okuduğum ''tehlikeli masallar'' kitabında yaptığı benzetmeler ve tasvirleriyle kendini bana sevdirmeyi başaran(onun öyle bir amacı olmasada) harukulade yazarımızdır.
Sanırım Cumhuriyetin en büyük fiyaskosu eğitim sistemi oldu.
Halkın arasından çıkıp da o halkla ilişkisini kesen bir grubun epey sorunlu iktidarını sürdürebilmek için eğitim tam bir beyin yıkama mekanizmasına döndürüldü.
Çocukların düşünmesini sağlamak için değil tam tersine düşünmemesini ve devlet, Atatürk, Kemalizm gibi tabulaştırılmış kavramlara tapınmasını sağlamak için düzenlendi bütün sistem.
Sonucunda, düşünemeyen, sadece ezberlediklerini tekrarlayan, kutsallıklarla zihinleri dondurulmuş bir okur yazar zümresi çıktı ortaya.
Burada birçok garip çelişki belirdi.
Devleti korumak için yetiştirilen kadrolar, zihinsel bir şokla donduruldukları için daha sonra yönetime geldiklerinde devleti idare edemediler.
Devlete tapınanlar, yetersizliklerinden dolayı devleti çökerttiler.
Hukuksuz, darbeci, çeteleşmiş bir yapı çıktı ortaya.
Beyin yıkayarak itaatkar kadrolar yaratma kurnazlığı, devletin yetersiz kalmasına yol açtı
altan familyasının son anda turnayı gözünden vuran kanadıdır. o da ailesi gibi siyasi yazılarında romantik(!) unsuru bol bol kullanır. kendisini halkın üstünde görmesi de sanırım bulunduğu ailenin türk medyası üzerindeki baskısıdır. 1 ytl'lik fiyatıyla tam bir halk(!) gazetesi olan taraf gazetesinin baş yazarıdır da artık ne de olsa. onlardan bir beklentim daha var o da tüm altanların gazetelerindeki işlerini bırakıp yeni bir gazete kurması ve tüm personelini altanların oluşturması.
başsavcı'nin kapatma davasındaki iddianamesinde kanunda suç sayılmayan şeylerin olduğunu atv haber'de iddia eden bünye.kendisine şunu sormak lazım:
"hukuk adına ömründe gördüğü sadece Sudaki iz adli kitabinin bir bölümünün yasaklanması gibi şeyler olan ve her kitabında bir kadının zifaf odasını en ince ayrıntısına kadar anlatan kişi nasıl olur da başsavcıya suç tasnifini anlatmaya çalışır?"
"Bayrakları bayrak yapan bayrak imalatçılarıdır. Toprak, eğer uğrunda ölen varsa utanmalıdır." gibi son derece romantik bir sözü söylemiş kişidir.
bayrakları bayrak yapan imalatçılardır evet ama onunla aynı görüşten bakacak olursak kağıtları yazı yapan da matbaacılardır. o zaman işin en büyük kısmı matbaacılara mı gitmelidir, yoksa o zaman korsan serbest mi bırakılmalıdır?
bir de şunu sorayım kendisine, acaba uğrunda ölen olmayan bir devlet biliyor mu?
kuşkusuz her yeri gezmiştir kendisi bu yüzden sormak lazım biliyor mu?
amerika mı yoksa o, ingiltere mi, fransa mı ya da başka bir ülke mi?
ahmet altan kanımca yapmaya çalıştığı roman yazarlığını, siyaset yazarlığıyla karıştırmış durumda. romantizmi orada da deniyor. ol(a)bil(e)meyeyecek şeyleri olur yapmaya çalışıyor o kadar.
bugünkü yazısında başbakana katillerle uzlaşılmaz diyen kişidir. katiller olarak gösterdikleri kimdir elbet hepimiz biliyoruz. ama benim onun hakkında merak ettiğim şey başka: bundan 1-2 sene evvel yalnız roman yazarı olan arasıra gazetelerde köşe yazarlığı yapan biri nasıl oluyor da derin devletin en derin yerlerini bu kadar kendinden emin olarak biliyor.
yoksa bunları bilmesinin nedeni sadece kitap basımıyla geçindirmeye çalıştıkları taraf gazetesi mi? ne de olsa mucize(!) gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
siyasetbilimci, istihbaratçı ya da sırtını dev bir sermaye grubuna dayamış bir gazete yöneticisi olmadığı halde siyaset hakkında yazan kişi.
