KiTABına konu ettiği hz. hamza fantezisi ile midemi bulandırmış, adını duyunca kaç yıl geçerse geçsin mide bulantımı depreştiren şahıs.
bir insan haysiyetsizliğin duvarlarına bu kadar mı iştahlı tırmanır?
şimdi bana sonuçta bir kitap ve tasvir ettiği insanlar islama inanmayan ama hz. hamza yı arzulayan kafirler diyecek olanlar çıkabilir. onlara rahmetli anthony quiin i ve yunan asıllı bir hristiyan olarak, sanat adına da olsa hz hamza ya olan saygı dolu yorumunu hatırlatırım.
hz. hamza öyle bir aslandı ki ona bakan islama inanmayan, azgın gözler bile islamın aydınlık yüzünden başka birşey göremez, hissedemezlerdi.
böyle bir aslanın cinsel organını kitabına malzeme eden hatta o cinsel organın kesildiğini hayal edip, yetmez gibi bir meydana dikilip, kadınların aç saldırılarına maruz bırakan bu adamı hadi biriniz çıkında savunun bana.
Çok değer veriyordum size. babanızdan ötürü. meclis te yıllar önce anti demokratların pis saldırısında linçten kurtulmuştu. aradan yıllar geçti. saygım devam ediyordu. ama artık zerresi yok. ülkede barış ayağına küfretmeyi mübah kılmaya çalıştığınız için. ister katılın ister katılmayın. geçen günkü manşetinizi kanım donarak okudum. ateşkese operasyon: 9 ölü. çok yazık. herkes gibi ben de kanın durmasını çok istiyorum. ama operasyonu asker yapar. teröristin yaptığı kalleşliktir, hain saldırıdır. siz nasıl olur da silahlı kuvvetleri ateşkese operasyon düzenlemekle itham edersiniz. onları yataklarında masum masum uyurken ya da analarının dizi dibinde uyurken mi vurdu asker. hayır. ama siz öyle bi yazdınız ki kanım dondu. utanıyorum sizinle meslektaş olmaktan. o hainler ana kuzuları sözde ateşkes var diye birliklerinde karakolda uyurken hem de bayram arifesinde gelip de şehit etselerdi aynı şeyleri yazacak mıydınız? hiç sanmıyorum. valla yazınızda tek bir şey eksik, teröristlere şehit dememişsiniz. unuttunuz sanırım. bir dahakine yazarsınız. ya da çıkarlarınızı savunan birileri size meydanı tamamen verdiğinde. Git annesiyle babasının elini öp o teröristlerin, baş sağlığı da dile. sana yakışır. ama sakın şehitlerin ailelerinin evinin önünden bile geçme. kirletme düşüncelerinle onların tertemiz duygularını. sizinle aynı meslekte olduğum için utanıyorum. ben de tarafım ama ülkemden yana tarafım. kanımın son damlasına kadar da bu mesleği yapmaya devam edeceğim ve sizin taraf olmadığınız her şeye taraf olacağım, bir gün bertaraf olsam da.
--spoiler--
Galiba beni en çok öfkelendiren tavır, güçlülerin güçsüzler karşısındaki o aldırmaz ve insafsız küstahlığı.
Kılıçdaroğlu'nun, Hürriyet gazetesinde Fatih Çekirge'yle yapmış olduğu konuşmayı okuduğumda da aynı öfkeyi hissettim.
Başörtüsü ile türbanın farkını anlatıyordu.
Saçı tümden örterse, olurmuş, saçın bir kısmı gözükürse başörtüsü olurmuş falan filan...
Bu adam altmış yaşını geçmiş.
Koskoca bir partinin başkanı olmuş.
Zihinsel gündemini bu laflar mı oluşturur böyle birinin?
Çekirge diyor ki, Anayasa tartışmalarını bu fark belirleyecekmiş.
Yani, üniversiteye giden kızın saçı gözükecek mi gözükmeyecek mi?
Buna öfkelenmemek mümkün mü?
Sana ne kardeşim?
ister saçını açar, ister açmaz, sana ne?
insanların saçına başına karışma hakkını kim kime verebilir?
Orduna, polisine, mahkemene, anayasana, her neyineyse işte, ona güvenip insanların yaşama biçimine karışmaktan, onlara müdahale etmekten, şunu giyemezsin, bunu yapamazsın, demekten daha zorba, daha küstah bir tavır olabilir mi?
Bu nasıl bir küstahlık?
Yeryüzünün her yanında üniversiteler dünyanın en özgür yeridir, gençler istedikleri gibi giyinirler, istedikleri gibi fikirlerini söylerler, partiler yaparlar, üniversite kampusunun etrafındaki lokantalarda canları isterse içki içerler, evlerinde, odalarında sevişirler, ibadet ederler, en saçma konuları bile istedikleri gibi tartışırlar, kızlar isterlerse şortlarını giyer sabah koşularına çıkar, isterlerse başlarını bağlar ibadethaneye giderler.
