sadece aşagıdaki yazısı için bile sevilmeyi hakeden yazar. insan..
Arada bir öğlenleri Kadıköy'deki Osmanağa Camii'nin yanına gidiyorum.
Oradaki müezzinin sesini seviyorum.
Ezanı kendine has bir tarzda, araları biraz uzatarak ve çok güzel okuyor.
Cumaları söyleyişi sanki daha da tatlılaşıyor.
Güzel söylenen ezanı seviyorum.
Benim her öğlen gidip ezan dinlememin bir hediyesi gibi biraz önce gelen bir paketten Ahmet Özhan'ın söylediği ilahilerin başında ezan çıktı.
Şimdi onu dinliyorum.
Bir ney taksiminin ardından ezan başlıyor.
Çocukluğumu hatırlatıyor biraz bana.
Akşam ezanından sonra boşalan kömür kokulu sokaklarda, iyice gölgelenen alacakaranlık kaldırımlarda ağır ağır yürüyerek eve giderdim.
Hep benimle kalacak bir yalnızlığın kokularını, seslerini ve kurşuni rengini içime sindirirdim.
O seslerin içinde ezan da vardı.
Hep de orada kaldı sanırım.
Din, benim gibi mahcup bir sevgiyle uzaktan bakanlara bile huzur verici, insana hem yalnızlığını hem sonsuzluğunu anlatan bir tesirle dokunuyor yaklaştığınızda.
Çok sık olmasa da bazen geceleyin camiye giderim.
Işıklarının çoğu sönmüş, kandil misali birkaç lambayla aydınlanmış o büyük kubbenin altında yalnız başıma otururum.
Öyle otururum.
Her şey sonsuzluğun kuvvetli ışığı altında solgunlaşana kadar halıların üstünde bağdaş kurup beklerim.
Ve, o sonsuzluğu bir yalnızlık içinde hissetmekten hoşlanırım.
Tanrı, evinin kapılarını bazen açar, bazen açmaz bana.
O saatte camiye giremeyeceğimi bana bir hoca efendi ya da bir bekçi söylese de, ben onu tanrının söylediğini düşünürüm.
Kapılar açılmadıysa, "bir kırgınlık var" diye geçiririm içimden.
"Onu kıracak bir şey yaptım, onun için açmıyor kapısını."
Hiç zorlamam.
"Peki" der ayrılırım.
Bilirim ki o kapılar yeniden açılacaktır.
Bir gece gittiğimde beni buyur edecektir.
Şefkatli bir ses 'hadi açayım kapıları' diyecektir.
Bundan hiç kuşkulanmam.
Kendimden kuşkulanırım.
Bir dindar gibi gitmem oraya, ibadete, dua etmeye gitmem.
Bazen onu kıracak bir şey yaptıysam eğer kapılarını açmıyor bana.
Sessizce uzaklaşıyorum.
"Bir dahaki sefere" diyorum, "açacak kapılarını".
Açmasa da açana kadar gideceğim.
inançsız biri için tuhaf inançlarım var benim, en açılmayacak gibi görünen kapıların bile çok istersen, samimiyetle istersen, dürüstlükle istersen açılacağına inanırım.
Ve, ne dindarlara yapılan zulmü anlarım, ne de dindarların yaptığı zulmü.
Dinin yanında, çevresinde, içinde bir zulüm olmasın isterim.
inan ya da inanma ama dine dokun.
Korkulacak bir şey yok.
Türbanlı çocukta da, oruç yiyende de korkulacak bir yan yok.
Korku dinden uzak bence.
Geceleri camiye gittiğimde, o loş ışıkta, sonsuz bir aydınlığın bütün hayatı solgunlaştırdığını gördüğümde korkmam ben.
Kimse korkmaz.
Hayat ve ölüm iki küçük çocuk gibi oturur yanıma.
Onlara gülümserim.
Belli belirsiz bir hüzün, neye olduğunu bilmediğim bir özlem, derin bir şefkat hissederim.
Bir şey söylemem.
Bir şey istemem.