türkiye şartlarında haliyle ayıplanmış. ne işi varmış, nasıl yapabilirmiş, gitsin roman yazsınmış falan filan. insanlar roman yazarlarının beyninin dünyada olup bitenden tamamen soyutlanmış olduğunu düşünüyor galiba. okumamanın yan etkisi olsa gerek.
dolayısıyla da kendisine getirilen eleştirilerde ortaya attığı fikirleri çürütecek karşı-görüşler pek yok.*
onun yerine romanlarındaki erotik öğeleri türk kültürünün çarpık namus yaklaşımıyla öne çıkartıp yazarı aşağılamaya çalışan saçmalıklara sıkça rastlamaktayız.
bir de ortaçağ biliminin benzetmeli/karşılaştırmalı didaktik demogojileri eleştiri olarak sunuluyor ki asıl o tip eleştiriye hastayım.*
ne yapmaya çalıştığını bir türlü anlayamadığım güya yazar. kitaplarındaki dile ısrarla karşı çıktığım kişi. bir dönem romantik ayaklarındaydı şimdi ormantik ayaklarında, rant peşindeki bir isim.
ey kavmim yazısıyla, analizin kralını gözler önüne sermiştir.
--spoiler--
Ey kavmim...
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Dönüp de bakmazsın ölülerine.
Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvın.
Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın.
Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıdını...
Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlarına.
Tanrıya yakarır ama firavunlara taparsın.
Musa Kızıldeniz'i açsa önünde, sen o denizden geçmezsin.
Ey kavmim...
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Korkarsan kendinden olmayan herkesten. Ve sen kendinden bile korkarsın.
Hazreti ibrahim olsan, sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın.
Hazreti isa'yı gözünün önünde çarmıha gerseler, sen başka şeylere ağlarsın.
Gündüzleri Maria Magdalena'yi orospu diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çabalarsın.
Zebur'u, Tevrat'ı, incil'i, Kur'ân'ı bilirsin.
Hazreti Davud için üzülür ama Golyat'ı tutarsın.
Ey kavmim...
Sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin hazdan olmayacak mahvın. Ama sen kendi acına da yabancısın.
Kadınların siyah giyer, kederle solar tenleri ama onları görmezsin.
Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın.
Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin.
Ve nefret edersin dilencilerden.
Utancı bilir ama utanmazsın.
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.
Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen.
Ey kavmim...
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Sana yapılmadıkça işkenceye karşı çıkmazsın.
Senin bedenine dokunmadıkça hiçbir acıyı duymazsın.
Örümcek olsan Hazreti Muhammed'in saklandığı mağaraya bir ağ örmezsin.
Her koyun gibi kendi bacağından asılır, her koyun gibi tek başına melersin.
Hazreti Hüseyin'in kellesini vurmaz ama vuranı alkışlarsın.
Muaviye'ye kızar ama ayaklanmazsın.
Hazreti Ömer'i bıçaklayan ele sen bıçak olursun.
Ey kavmim...
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Ölülerine dönüp de bakmazsın. Lut kavminden de değilsin hazdan olmayacak mahvın.
Ama arkana baktığın için taş kesileceksin.
Ve sen kendine bile ağlamayacaksın.
Komşun aç yatarken sen tok olmaktan haya etmezsin.
Musa önünde Kızıldeniz'i açsa o denizden geçemezsin.
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.
Ey kavmim...
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
--spoiler--
geçen günlerde yazdığı bir yazıda ona göre akp, ona destek veren yabancı devletlerle işbirliği yapıp demokrasimizi düzeltmeliymiş.
bayat be ahmetciğim bu tarz şeyler. bu ülke senin gibilerini geçtiğimiz yüzyılın birinci çeyreğinin sonlarına doğru gördü. sonlarını da gördü. haydi hayırlı traşlar.
uzun yıllar önce bir tv programında vatanı sevmediğini söylemiştir. sunucunun (bkz: ahmet hakan)neden diye sorması üzerine 100 sene önce vatan selanikti şimdi selanik'i seveyim mi değişir bu işler diye cevap vermiştir. bir cümle sonrada türkçeyi seviyorum o ayrı demiştir.
liberat demokrat olan yazar, taraf gazetesini çıkararak kendisi gibi hoşgörülü yazarları etrafında toplamış, Türkiye'nin bir demokrasi ülkesi olması için korkusuzca çalışmayı elden bırakmamıştır.
Henüz iddianamenin ayrıntılarını bilmiyoruz, tamam.
Peki, Ümraniyedeki cephaneliği de mi bilmiyoruz?
Eskişehirdeki cephaneliği de mi bilmiyoruz?
Bu cephaneliklerin emekli askerlere ait olduğunu da mı bilmiyoruz?
