş oldu.
Bu gazeteleri ya da kendi yazılarını okuyanların IQ seviyesini sanırım 45 ve altı olarak tahmin ediyor şahsiyet. Kendi okurlarına bu gözle bakıyor olmalı ki bu kadar saçma bir yazıyla, böylesine mesnetsiz bir girişimle insanlara "aa bakın asıl mahalle baskısı Fatih'te, bizi az kalsın s.." * fikrini uyandırmaya çalışan kadın.
Bu ne saçmalıktır?! Bu ne provakasyondur?! Kime neyi ispat etmeye çalışıyorsunuz ki siz?! Yazının başında *o bez parçasını kafasına geçirip neler hissettiğini anlatmaya çalışacağını falan söylüyor. Ondan sonra da sanki iran'da molla rejimini kontrol ediyor. Bu yaşta bu kadar pratik bir zeka ibaresi... Tebrikler valla. Hayran kaldım kendisine. Bu kadın bir gazetenin, üstelik ülkenin en çok traj yapan gazetelerinden birinin köşe yazarı. Vay a.q. diyesi geliyor insanın. Bu kadar ucuz mu o köşeler!
Ha bir de şu var. Ayşe Arman kişinin bu mesajı almasına yol açan Nihat Odabaşı fotoğrafları varmış. Soyunmuş ablamız. Sanırım beynini üşütmüş o esnada. Ondan olsa gerek. Cereyanda kalmış. Keşke soyunmasaymış. Bak nelere yol açtı. Sanki ben de mi soyunsam lan! Önüne gelen açıyor bi' taraflarını. Baksanıza amaç soyunmak değil. iş nerelere uzanıyor.
(arman'ın yazısını okumayanlar, bu yazıyı okusalar da bir şey anlamayabilirler. alttaki metin başlı başına spoiler içermektedir. arman'dan yapılan alıntıları "bu kısmı okumasanız da olur" içerisine aldım; gazetedeki yazıyı okumuş olanlar o kısımları atlayabilirler. gerçi çok insan okumayacaktır bu yazıyı, ancak ben okuyacak olan bir kişi bile olsa, ona zulmetmek istemedim.)
sevgili ayşe hanım, bu yazıda size hiç sevmediğim bir hitap şekli de olsa "sen" diye hitap edeceğim. hani sen karışmaya çalışmışsın ya bizim aramıza, sıcak hisset; yabancılık çekme istedim. beğenirsen daha da samimi olabiliriz ileride.
--bu kısmı okumasanız da olur--
...
Nihat Odabaşı'nın fotoğraflardan sonra posta kutuma düşen mesajlardan biriydi: "Soyunmakta ne var, kolaysa örtün güzelim! Örtün de, bu ülkedeki baskıyı, zulmü gör..."
işte her şey, bu kışkırtıcı mesajla başladı.
Mesajı atan kişinin herhalde aklına gelecek son şey, benim bu sözleri ciddiye almamdı.
Ama aldım.
Çünkü merak ettim.
O herkesin diline düşmüş, milleti de birbirine düşürmüş "bez parçası"nı kafama bağlayıp, şehri istanbul'da bir o semte, bir bu semte gidecektim.
--bu kısmı okumasanız da olur--
işte her şey kalemini böyle kışkırtıcı bir şekilde eline almanla başladı. sana o mesajı atan kişinin herhalde aklına gelecek son şey, senin bu sözleri bu şekilde algılaman olurdu.
ama öyle algıladın.