"inançsız" olduğumu içimden bile geçirmem, yapmam böyle bir kabalık, O da hatırlatmaz zaten.
gazetelerde boş yere yer kaplayan,büyük güçler tarafından beslenen,düşüncesinden vazgeçmiş,tek teması aşk-seks-kadınlar üçlüsü olan ve yazar olmayı hak etmeyen şahsiyet...
1985 yılında, aylık yayınlanan "Kadınca" dergisinin Eylül sayısı için açıklamalarda bulunmuş ve: "Ensest ilişkiyi onayladığını, hayvanlarla cinselliği normal karşıladığını ve bütün kadınlarda bir fahişe eğilimi olması gerektiğini" buyurmuş liberal aydın(!).
ha derseniz ki o'da değişti. o zaman ben de : "aq insanlık ne hale gelmiş be, yediği b.klardan kurtulmak isteyen omurgasızların tek adresi değişim olmuş" derim.
edit: esas tarihe not düşülecek mülakatını vaktiyle vermiştir muhterem. mübarek(!) insan (!) günümüzün Marquis de Sadeıymış da haberimiz yokmuş.
"Din, benim gibi mahcup bir sevgiyle uzaktan bakanlara bile huzur verici, insana hem yalnızlığını hem sonsuzluğunu anlatan bir tesirle dokunuyor yaklaştığınızda. Tanrı, evinin kapılarını bazen açar, bazen açmaz bana."
"inançsız biri için tuhaf inançlarım var benim, en açılmayacak gibi görünen kapıların bile çok istersen, samimiyetle istersen, dürüstlükle istersen açılacağına inanırım."
"Ve, ne dindarlara yapılan zulmü anlarım, ne de dindarların yaptığı zulmü."
"Türbanlı çocukta da, oruç yiyende de korkulacak bir yan yok."
son yazısında kendini değiştirmeyen, geliştirmeyen, statik, dogmatik... fikirleri turşuya benzeten yazar. telmih ve dokundurma sanatının en usta örneklerinden biri. * http://www.taraf.com.tr/yazar.asp?id=6
Kırkıncı Oda
Ne kadarınız gerçek sizin,
kırk odalı şatonuzun kırkıncı odasındaki
kilitler altında sakladığınız gerçek
duygularınızla,
gerçek düşüncelerinizin ne kadarı yansıyor
hayatınıza,
söylenmeyen neler var kuytularda,
hani kendinizden bile sakladığınız,
bir sinir kriziyle ya da büyük bir acıyla
yahut da muhteşem bir sevinçle kabuğunu çatlatıp da
ortalara dökülecek neler biriktiriyorsunuz
içinizde...???
Ne kadarınız kendi sahtekarlığınızın esiri?
Sevip de söyleyemediğiniz,
özleyip de açıklayamadığınız
ya da sevmeyip de sevginizin eksikliğini içinize
gömdüğünüz oluyor mu,
korkaklıklar var mı,
kalleşlikler var mı,
yoksa diplerde saklanan cesaretiniz bir işaret mi
bekliyor...???
Göründüğünüz insan mısınız siz,
yoksa bir define arayıcısı hazineler mi bulur
içinizde
ya da yıkılmış bir kentin harabelerini mi
taşıyorsunuz?
Derununuzda neler saklıyorsunuz?
Ne kadarınız gerçek sizin?
Ülkenizle ilgili düşüncelerinizi söylüyor musunuz,
yoksa başınızı belaya sokmayacak kadar akıllı mısınız,
gerçek düşüncelerinizi başbaşa konuşmalara mı
saklıyorsunuz,
açıkça konuşanları biraz aptal buluyor musunuz?
Günahlardan yapılmış hayaller var mı içinizde,
günahtan korktuğunuzdan bunları saklayıp
Tanrı'yı mı kandırmaya uğraşıyorsunuz?
Günahları sevmiyor musunuz, seviyor musunuz
yoksa...???