Eskişehirdeki cephanelikte bulunan bombalarla Cumhuriyet Gazetesine atılan bombaların seri numaralarının tuttuğunu da mı bilmiyoruz?
Tabanca üzerine yemin edilen örgütleri de mi bilmiyoruz?
Susurlukun en önemli figürlerinden Veli Küçükün bu örgütün de içinde bulunmasından, sanıkların evlerinde ele geçirilen belgelerden, verdikleri ifadelerden, aralarındaki ilişkilerden vazgeçtim.
Bugün bizim gazetede açıkladığımız örgütlenme şemalarından, mafya kurma planlarından, güvenlik örgütleriyle şirketlere sızma hesaplarından, sahte din vakıfları oluşturmalarından vazgeçtim.
Hepsinden vazgeçtim.
Sadece şu bildiklerimiz bile insanı telaşlandırıp meraklandırmaya değmez mi?
Emekli askerlere ait cephaneliklerin olması, Cumhuriyet Gazetesinin bombalanması sizi hiç mi endişelendirmiyor?
Bir ülkede böyle cephanelikler olmasını, gazetelerin bombalanmasını doğal ve olağan mı buluyorsunuz?
Eğer olağan buluyorsanız niye açıkça söylemiyorsunuz?
Neden, canım ne olmuş cephanelik varsa, ne olmuş gazete bombalamışlarsa demiyorsunuz?
Demiyorsunuz çünkü henüz cesaretiniz buna yetmiyor.
Henüz bu derece yüzsüzleşemiyorsunuz.
Ama yarın ne olursunuz, onu kestirmek zor.
Neden Ergenekonun avukatlığına soyunan politikacılar şu cephanelikler hakkında konuşmuyor?
Neden Ergenekonun üstünü örtmek için kendilerini parçalayan gazeteciler Cumhuriyet Gazetesinin bombalanmasıyla ilgilenmiyor?
Diğer her şeyden vazgeçtim.
Şu iki konudaki fikirlerinizi bir açıklayın da, ne düşündüğünüzü, ne söylediğinizi bilelim.
Ergenekonun üstünü örtmek için medyada da politikada da olağanüstü bir çaba olduğunu görüyoruz.
Ama bir türlü nedenini açıkça kavrayamıyoruz.
Alttan alta söyledikleri, Ergenekon çetesinin yakalanmasının AKPnin işine yarayacağı.
Eğer söyledikleri buysa, ilk sorulacak olan soru şu: Bir siyasi partiyi iktidardan uzaklaştırmak için cephaneler ve bombalamalar meşru mu sizin için.
ikinci soru da şu:
Böyle büyük bir çeteyi yakalamak Türkiyenin aleyhine mi?
Bu toplum gelişmişliğe, çağdaşlığa, çetelerle, cephanelerle, bombalarla mı ulaşacak?
Türkiye için öngördüğünüz çağdaşlık ve gelişmişlik bombalardan mı geçiyor?
O zamanlar Susurluk yakalansın, ilişkileri ortaya çıksın diyenler Erbakancı mıydı?
Siz Erbakancı mıydınız?
Niye o zaman Susurluka karşıydınız?
Niye şimdi Ergenekoncusunuz?
Bu iki örgütlenme arasındaki fark ne sizin için?
Niye hiçbiriniz bu farkı bize anlatmıyorsunuz?
Acaba o zaman 28 Şubat gelecek ve sizin istediğiniz askerî rejim kurulacak güveni içinde, artık görevini bitirmiş olan Susurlukun tasfiyesini istediniz de, şimdi böyle bir askerî darbe ihtimali bir türlü yaratılamadığı için son çare olarak Ergenekona mı sarılıyorsunuz?
Ergenekon serbest kalsın ve yeni bir darbenin yolunu açsın ümidiyle mi yazıyorsunuz o Ergenekoncu yazılarınızı?
O zaman Susurluka karşı çıkan, şimdi ise Ergenekonu destekleyen herkes, bu iki örgüt arasındaki farkı bize anlatmalı.
Susurluk çetesiyle ilgili ortaya konan ve sizi ikna eden kanıtlardan hangisini Ergenekon için bulamıyorsunuz?
Bunu da söyleyebilir misiniz acaba?
Hiç öyle lafı eveleyip gevelemeden, koskoca gazetelerin tepesinde oturup da bizi dövüyorlar diye ağlaşmadan, AKPnin arkasına saklanmadan, şöyle net bir şekilde düşüncelerinizi yazabilir misiniz?
Ergenekonun avukatlığını üstlenen politikacılar, Susurluk-Ergenekon kıyaslaması yapabilirler mi acaba?