çünkü şımarıksın, asıl hayatı bile tanımıyorsun. karşı mahalle derken dünyanın diğer ucuna gittiğinin farkında değilsin. önce nişantaşından çıkıp istanbul'u sırf görmek için gezebilirdin. başını örtmene falan da gerek kalmazdı bazı şeyleri görmek için. "bez parçası" diye aşağıladığın bir şeyi kafanda kabullenmeden saçına tutturmaya çalışman ne kadar objektif olacağını koklattı zaten bizlere. "neyse" dedim, yazıyı okumaya devam ettim kabak çekirdeğimi çıtlatırken (biz böyle kuruyemiş falan yeriz arada).
yazıyı okurken sıkılıyorum, imdadıma sibel yetişiyor. bana bir şarkı gönderiyor, "ama bunu sessizce ve hissederek dinle, rahatlarsın biraz" diyor. önce slow takılmaya karar veriyoruz. bu arada üzerimde de bir şort var sadece. ama asıl rahatsızlığı şarkıyı dinlemeye çalışınca yaşıyorum.
maruz kaldığımız şey, şarkıyı dinlemek için sessiz ortam bulamamamız.
Şöyle ki, burası çeliktepe! gece saat 03.00 olmasına rağmen gürültüsü eksik olmaz. her zaman "naime" diye bağıran bir teyzemiz, köşe başlarında konuşan delikanlılarımız, balkonlarında birbirleriyle sohbet ederken mikrofon yutmuşçasına konuşan ailelerimiz; arabasıyla geçip, müziği son ses açan ve kornaya asılan magandalarımız mevcut. burası istanbul ayşe, senin de yaşadığın şehir.
Louis Vuitton esprisini(!) yapmadan geçiyorum.
senin fotoğraflarına bakıyorum, "bu, sen misin?" diye şaşırıyorum. hani nihat odabaşı'ın objektifinden gördüğümüz o şuh kadın. merve'nin sözleri kulağımda o esnada, "daha önce seni okuyan bir sürü insan vardı, atıldın sözlükten. bu kez uludağa* geldin, buradan da atılma" demişti.
bak, bozulmak, darılmak yok... ne hissediyorsam(format* el verdiğince) yazacağım... amacım kimseyle dalga geçmek değil... ama sana yalan söylemek istemiyorum, lafı kıvırmak da...
(merak edenler için tesettürlü fotoğrafları: http://www.ensonhaber.com...anli-ayse-arman.html?no=1 )
çok çirkin olmuşsun be ayşe, gitmiş o güzel bacaklı şuh kadın. burnu kocaman bir şey gelmiş, senin de dediğin gibi. alınma ama biz senin bacaklarına bakmışız be ayşe, nasıl tanıyalım bu halde seni...
eskiden yolda yürürken insanlar sana bakarlarmış. gazeteci olduğun için falan değil, evvel eski bakarlarmış. bakar, doğrudur. bir de iett otobüsüne bin bakalım nasıl bakıyorlar anla. anla aslında bu ülkede "kadının" ne çektiğini. tesettüre gelene kadar görmen gereken çok şey var be ayşe...
--bu kısmı okumasanız da olur--
...
Kimse, benimle göz göze gelmek istemiyor. Yokum sanki.
Acayip bir duygu.
Hayat boyu ayrışmaya, farklı olmaya çalışmışım. O da şimdi yok.
Bedenim bile sanki benim değil.
Demek ki, saç deyip geçmemek gerekiyor, bir bildikleri var ki kadınların kapanmasını istiyorlar, çünkü saç kapanınca, insanın yüzünün anlattığı şey azalıyor, kaba hatları çıkıyor, burnu öne fırlıyor...
Ve sizi temin ederim en büyük yalan "Türban göze vurgu yapıyor, gözün güzelliğini ortaya çıkarıyor..."
aslında anlamışsın, ama kabullenemiyorsun; ne acı... kimse seninle göz göze gelmek istemiyor, yoksun sanki. yoksun bu hayatta, bu şehirde bir tesettürlü olarak.
evet, burnun öne fırlamış; buna ben de çok üzüldüm. halbuki "ne kadar seksi bir kadın" derdim hep, üzdün bizi ayşe...
gözün güzelliğini çoğu zaman ortaya çıkarıyor o "bez parçası(!)". bir erkek gözüyle söylüyorum bunu; vallahi çıkarıyor, göz güzel olduğunda...
--bu kısmı okumasanız da olur--
...
Hiçbir şey olmuyor. Yeryüzünde kimsenin umurumda değiliz. Bir bakış fırlatıp hayatlarına devam ediyorlar.
