son yazısında kendini değiştirmeyen, geliştirmeyen, statik, dogmatik... fikirleri turşuya benzeten yazar. telmih ve dokundurma sanatının en usta örneklerinden biri. * http://www.taraf.com.tr/yazar.asp?id=6
"Din, benim gibi mahcup bir sevgiyle uzaktan bakanlara bile huzur verici, insana hem yalnızlığını hem sonsuzluğunu anlatan bir tesirle dokunuyor yaklaştığınızda. Tanrı, evinin kapılarını bazen açar, bazen açmaz bana."
"inançsız biri için tuhaf inançlarım var benim, en açılmayacak gibi görünen kapıların bile çok istersen, samimiyetle istersen, dürüstlükle istersen açılacağına inanırım."
"Ve, ne dindarlara yapılan zulmü anlarım, ne de dindarların yaptığı zulmü."
"Türbanlı çocukta da, oruç yiyende de korkulacak bir yan yok."
1985 yılında, aylık yayınlanan "Kadınca" dergisinin Eylül sayısı için açıklamalarda bulunmuş ve: "Ensest ilişkiyi onayladığını, hayvanlarla cinselliği normal karşıladığını ve bütün kadınlarda bir fahişe eğilimi olması gerektiğini" buyurmuş liberal aydın(!).
ha derseniz ki o'da değişti. o zaman ben de : "aq insanlık ne hale gelmiş be, yediği b.klardan kurtulmak isteyen omurgasızların tek adresi değişim olmuş" derim.
edit: esas tarihe not düşülecek mülakatını vaktiyle vermiştir muhterem. mübarek(!) insan (!) günümüzün Marquis de Sadeıymış da haberimiz yokmuş.
gazetelerde boş yere yer kaplayan,büyük güçler tarafından beslenen,düşüncesinden vazgeçmiş,tek teması aşk-seks-kadınlar üçlüsü olan ve yazar olmayı hak etmeyen şahsiyet...
sadece aşagıdaki yazısı için bile sevilmeyi hakeden yazar. insan..
Arada bir öğlenleri Kadıköy'deki Osmanağa Camii'nin yanına gidiyorum.
Oradaki müezzinin sesini seviyorum.
Ezanı kendine has bir tarzda, araları biraz uzatarak ve çok güzel okuyor.
Cumaları söyleyişi sanki daha da tatlılaşıyor.
Güzel söylenen ezanı seviyorum.
Benim her öğlen gidip ezan dinlememin bir hediyesi gibi biraz önce gelen bir paketten Ahmet Özhan'ın söylediği ilahilerin başında ezan çıktı.
Şimdi onu dinliyorum.
Bir ney taksiminin ardından ezan başlıyor.
Çocukluğumu hatırlatıyor biraz bana.
Akşam ezanından sonra boşalan kömür kokulu sokaklarda, iyice gölgelenen alacakaranlık kaldırımlarda ağır ağır yürüyerek eve giderdim.
Hep benimle kalacak bir yalnızlığın kokularını, seslerini ve kurşuni rengini içime sindirirdim.
O seslerin içinde ezan da vardı.
Hep de orada kaldı sanırım.
Din, benim gibi mahcup bir sevgiyle uzaktan bakanlara bile huzur verici, insana hem yalnızlığını hem sonsuzluğunu anlatan bir tesirle dokunuyor yaklaştığınızda.
Çok sık olmasa da bazen geceleyin camiye giderim.
Işıklarının çoğu sönmüş, kandil misali birkaç lambayla aydınlanmış o büyük kubbenin altında yalnız başıma otururum.
Öyle otururum.
Her şey sonsuzluğun kuvvetli ışığı altında solgunlaşana kadar halıların üstünde bağdaş kurup beklerim.
Ve, o sonsuzluğu bir yalnızlık içinde hissetmekten hoşlanırım.
Tanrı, evinin kapılarını bazen açar, bazen açmaz bana.
O saatte camiye giremeyeceğimi bana bir hoca efendi ya da bir bekçi söylese de, ben onu tanrının söylediğini düşünürüm.
Kapılar açılmadıysa, "bir kırgınlık var" diye geçiririm içimden.
"Onu kıracak bir şey yaptım, onun için açmıyor kapısını."
Hiç zorlamam.
"Peki" der ayrılırım.
Bilirim ki o kapılar yeniden açılacaktır.
Bir gece gittiğimde beni buyur edecektir.