Onların nasıl yaşadığıyla, nasıl giyindiğiyle, nasıl düşündüğüyle ilgilenmez kimse.
Onların nasıl çalıştığıyla, derslerini ne kadar bildiğiyle, ne kadar yaratıcı olduğuyla ilgilenir hocalar.
Üniversitelerde çocukların özgürlüklerine müdahale etmezler, aksine onlara özgürlüğü öğretirler, özgürce düşünebilmelerini sağlarlar, özgürlüğün kapısını ardına kadar açarlar.
Onların zihinsel gelişmeleri ve özgürlükleri engellenmesin diye hocalar onların en saçma fikirlerini bile ciddiyetle dinler, zaman zaman zirzopluklarına gülüp geçerler.
Üniversite öyle bir yerdir.
Çocukların nasıl giyindiklerine karışılan bir yer değildir.
Dediğimi yapmazsan seni burada okutmam diyerek zorbalık yapılan bir yerden özgür düşünceli insanlar çıkabilir mi?
Burası zorba bir ülke.
Küstah bir yönetim var burada.
Herkese, her şeye karışıyorlar.
Sadece üniversiteli kızların başörtüsüne değil, Alevi çocukların derslerine, Kürtlerin anadiline, dindarların ibadetine de karışıyorlar.
Her şeyi devlet kendi belirlemek istiyor.
Zorbalık budur işte.
Küstahlık budur.
Halkın hiçbir kesimi bu ülkede özgür değildir.
Devleti yönetenler her türlü saçmalığı yapabilirler buna karşılık.
Arapça seçmeli ders olabilir ama Kürtçe seçmeli ders olamaz.
Niye?
Başörtülü kız üniversiteye giremez.
Niye?
Alevi'nin ibadethanesine ibadethane denilemez.
Niye?
Yasaklar devletin içinde olmalı, devlet görevlilerinin cinayet işlemesi, darbe hazırlaması, çete kurması, yolsuzluk yapması, hukukun dışına çıkması yasaklanmalıyken, bunları serbest bırakıp halkın hayatına karışmış devlet burada.
Ve, buna inatla devam etmek istiyor.
Bu zorbalık sizi öfkelendirmiyor mu?
Güçlünün küstahlığı sizi kızdırmıyor mu?
Koca koca adamların kızların saçının ne kadarı görünsün diye tartışması size saçmalığın zirvelerinden biri olarak gözükmüyor mu?
Kız çocuklarını bir saçmalığa kurban etmek tepenizi attırmıyor mu?
Bu ülkedeki herkes, fikrinde, inancında, giyiminde, eğitiminde, özel yaşamında özgür olma hakkına sahiptir.
Yeter bu kadar zorbalık, yeter bu kadar saçmalık.
Ezilenler, birbirlerine uygulanan yasakları desteklemek yerine artık bu yasakların tümüne hep birlikte karşı çıkıp, var güçleriyle Ankara'ya haykırmalılar:
Sana ne benim inancımdan, düşüncemden, dilimden, giyimimden?
--spoiler--
Bütün canlılar içlerinde bir program taşıyorlar.
Ve, o programla çoğalıyorlar.
Düşünsenize, bir damla erkek spermi minicik bir dişi yumurtasıyla buluşuyor, bütünleşiyor ve yumurtadaki programla, spermdeki program birlikte çalışmaya başlıyor.
Yeni bir canlı oluşuyor.
Beyni, akciğerleri, kalbi, midesi, pankreası, dalağı, kan damarları, elleri, kolları, ayakları, parmakları şekilleniyor.
Birkaç istisna dışında bütün insanlarda bu organlar hep aynı yerde.
Kılcal damarlar hep aynı yerlerden geçiyor.
Damarlarda dolaşan kanın miktarı, yapısı herkeste aynı.
Ama tanrı, iki damladan bir canlı inşa etme mucizesiyle yetinmiyor.
Hepsinin kılcal damarlarının dağılımı, karaciğerinin işlemesi birbirine benziyor ama hepsinin bir başka ruhu, bir başka zihni, bir başka karakteri oluyor.
Bedensel faaliyetleri nerdeyse tıpatıp aynı ama gene de tümüyle birbirinden farklı milyarlarca insan çıkıyor ortaya.
Tanrı, bununla da yetinmiyor.
Bütün bu insanlara birbirinden farklı parmak izleri veriyor.
Altı milyar birbirine benzemeyen parmak izi yapıyor.