Laf yok, hakaret yok.
Mahalle baskısı yok.
...
--bu kısmı okumasanız da olur--
kimsenin umrunda olmaman yeryüzünde... yok sayılmak!
daha büyük bir baskı olabilir mi yok sayılmaktan? neyi anlamaya çalışıyorsun be ayşe, söyle de onu anlatalım o halde...
--bu kısmı okumasanız da olur--
Tabii alışmamış başta, türban adam gibi durmuyor, rüzgár yüzünden bazen saçma sapan hallere giriyor. Birbirimizin örtüsünü kolluyoruz.
Boğaz'ın rüzgárı, saçlarımızda gezinemiyor diye hüzünleniyoruz...
"...Ortaköy Meydanı'na yürüyoruz, hava da nasıl sıcak, pişiyorum.
Üzerimdeki her şey fazla geliyor..."
--bu kısmı okumasanız da olur--
boğaz'ın rüzgarı, saçlarında gezinemediği için hüzünlenmek; sıcaktan pişmek... düşün ki bunu siyasi sembol olarak takıyorlar. hangi ideloji için insan zevklerinden bu kadar mahrum kalır? düşündün mü hiç?
--bu kısmı okumasanız da olur--
Ortaköy meydanına gidiyoruz, Levent arkamızda gölge gibi takip ediyor bizi. Bir süre kayıkların üzerinde oturuyoruz, geleni geçeni izliyoruz.
Şimdi istikamet Ortaköy House Cafe ...
Boğaz'ın en güzel yerindeki kafeye girince, "Oh be" diyoruz, bir güzel bara kuruluyoruz. Her çeşit insan var içeride, kimse kafasını bile kaldırmıyor.
"Bugünün en heyecan verici alkolsüz kokteyli ne?" diye soruyorum.
Bir Mohito geliyor ki...
içine atla o kadar güzel, o kadar serin...
Bir ara aklıma düşüyor, "Yoksa bunlar bizimle dalga mı geçiyorlar?" diyorum, anladılar da numara mı yapıyorlar...
Yooo, gerçekten tanımıyorlar.
Servis iyi ve hızlı...
Orada Demet'le kara kara düşünüyoruz... Hiç beklediğimiz gibi çıkmadı...
Mahalle baskısı sıfır... Yandık... Bunun haber değeri yok... Ya da var mı?
Birilerinin bağırıp, çağırması lazımdı...
"Gidin, defolun, sizi istemiyoruz" demesi...
Demediler...
Neyse ne, olan bu...
Bir de Reina'yı deneyelim...
Oraya girmeye çalışalım...
Ne bileyim izmir'e gidelim, Kordon'da çarşafla dolaşalım...
Haşemayla yüzelim...
Tüm bunları, alkolsüz kokteyl içerken düşündük.
Bir de alkollü içseydik!
Fatih'te minik etekle dolaşma fikri de o anda ortaya çıktı...
--bu kısmı okumasanız da olur--
oldu mu şimdi ayşe? tesettüre karşı olan yobazları sınarken ortaköy'de, nişantaşı'da gez; mini etek giyip ismail ağa'ya yürü...
bu mu şimdi senin gazetecilik anlayışın? kafandaki kıyas bu mu?
neyse, çok eleştirmeden devam edeyim diyorum. o sırada hüsamettin(evet bu ülkede bu tarz isimler var ve biz onlarla arkadaşlık ediyoruz ayşeciğim. alya, lila uzak kalıyor biraz.) yetişiyor imdadıma. "kahvaltı yaptın mı?" diyor ve salça kutusunun içerisine bir yumurta bırakıp haşlamaya başlıyorum.
birilerinin bağırıp çağırmasını mı istiyordun ayşe? "defolun, istemiyoruz sizi" demesini mi?
gel hadi ben sana yaşatayım bunu. ciddiyim, seve seve yaparım bunu.