Şefkatli bir ses 'hadi açayım kapıları' diyecektir.
Bundan hiç kuşkulanmam.
Kendimden kuşkulanırım.
Bir dindar gibi gitmem oraya, ibadete, dua etmeye gitmem.
Bazen onu kıracak bir şey yaptıysam eğer kapılarını açmıyor bana.
Sessizce uzaklaşıyorum.
"Bir dahaki sefere" diyorum, "açacak kapılarını".
Açmasa da açana kadar gideceğim.
inançsız biri için tuhaf inançlarım var benim, en açılmayacak gibi görünen kapıların bile çok istersen, samimiyetle istersen, dürüstlükle istersen açılacağına inanırım.
Ve, ne dindarlara yapılan zulmü anlarım, ne de dindarların yaptığı zulmü.
Dinin yanında, çevresinde, içinde bir zulüm olmasın isterim.
inan ya da inanma ama dine dokun.
Korkulacak bir şey yok.
Türbanlı çocukta da, oruç yiyende de korkulacak bir yan yok.
Korku dinden uzak bence.
Geceleri camiye gittiğimde, o loş ışıkta, sonsuz bir aydınlığın bütün hayatı solgunlaştırdığını gördüğümde korkmam ben.
Kimse korkmaz.
Hayat ve ölüm iki küçük çocuk gibi oturur yanıma.
Onlara gülümserim.
Belli belirsiz bir hüzün, neye olduğunu bilmediğim bir özlem, derin bir şefkat hissederim.
Bir şey söylemem.
Bir şey istemem.
"inançsız" olduğumu içimden bile geçirmem, yapmam böyle bir kabalık, O da hatırlatmaz zaten.
cinsellikte sınır tanımayan insanmış kendisi. 1985 yılında kadınca dergisine verdiği röportajda ufkumuzu hayli genişletecek fikirlerini dile getirmiş. ensest ilişkiyi onayladığını, iki kardeş arasında cinsel ilişkinin mısır ve roma'da bulunduğunu söylemiş. olayın tarihsel kökeninin bulunması iğrençliğini nasıl ortadan kaldırır pek anlayamadım ama zaten sado- mazohist eğilimler kendisine aykırı gelmezmiş. hatta anne- oğul, baba- kız arası ilişkilere de ışık yakmış bu mülakatta ahmet altan. iki insan istiyorsa her şey olabilir buyurmuş, uyanık röportajcı '' o zaman hayvanlarla da seks doğal... '' diyecek olmuş, bilumum özgürlükler şampiyonu ahmet bey sazan gibi atlamış
'' eğer insan istiyorsa. insan istediğini yaşamıyorsa çok acıklı '' diye ilave etmiş. bu arada zavallı hayvancığın rızası güme gidiyor o başka. işte tam da bu sapık fikriyle nasıl da sahte özgürlükçü olduğunu ikrar etmekte ahmet altan. salt kendi kör nefsi için, tercihini bildiremeyecek, tarafını söyleyemeyecek hayvanla cinsel ilişki kurabilecek bir tiynet.
Derin bir tarihi, çağların içinde birikmiş renkli bir kültürü, muhteşem bir tabiatı ve coğrafyası olan bir ülke.
Olağanüstü bir mizahı, çok kuvvetli bir şiir damarı, çocuksu bir vahşeti ve masumiyeti olan bir ülke.
Burası güzel bir ülke.
Burası tanrının armağanlarıyla dolu bir ülke.
Peki, nedir bu halimiz?
Nedir bizi böylesine zebun eden?
Niye böyle zayıf, niye böyle fakir, niye böyle kan revan içindeyiz?
Ne yapmalıyız insanca yaşayabilmek için?
Size sadece iki kelimeyle cevap verebilirim.
Orduyu düzeltin.
Buna iki kelime daha ekleyebilirim.
Medyayı düzeltin.
Bu iki kurum gerektiği gibi çalışsın, çağdaş ülkelerde ordu ve medya nasıl çalışıyorsa öyle çalışsın, göreceksiniz ki bu ülkenin kaderi tahmin edemeyeceğiniz bir süratle değişir.
Biliyorum, ''ya siyaset'' diyeceksiniz?
Medya gerçek bir medya gibi olursa siyaset zaten kendiliğinden düzelir.
Doğru, gerçekçi, çıkar gözetmeyen bir medya, siyasetin saçmalığını kısa sürede düzeltir.
Bakın, Aktütün'deki kanlı facianın perde arkasını dün bu gazete yayınladı.