Uzun bir yolculuğa çıkar gibi
duygularınızla düşüncelerinizi denklere
sarıp da içlerinizde bir yerlere mi
yerleştirdiniz,
bir gün yolculuk bitince açmayı mı düşünüyorsunuz
aslında yolculuğun hiç bitmeyeceğini ve
denklerinizi
hiç açmayacağınızı bilerek...
Bir gün çıldırsanız da
bütün duygularınızla düşüncelerinizi açıkça
söyleseniz,
neler duyacağız sizlerden,
gizli palyaçolar mı çıkacak ortaya,
yoksa korkaklığın altında,
bir istiridyenin içinde büyüyen inciler gibi
büyümüş yiğitlikler mi?
Kızgınlıklarınız yok mu sizin,
öfkeleriniz, isyanlarınız?
Aşklarınız yok mu?
Kendi sahtekarlığınıza ne kadar esirsiniz?
Esaretten kurtulsanız da gerçekler dökülse ortaya,
kendinize şaşar mısınız,
hiç düşündüğünüz oluyor mu kırkıncı odada neler
var diye, hangi unutulmaya çalışılmış sevgililer,
dile getirilmeyen özlemler,
söylenmeye söylenmeye birikmiş öfkeler,
hangi boşvermişlikler,
hangi inkar edilmiş arzular yatıyor diplerde?
Ne kadarınız gerçek sizin?
Kimselerden korkmadığınız kadar korkuyor musunuz
kendinizden?
Şehrin ışıklarının bulutlara yansıdığı
turuncu pırıltılı külrengi bir gecede,
şimşeklerle boşanan yağmur başladığında
şatonuzun odalarında bir gezintiye çıkıyor musunuz,
ağır ağır yaklaşıp o kırkıncı odaya açıyor musunuz
kapıyı usulca, gördükleriniz ağlatıyor mu sizi,
bu kadar gerçeği o odada saklayıp,
hayatı yalandan yaşadığınızı farketmek nasıl bir
sarsıntı yaratıyor?
yoksa, ne gökyüzüne vuran ışıklar, ne yağmur, ne de
ıssız gece,
sizin kırkıncı odaya yaklaşmanızı sağlayamıyor mu,
korkuyor musunuz kendi gerçeklerinizden,
kırkıncı odanız size de mi kapalı,
kendi kendinize bile mahrem misiniz?
Ne kadarınız gerçek sizin?
Ne kadarınız kendi sahtekarlığına esir?
Bıktığınız olmuyor mu kendi yalanlarınızdan,
hiç kendinizden sıkıldığınız olmuyor mu,
kendinizi bir yerlerde terkedip de gitmek
istemiyor musunuz,
bütün yalanlarınızdan uzak bir yere?
Şöyle rahatça bütün duygularınızı,
bütün düşüncelerinizi söyleyebileceğiniz bir diyara,
kendinizi bile yanınıza almadan.
Ah aslında ben onu seviyordum diye ağlayacağınız
kimleri saklıyorsunuz koynunuzda,
yüksek sesle eleştirip de
içinizden hak verdiğiniz hangi düşünceler var,
kendinizi akıllı bulurken aslında gizlice kendi
korkaklığınızdan utandığınızın itirafını nerelerde
gizliyorsunuz?
Ne kadarınız gerçek sizin?
Ne kadarınız kendi sahtekarlığına esir?
Bunu hiç düşündüğünüz oluyor mu
yoksa bunu düşünmek bile yasak mı size?
Neler var kırkıncı odada?
Otuzdokuz odadan yapılmış hayatınızı,
kırkıncı odanın kapısını açmamak için yalandan mı
yaşıyorsunuz?
Niye yapıyorsunuz bunu?
Açsanıza kırkıncı odayı yağmurlu bir gecede
belki...
Belki de hiç açmazsınız,
kapalı bir odayla yaşarsınız bütün ömrünüzü,
kendinizden sıkılarak...