hadi gidelim bir üniversite kapısına. reina falan gerekmiyor canım benim, bir üniversite kapısı! üstelik, dubai'den gelmiş numarasına, ingilizce konuşmaya da gerek yok. aynı ülkenin, aynı dilini konuşacağız kapıdaki güvenlikle. türkçe konuşacağız. "sadece bir geceliğine rezervasyona geldim" demene de gerek yok, bu üniversitenin kayıtlı öğrencisiyim ben diyeceksin. çıkarıp kimliği sokacaksın gözüne. neyle karşılaşacağını biliyorsun değil mi? bilmiyor olamazsın. o kadar da olmamalı sanırım...
hadi kapıda yapmayalım bu kez, değişik bir şey yapalım. girelim bir üniversiteye birlikte. sonra okulun içerisinde başını ört, gezmeye başla. bak bakalım nasıl panik oluyor insanlar. hiç bir şey yapmayacaksın, ders notuna bakıp, kantinde bir çay içeceksin sadece....
geçtim, tesettürü geçtim ayşe; derdim bu değil. sen kadın olmanın ne demek olduğunu bilmiyorsun. bu ülkede kadın olmak ne demek bilmiyorsun. evet, ben belki ayda bir regl olan bir anatomiye sahip değilim; ama inan senden daha iyi biliyorum bu ülkede kadın olmanın ne demek olduğunu.
hadi gel, mesai bitimi trafikte seyr edelim seninle. metrobüsten inip, 25t'ye binelim. çok kalabalık, mecburen temas olacaktır. gel bir de gündüz binelim. sürtsün amcanın biri pipisini kaba etine, dokunsun bacaklarına. anlar mısın ki o zaman kadın olmayı?
yazının devamı da az çok aynı şeyler. ismail ağa'daki yobazlıktan da bahsetmişsin. bunu zaten hepimiz biliyoruz, temcit pilavı servis etmenin anlamı yok.
sevgili ayşe arman, üzülerek söyleyeceğim bir kaç kelam daha var.
biz sevgiliyi kokusundan, arkadaşı sesinden, dostu gülümsemesinden, ana'yı kilometrelerce uzaktaki hislerinden tanırız. seni tanımayan arkadaşların, seni zaten hiç tanımamışlar; yazık. ya da bir şeyleri bize farklı anlatıyorsun. ikinci ihtimal daha umut verici.
"sen örtünme" diyemem, ama biz seni üzerinde "ömer" yazan sağ memenle*, sütun bacaklarınla sevdik. biz seni böyle gördük, ki anlattığına göre çevren de böyle görmüş. bize bir daha böyle şeylerle gelme lütfen. memenle, bacaklarınla çok daha güzelsin.
gün bitti ve ben sıkıldım. bana bir "gün" borçlusun ayşe.
-
12 temmuz 2009 pazar. saat 17.00'ye gelirken, koca bir günü nasıl piç ettiğimin belgesidir.
saygılarım, sevgilerimle; matural flavor.
Demek ki, saç deyip geçmemek gerekiyor, bir bildikleri var ki kadınların kapanmasını istiyorlar, çünkü saç kapanınca, insanın yüzünün anlattığı şey azalıyor, kaba hatları çıkıyor, burnu öne fırlıyor...
Ve sizi temin ederim en büyük yalan "Türban göze vurgu yapıyor, gözün güzelliğini ortaya çıkarıyor..."
E bir şeyle avutacaklar kadınları!
.
.
.
.
.
Fatihte dolaşırken tanıştığımız çok şeker tesettürlü bir arkadaşımız var, bize diyor ki "Yürürsünüz, Allahın izniyle yürürsünüz... Bir arkadaşımızı tokatlayarak sersem ettiler... Siz hiç durmayın, hızlı adımlarla caddeyi baştan başa yürüyün. Bir şey olursa koşabilirsiniz değil mi?"
tespit yapmaya kalkışırken karşı cinse duyulan ilgiyle malum mahalle baskısı arasındaki farkı idrak edememiş sarışın.