Hadi anlatın bize...
Ergenekonun köklerinin açığa çıkmasını, bu çetenin durdurulmasını isteyenlere, bu çetenin faydalarını gösterin.
Susurluk niye kötüydü de, Ergenekon niye iyi?
Sabırla bu soruyu sorup, sabırla cevabınızı bekleyeceğiz...
bugünkü yazısında ergenekoncu bünyelere ayar üstüne ayar verdiğini sanırken kendisini komik duruma düşürmüş yazar. sanıyor ki ergenekon'a şüpheyle bakan insanlar çetelerin üstünü örtmeye çalışıyorlar. anlamamış demek ki. öyle bir şey yok. varsa böyle bir oluşum elbette ki ortaya çıkartılmalı, ama yaşananlar öyle inandırıcılıktan uzak, öyle kolpa ki...
hizmet ettiği amaç doğrultusunda, bu kolpaya şüpheyle bakanlara saldıracağına daha inandırıcı kanıtlar ortaya koymaya çalışsa enerjisini daha verimli harcayabilir.
Türkiye'de özgün yazı yazan nadir yazarlardan biri. insanların 'aldatmak' kitabı yüzünden gereksiz bir şekilde yargıladığı yazar. Sırf sapkın düşünceler yüzünden yapılan edebiyata saygısızca saldırıldığına inanıyorum kitaplarında. Adam konu olarak hiçbir şey anlatmazsa bile olur, dili kullanma yeteneği olağanüstü bence. En azından diğer yazarlar gibi ondan bundan çalarak kurgulamıyor, başkalarının tarzını çalmıyor.
günlerdir sorduğu sorulara kimsenin yanıt veremediği yazar.
oysa sorusu çok basit: "neden susurluk'a karşı çıktınız da ergenekon'u savunuyorsunuz?"
buna yanıt verme, vermeme ya da lafı dolandırma çabasına girenleri açmaza düşürmeye yetiyor.
son yazısında, açıklanmış olmasına rağmen hala taraf ile fethullah gülen arasında hayali bağlantılar arayan, kurmaya gayret eden ve gazetenin mali kaynakları hakkında yalan haberler uçuran hürriyet gazetesi'ne ve onun yazarı mehmet yılmaz'a yükleniyor ve gerçeği söylemenin ağırlığını taşıyan sözlerden sonra şöyle diyor:
"siz yalan söylüyorsunuz.
hürriyet gazetesinin yönetimi ya bu yalanların yazarın görüşü olduğunu ve kendisinin bunları paylaşmadığını söylemek ya da bu yalancılığı yazarıyla birlikte sırtlamak zorunda.
işinizi yapmadığınız için başkaları da yapmasın istiyorsunuz ama yalanlar söyleyerek amacınıza ulaşamazsınız.
bizimle dürüstlük yarışına da giremezsiniz.
Çünkü siz dürüst değilsiniz.
biz dürüstüz.
sizi her seferinde dizlerinizin üstüne çökertiriz.
bir seferinde aydın doğan’la bir kahve içmiştik benim milliyet’teki odamda, o kahvenin hatırına kendisine eski bir anadolu deyişini de hatırlatayım.
bugün yazdığı " yüz yıllık temizlik" başlıklı yazısında adeta "siyasi manifestosunu" yazan taraf gazetesi yazarı. http://www.taraf.com.tr/yazar.asp?id=6
Kırkıncı Oda
Ne kadarınız gerçek sizin,
kırk odalı şatonuzun kırkıncı odasındaki
kilitler altında sakladığınız gerçek
duygularınızla,
gerçek düşüncelerinizin ne kadarı yansıyor
hayatınıza,
söylenmeyen neler var kuytularda,
hani kendinizden bile sakladığınız,
bir sinir kriziyle ya da büyük bir acıyla
yahut da muhteşem bir sevinçle kabuğunu çatlatıp da
ortalara dökülecek neler biriktiriyorsunuz
içinizde...???
Ne kadarınız kendi sahtekarlığınızın esiri?
Sevip de söyleyemediğiniz,
özleyip de açıklayamadığınız
ya da sevmeyip de sevginizin eksikliğini içinize
gömdüğünüz oluyor mu,
korkaklıklar var mı,
kalleşlikler var mı,
yoksa diplerde saklanan cesaretiniz bir işaret mi
bekliyor...???
Göründüğünüz insan mısınız siz,
yoksa bir define arayıcısı hazineler mi bulur
içinizde
ya da yıkılmış bir kentin harabelerini mi
taşıyorsunuz?