Ahmet Altan...
bugün yazdığı " yüz yıllık temizlik" başlıklı yazısında adeta "siyasi manifestosunu" yazan taraf gazetesi yazarı. http://www.taraf.com.tr/yazar.asp?id=6
günlerdir sorduğu sorulara kimsenin yanıt veremediği yazar.
oysa sorusu çok basit: "neden susurluk'a karşı çıktınız da ergenekon'u savunuyorsunuz?"
buna yanıt verme, vermeme ya da lafı dolandırma çabasına girenleri açmaza düşürmeye yetiyor.
son yazısında, açıklanmış olmasına rağmen hala taraf ile fethullah gülen arasında hayali bağlantılar arayan, kurmaya gayret eden ve gazetenin mali kaynakları hakkında yalan haberler uçuran hürriyet gazetesi'ne ve onun yazarı mehmet yılmaz'a yükleniyor ve gerçeği söylemenin ağırlığını taşıyan sözlerden sonra şöyle diyor:
"siz yalan söylüyorsunuz.
hürriyet gazetesinin yönetimi ya bu yalanların yazarın görüşü olduğunu ve kendisinin bunları paylaşmadığını söylemek ya da bu yalancılığı yazarıyla birlikte sırtlamak zorunda.
işinizi yapmadığınız için başkaları da yapmasın istiyorsunuz ama yalanlar söyleyerek amacınıza ulaşamazsınız.
bizimle dürüstlük yarışına da giremezsiniz.
Çünkü siz dürüst değilsiniz.
biz dürüstüz.
sizi her seferinde dizlerinizin üstüne çökertiriz.
bir seferinde aydın doğan’la bir kahve içmiştik benim milliyet’teki odamda, o kahvenin hatırına kendisine eski bir anadolu deyişini de hatırlatayım.
Türkiye'de özgün yazı yazan nadir yazarlardan biri. insanların 'aldatmak' kitabı yüzünden gereksiz bir şekilde yargıladığı yazar. Sırf sapkın düşünceler yüzünden yapılan edebiyata saygısızca saldırıldığına inanıyorum kitaplarında. Adam konu olarak hiçbir şey anlatmazsa bile olur, dili kullanma yeteneği olağanüstü bence. En azından diğer yazarlar gibi ondan bundan çalarak kurgulamıyor, başkalarının tarzını çalmıyor.
bugünkü yazısında ergenekoncu bünyelere ayar üstüne ayar verdiğini sanırken kendisini komik duruma düşürmüş yazar. sanıyor ki ergenekon'a şüpheyle bakan insanlar çetelerin üstünü örtmeye çalışıyorlar. anlamamış demek ki. öyle bir şey yok. varsa böyle bir oluşum elbette ki ortaya çıkartılmalı, ama yaşananlar öyle inandırıcılıktan uzak, öyle kolpa ki...
hizmet ettiği amaç doğrultusunda, bu kolpaya şüpheyle bakanlara saldıracağına daha inandırıcı kanıtlar ortaya koymaya çalışsa enerjisini daha verimli harcayabilir.
Henüz iddianamenin ayrıntılarını bilmiyoruz, tamam.
Peki, Ümraniyedeki cephaneliği de mi bilmiyoruz?
Eskişehirdeki cephaneliği de mi bilmiyoruz?
Bu cephaneliklerin emekli askerlere ait olduğunu da mı bilmiyoruz?
Eskişehirdeki cephanelikte bulunan bombalarla Cumhuriyet Gazetesine atılan bombaların seri numaralarının tuttuğunu da mı bilmiyoruz?
Tabanca üzerine yemin edilen örgütleri de mi bilmiyoruz?
Susurlukun en önemli figürlerinden Veli Küçükün bu örgütün de içinde bulunmasından, sanıkların evlerinde ele geçirilen belgelerden, verdikleri ifadelerden, aralarındaki ilişkilerden vazgeçtim.
Bugün bizim gazetede açıkladığımız örgütlenme şemalarından, mafya kurma planlarından, güvenlik örgütleriyle şirketlere sızma hesaplarından, sahte din vakıfları oluşturmalarından vazgeçtim.
Hepsinden vazgeçtim.
Sadece şu bildiklerimiz bile insanı telaşlandırıp meraklandırmaya değmez mi?