yazar demiyorum, sahibi olarak bulunan "karanlık doğanların" yalnızca omurgasız köşecisi..ilk olarak dikkat çeken bir hatuna bakmak dünyanın heryerinde olur..ismailağaya gitmene gerek yok avrupa'ya çıksan da aynı be güzelim.ikincisi kendi beynince yapmaya çalıştığın "hangi mahallede baskı var" tespiti için yollara çıkmana gerek yok, zira ortada "devlet baskısı" var.o giydiğin elbiselerle üniversite kapısına git, aradaki farkı idrak et, son olarak köşeni doldur..
istiklal caddesi'nde dolaşan çarşaflı ama bizim gibi insan olanların arkasından "ninjalar fatih'e" diye bağıran karaktersiz şerefsizleri görmemiş yazar.. bir kere görsem bu manzarayı sürekli dile getirmezdim ama 10 yıldır gittiğim bir semtte onlarca defa görmek can sıkıcı..
bundan sonraki bir iki hafta içinde, genelev kadınlarının dramı, genelevde ne gibi sorunlar yaşanıyor, izleyin ayşe arman dan, şeker kayın pederi, gelini soyununca şaşırmamış, başörtüsü takınca şaşırmış, kadının hiç uçu yok azizim, bu adamın gelini bu kızcagız.
hürriyet pazar ekinde tam sayfa tesettürlü fotoğrafları çıkmış gazetecimsi, köşe yazarımsı.
kendilerine "vay efendim soyunmak kolay, bir de örtün de o zaman gör mahalle baskısını" diye mail gönderen, gaza getiren okura da buradan selam olsun. biz allah için bilmiyorduk testtürle reina'ya girilmeyeceğini öğretmiş oldu kendisi.
hayır anlamadığım o ibadeti, kapanma olayını zaten sen dinin için seçmişsen reina'da, sortie'de işin olmaz. neyi kanıtlamaya çalışıyorsun ki?
vay efendim fatih'te cıscıbıl*yürümüş gibi hissetmişmiş. korkmuşmuş. bu şeye benziyor; boğalarla dolu bir alana elinde pelerinle girmeye. sen boğalara pelerini sallarsan boğalar da gelir seni boynuzlar, bu kadar basit.
pelerinin kırmızı olmasına bile gerek yok, o derece yani.
aklınca empati kurmaya çalışan kişi. güya, karşı mahalleyi anlamaya kalkmış, açık açık söylediği gibi resmen dalga geçmiş, eğlenmiş kişi. bu şekilde dillendirmesi de bir o kadar ilginç...
tehlikeyi göze alırmış v.s, saçmalarım desene sen ona...
kendi çapında toplumsal deney yaptığını zanneden ama başarılı bir provokatör olan şahıs. kendi hissettiklerini toplumun onun büründüğü kılığa verdiği feedback olarak bizlere yansıtacak olması sorgulanması gereken bir konu. götünden element uydurmak gibi bir şey. çok sinirliyim lan.
(bkz: #5570275)
hakkındaki bu entry yi okuyunca takdir ettiğim, bir yandan da küfrettiğim yazar. "e be kadın, üzerinde baskıyı hissedebileceğin tek şey bu muydu? sözde bunu kullanarak orospuluk yapmaya utanmıyor musun" gibi şeyler geçirsem de içimden, yine de helal olsun dedim. eksik kalmıştı, linke tıkladım; bir de ne göreyim.
buyrunuz:
--bu kısmı okumasanız da olur--
Ayşe Arman tesettüre girdi. Gece Reina'nın kapısını zorladı.
istanbul yetmedi izmir'e gitti. Alsancak'ta yürüdü, Kordon'da çarşafa girdi.
Ege'de karşı mahallenin tatil köylerini gezdi. Haşema giyip yüzdü.
Türbanla vapura, uçağa, minibüse bindi.
Mahalle baskısını ölçtü. Hissettiklerini yazdı.
Sonra da mini etekle Fatih ismailağa Caddesi'nde dolaştı.