Derununuzda neler saklıyorsunuz?
Ne kadarınız gerçek sizin?
Ülkenizle ilgili düşüncelerinizi söylüyor musunuz,
yoksa başınızı belaya sokmayacak kadar akıllı mısınız,
gerçek düşüncelerinizi başbaşa konuşmalara mı
saklıyorsunuz,
açıkça konuşanları biraz aptal buluyor musunuz?
Günahlardan yapılmış hayaller var mı içinizde,
günahtan korktuğunuzdan bunları saklayıp
Tanrı'yı mı kandırmaya uğraşıyorsunuz?
Günahları sevmiyor musunuz, seviyor musunuz
yoksa...???
Uzun bir yolculuğa çıkar gibi
duygularınızla düşüncelerinizi denklere
sarıp da içlerinizde bir yerlere mi
yerleştirdiniz,
bir gün yolculuk bitince açmayı mı düşünüyorsunuz
aslında yolculuğun hiç bitmeyeceğini ve
denklerinizi
hiç açmayacağınızı bilerek...
Bir gün çıldırsanız da
bütün duygularınızla düşüncelerinizi açıkça
söyleseniz,
neler duyacağız sizlerden,
gizli palyaçolar mı çıkacak ortaya,
yoksa korkaklığın altında,
bir istiridyenin içinde büyüyen inciler gibi
büyümüş yiğitlikler mi?
Kızgınlıklarınız yok mu sizin,
öfkeleriniz, isyanlarınız?
Aşklarınız yok mu?
Kendi sahtekarlığınıza ne kadar esirsiniz?
Esaretten kurtulsanız da gerçekler dökülse ortaya,
kendinize şaşar mısınız,
hiç düşündüğünüz oluyor mu kırkıncı odada neler
var diye, hangi unutulmaya çalışılmış sevgililer,
dile getirilmeyen özlemler,
söylenmeye söylenmeye birikmiş öfkeler,
hangi boşvermişlikler,
hangi inkar edilmiş arzular yatıyor diplerde?
Ne kadarınız gerçek sizin?
Kimselerden korkmadığınız kadar korkuyor musunuz
kendinizden?
Şehrin ışıklarının bulutlara yansıdığı
turuncu pırıltılı külrengi bir gecede,
şimşeklerle boşanan yağmur başladığında
şatonuzun odalarında bir gezintiye çıkıyor musunuz,
ağır ağır yaklaşıp o kırkıncı odaya açıyor musunuz
kapıyı usulca, gördükleriniz ağlatıyor mu sizi,
bu kadar gerçeği o odada saklayıp,
hayatı yalandan yaşadığınızı farketmek nasıl bir
sarsıntı yaratıyor?
yoksa, ne gökyüzüne vuran ışıklar, ne yağmur, ne de
ıssız gece,
sizin kırkıncı odaya yaklaşmanızı sağlayamıyor mu,
korkuyor musunuz kendi gerçeklerinizden,
kırkıncı odanız size de mi kapalı,
kendi kendinize bile mahrem misiniz?
Ne kadarınız gerçek sizin?
Ne kadarınız kendi sahtekarlığına esir?
Bıktığınız olmuyor mu kendi yalanlarınızdan,
hiç kendinizden sıkıldığınız olmuyor mu,
kendinizi bir yerlerde terkedip de gitmek
istemiyor musunuz,
bütün yalanlarınızdan uzak bir yere?
Şöyle rahatça bütün duygularınızı,
bütün düşüncelerinizi söyleyebileceğiniz bir diyara,
kendinizi bile yanınıza almadan.
Ah aslında ben onu seviyordum diye ağlayacağınız
kimleri saklıyorsunuz koynunuzda,
yüksek sesle eleştirip de
içinizden hak verdiğiniz hangi düşünceler var,
kendinizi akıllı bulurken aslında gizlice kendi
korkaklığınızdan utandığınızın itirafını nerelerde
gizliyorsunuz?
Ne kadarınız gerçek sizin?
Ne kadarınız kendi sahtekarlığına esir?
Bunu hiç düşündüğünüz oluyor mu
yoksa bunu düşünmek bile yasak mı size?
Neler var kırkıncı odada?
Otuzdokuz odadan yapılmış hayatınızı,
kırkıncı odanın kapısını açmamak için yalandan mı
yaşıyorsunuz?
Niye yapıyorsunuz bunu?
Açsanıza kırkıncı odayı yağmurlu bir gecede
belki...
Belki de hiç açmazsınız,
kapalı bir odayla yaşarsınız bütün ömrünüzü,
kendinizden sıkılarak...
Ahmet Altan...