Emekli askerlere ait cephaneliklerin olması, Cumhuriyet Gazetesinin bombalanması sizi hiç mi endişelendirmiyor?
Bir ülkede böyle cephanelikler olmasını, gazetelerin bombalanmasını doğal ve olağan mı buluyorsunuz?
Eğer olağan buluyorsanız niye açıkça söylemiyorsunuz?
Neden, canım ne olmuş cephanelik varsa, ne olmuş gazete bombalamışlarsa demiyorsunuz?
Demiyorsunuz çünkü henüz cesaretiniz buna yetmiyor.
Henüz bu derece yüzsüzleşemiyorsunuz.
Ama yarın ne olursunuz, onu kestirmek zor.
Neden Ergenekonun avukatlığına soyunan politikacılar şu cephanelikler hakkında konuşmuyor?
Neden Ergenekonun üstünü örtmek için kendilerini parçalayan gazeteciler Cumhuriyet Gazetesinin bombalanmasıyla ilgilenmiyor?
Diğer her şeyden vazgeçtim.
Şu iki konudaki fikirlerinizi bir açıklayın da, ne düşündüğünüzü, ne söylediğinizi bilelim.
Ergenekonun üstünü örtmek için medyada da politikada da olağanüstü bir çaba olduğunu görüyoruz.
Ama bir türlü nedenini açıkça kavrayamıyoruz.
Alttan alta söyledikleri, Ergenekon çetesinin yakalanmasının AKPnin işine yarayacağı.
Eğer söyledikleri buysa, ilk sorulacak olan soru şu: Bir siyasi partiyi iktidardan uzaklaştırmak için cephaneler ve bombalamalar meşru mu sizin için.
ikinci soru da şu:
Böyle büyük bir çeteyi yakalamak Türkiyenin aleyhine mi?
Bu toplum gelişmişliğe, çağdaşlığa, çetelerle, cephanelerle, bombalarla mı ulaşacak?
Türkiye için öngördüğünüz çağdaşlık ve gelişmişlik bombalardan mı geçiyor?
O zamanlar Susurluk yakalansın, ilişkileri ortaya çıksın diyenler Erbakancı mıydı?
Siz Erbakancı mıydınız?
Niye o zaman Susurluka karşıydınız?
Niye şimdi Ergenekoncusunuz?
Bu iki örgütlenme arasındaki fark ne sizin için?
Niye hiçbiriniz bu farkı bize anlatmıyorsunuz?
Acaba o zaman 28 Şubat gelecek ve sizin istediğiniz askerî rejim kurulacak güveni içinde, artık görevini bitirmiş olan Susurlukun tasfiyesini istediniz de, şimdi böyle bir askerî darbe ihtimali bir türlü yaratılamadığı için son çare olarak Ergenekona mı sarılıyorsunuz?
Ergenekon serbest kalsın ve yeni bir darbenin yolunu açsın ümidiyle mi yazıyorsunuz o Ergenekoncu yazılarınızı?
O zaman Susurluka karşı çıkan, şimdi ise Ergenekonu destekleyen herkes, bu iki örgüt arasındaki farkı bize anlatmalı.
Susurluk çetesiyle ilgili ortaya konan ve sizi ikna eden kanıtlardan hangisini Ergenekon için bulamıyorsunuz?
Bunu da söyleyebilir misiniz acaba?
Hiç öyle lafı eveleyip gevelemeden, koskoca gazetelerin tepesinde oturup da bizi dövüyorlar diye ağlaşmadan, AKPnin arkasına saklanmadan, şöyle net bir şekilde düşüncelerinizi yazabilir misiniz?
Ergenekonun avukatlığını üstlenen politikacılar, Susurluk-Ergenekon kıyaslaması yapabilirler mi acaba?
Hadi anlatın bize...
Ergenekonun köklerinin açığa çıkmasını, bu çetenin durdurulmasını isteyenlere, bu çetenin faydalarını gösterin.
Susurluk niye kötüydü de, Ergenekon niye iyi?
Sabırla bu soruyu sorup, sabırla cevabınızı bekleyeceğiz...