Soluk soluğa okuyacağınız yazı dizisi.
meğer kadın hakikaten mükemmel bir şeye imza atmış da bazı arkadaşlarımız işine gelen kısmını görmüş, bizi yanlış yönlendirmiş!
helal olsun be, seviyoruz seni ayşe arman; sağ memeni* sol memenden ayırmadan seviyoruz. her şeyinle seviyoruz. özgünlüğünle seviyoruz. (verdiğin pozların bunda etkisi yok, hayır kesinlikle)
çılgın kadın. deli dolu bir insan. çoğu insanın yapmaya korkacağı bir işi yapmış. fatih ismailağa caddesi'nde mini etek giyip dolaşmış. kim ne derse desin bu cesaretinden ötürü bizzat takdir ettim. sorun o eteği giymesi değil, cesareti, üzerindeki baskıyı hissetmek adına böyle bir işe kalkışması. çok cesurca bir hareket. seviyorum böylesi kadınları.
sadece birkaç alıntı yapayım, hiç boşuna tamamını okumayın. ya da sinirli biri değilseniz okuyun, bilemiyorum.
deniz seki(cama el dayayıcıya): 18 kişilik bir koğuşta kalıyorum. Çoğu bankacı. Çok zeki, çok parlak insanlar. Bir aile olduk. Koğuşun pozitif meleğiyim. Bu halimle, moral veriyorum insanlara. Herkesle iletişimim çok iyi, Allah için uyumluyum...
[bi dışarı çıksan alayını tanımazsın. içerdesin ve hâlâ şov peşindesin]
cama el dayayıcı(seki'nin avukatına): istanbul'da kokain kullanan bir sürü insan olduğunu duyuyoruz. Neden başkaları değil de Deniz? Birileri, ona kafayı mı taktı?
[heee taktılar, hem de ne biçim. hatta ergenekon'a bağlayacaklarmış davayı. ayrıca duyuyorsan git ihbar et, akıl bulandırma]
cama el dayayıcı: O anda bilmiyorum tabii, ertesi gün annesinden öğreniyorum, doğum gününde koğuş arkadaşları ona sürpriz parti yapmışlar. O yokluk içinde, patatesleri biriktirmişler, patates pek bir değerliymiş içeride, Deniz'in şerefine patates salatası yapmışlar.
Bir ayrıntı daha; meğer cezaevinde, renkli mektup kağıtları çok önemli bir şeymiş, herkes o kağıtlara gözü gibi bakarmış, Deniz için onlara kıymışlar.
Kırpıp, kırpıp, konfeti yapmışlar.
Doğum günü kızının, başından aşağıya dökmüşler.
Ve hep bir ağızdan ona Deniz Seki şarkıları söylemişler.
Mutluluktan deliye dönmüş tabii.
Yine ağla, ağla...
Ama bu sefer mutluluktan!
[ühü ühü şuramda bi şey koptu inanır mısın? meğer uçurtmayı vurmasınlar yalan dolanmış]
yok arkadaş, ben bir kez daha anladım ki, bu kadınla bırak aynı memleketi, aynı kainatta bile yaşamıyoruz. o kadar insan suçu sabit değilken hapis yatar, kötü muameleye maruz kalır, çoğu içerde hastalanır, hatta ölür; hanımın kafaya taktığı, hazmedemediği, üzüntüden kedere boğulduğu olaya bak. okuyunca beynim kısa devre yaptı yeminle...
yakın zamanda ali k ile bir de filmde başrol oynarsa samimiyetine ancak inanabilecegim, kocasınında ne kadar modern bir insan olduguna o zaman hakverecegim gazeteci kişi.
sevgilisi, çocuğu ve dubai üçgeninden çıkamayan, çıksada ayarı tutturamayan, genç kızlığında günlük tutamıdığı için şuan acısını çıkartıyor izlenimi veren, arada bir röportaj yapan, eleştirelere çok sert karşı çıkan, düz mantık olduğunu düşündüğüm bir köşeri yazarı.
gerek kişiliği,gerek davranışları ve tarzıyla kıskanılası bulduğum kadın. kızıyla olan ilşkilerini de kıskanmıyorum değil.
(bkz: size anne diyebilir miyim?)