Çok önceden haber alınan, saldırı hazırlığının görüntüleri an be an kaydedilen bir baskını ordu önlememişti.
Hiçbir tedbir almamıştı.
Oradaki çocuklar ölüme bırakılmıştı.
Böyle bir ordu olur mu?
Yeni genelkurmay başkanı ile yeni kara kuvvetleri komutanının yaptıkları ilk konuşmaları hatırlıyor musun?
Kendi meslekleriyle ilgili değildi konuşmalarının vurguları.
Siyasetle ilgiliydi.
iki siyasetçi gibi konuşuyorlardı.
Kimse onlara, ''size ne, siz işinizle ilgilensenize'' demedi.
Ve onların işleri yerine siyasetle uğraşmasının bedelini genç askerler ödedi.
Daha önce Dağlıca baskınını bile bile önlemedikleri gibi Aktütün baskınını da bile bile önlemediler.
Arkasından çıkıp ''baskı yasaları'' istediler.
Zaten asıl istedikleri, burada bir askerî yönetimi sürdürmek ve mümkün olduğunca güçlendirmek.
Kürt sorununun demokratik yollarla çözümünü bu nedenle engelleyip duruyorlar.
Öylesine siyasetle meşguller ki askerliği bir kenara bırakmışlar.
Sadece siyaseti tekellerine almayı, toplumun üstündeki baskıyı artırmayı amaçlıyor.
Böyle bir ordu olmaz.
Yeryüzünün her normal ülkesinde bunun hesabı o komutanlardan sorulur.
Burada soruluyor mu?
Hayır.
Dün Meclis'te bütün partilerin grup toplantıları vardı.
Tek bir parti bile bu konuya değinmedi.
Birbirleriyle kayıkçı kavgası yapmaya daldılar.
Öylesi daha kolay çünkü.
Peki, eğer Aktütün'de ölüme terk edilen o genç çocuklara sahip çıkmayacaklarsa, bu partiler neye sahip çıkacaklar?
Ne için var bu partiler?
Birbirlerine küfretmek, saçma sapan polemikler yapmak için mi?
Ya iktidar niye var?
O başbakan niye var?
Böyle bir facianın hesabını sormayan bir başbakan olsa ne olur, olmasa ne olur?
Şimdi, alın bugünkü gazeteleri ve bakın bakalım.
Kaç gazete, bu siyasetçileri, Aktütün konusuna değinmedikleri için eleştirecek?
Kaç gazete, hükümete, ''bu olayın hesabını sormak zorundasın'' diyecek?
Eğer medya gerçekten medya olsa, bunun peşini bırakmaz.
Bunun hesabının sorulacağını bilen siyasetçiler de o utanç verici kavgalar yerine gerçek işlevlerini yerine getirirler.
Ölen çocuklara sahip çıkarlar.
Çıkarlar ki başka çocuklar ölmesin.
Meclis, hükümet, siyasi partiler bu ülkedeki insanların mutluluğunu ve özgürlüğünü korumak için var.
Korumayacaklarsa varlıkları ne işe yarar?
Siyasete dalıp askerliği unutmuş bir ordu, gerçekleri söylemeyen bir medya ve ürkek bir siyaset kurumu bu ülkeyi bu hale getiriyor işte.
Önce orduyu düzeltmeli bu ülke.
Onu siyasetten uzaklaştırmalı.
Yoksa daha çok çocuk ölür.
Onların ölümü baskı yasaları için bahane edilir.
Medya, gerçekleri yansıtmalı.
Orduyu da, siyaseti de hakkaniyetle eleştirmeli.
O zaman bu korkak politikacılar da biraz cesaret bulur belki.
Ya da yerlerine cesur birileri gelir.
Yeryüzünün en güzel ülkelerinden birinde yaşıyoruz, herkesin gıpta edeceği bir ülke olmak için her şeye sahibiz, eğer öyle olamıyorsak nedeni sadece biziz.
Böyle bir orduya, böyle bir medyaya ve böyle siyasetçilere tahammül etmenin bedelini fakirlik içinde çocuklarımızın ölünü seyrederek ödüyoruz.
türkiye'de gerçek demokrasinin var olup olmadığını bugünkü yazısı ile cümle aleme göstermiş olacak adam. babalar gibi yazdı, hodri meydan dedi. bakalım ona gelecek cevaplar medeni ve demokratik mi olacak, yoksa totaliter mi..