Parmağınızın ucuna bakın, o küçücük yerde altı milyar farklı şekil yaratmanın ne demek olduğunu düşünmek bile, bir insanın nasıl mucizevî bir yaratık olduğunu anlamaya yeter.
Bu mucize binlerce yıldanberi tekrarlanıyor.
O kadar çok tekrarlanıyor ki biz bir ;mucize; ile karşı karşıya olduğumuzu unutuyoruz.
Mucize, sıradanlaşıyor bizim gözümüzde.
Kıymetini bilmez hale geliyoruz.
Tanrı mucizelerini yaratıyor ve biz büyük bir nankörlükle o mucizeleri yok ediyoruz.
Aslında, gelişmişlik ve ilkellik, tanrının mucizesine gösterilen özende billurlaşıyor.
insan denen mucizenin kıymetini bilmek, gelişmişliğin en önemli işareti.
ilkellik ise, o mucizenin değerini anlamamak ve insanlara hor davranmakla gösteriyor kendini.
Bu açıdan baktığımızda, Şili;deki 33 madenciyi yedi yüz metre toprak altından kurtarmak, herhalde insanlık tarihinin en büyük ;ibadetlerinden; biri.
Tanrının yarattığına gösterilen bu özen, onun mucizesine gösterilen bu saygı, insan canını kurtarmak için sarf edilen bu emek, sadece bir gelişmişliğin, insan değeri bilmenin değil, o insanları yaratan kudrete duyulan saygının da en büyük göstergesi.
Bilmiyorum dindarlar ne düşünür, ne der ama hangi ibadet, hangi ayin, tanrının yüceliğine, yaratıcılığına, kudretine, eserlerine daha fazla saygı gösterebilir, onu daha fazla memnun edebilir?
Bir de tersini düşünün.
insan canına değer vermemeyi düşünün.
insanlarınızın yeraltında kalmasına, binlerce ton toprağın altında ezilip yok olmasına, o mucizenin parçalanmasına göz yummayı düşünün.
Bundan daha büyük bir günah olabilir mi?
Böyle baktığınızda, Şilide kutsal bir ibadetle insanlar kurtarılırken, en büyük günahlar bizim topraklarımızda işleniyor.
Ölmemesi mümkünken sadece aldırmazlık yüzünden ölen her insanla birlikte hepimiz büyük bir günaha girmiş, bir mucizeye ihanet etmiş olmuyor muyuz?
Tanrı, kâinatı tasarlayan, onun içindeki mucizeleri şekillendiren büyük ve eşsiz bir sanatçı gibi gözükür bana.
Her gün gidip o sanatçının önünde eğilen, onu selamlayan, ona hürmet eden ama onun eserlerine kabaca, barbarca, aldırmazca davranan, onun mucizelerini hiçe sayan insanlar düşünün.
O ;sanatçı, mucizelerine kötü davrananları sever miydi?
Sadece kendisine değil eserlerine de saygı gösterilmesini beklemez miydi?
Dindarlar cehaletimi bağışlasınlar ama ben, dinin, sadece tanrıya değil, onun eserlerine de saygı gösterilmesi anlamına geldiğine inanıyorum.
Bir insanın canını kaybetmesine göz yummak da değil sadece, o insanın mutluluğuna engel olmak, onun haklı isteklerini yok saymak, onu acılara ve kederlere terk etmek de bana büyük bir günah gibi gözüküyor.
Her insan tanrının bir eseriyse, onun bir mucizesiyse eğer, o esere saygısızlık etmek tanrıya da saygısızlık etmek anlamına gelmez mi?
Şili de büyük bir ibadetin gerçekleştiğine inanıyorum.
Ne yazık ki kendi ülkemde büyük günahların işlendiğini düşünüyorum.
Ve, Tanrı, cehennemini, kendisinden ziyade eserlerine hürmetsizlik edenler için yapmıştır sanıyorum.
--spoiler--
Yazılarına ve görüşlerine sonderece saygı duyduğum gerçek özgürlükçü ve demokrat kişiliktir.Kendisi gibi olmayanların haklarını savunacak kadar demokrat ve hoşgörülüdür.Dindar olmamasına rağmen dindarların,Türk olmasına rağmen Kürtlerin,Şehirli olmasına rağmen köylü sınıfının,Sünni olmasına rağmen Alevilerin haklarını koruyacak kadar demokrattır.Adam gibi adamdır.
hazırcı,gayet tırto bi yazar. bu adama çıkıp iyi yazar diyen adam ne yazıdan ne de edebiyattan zerre anlamıyordur.
keşke biraz babasına benzeyebilseydi. en azından yazı konusunda.
--spoiler--
Bir mevsimden bir mevsime geçiş öyle hemen anlaşılmaz, yazdan sonbahara geçtiğinizde havalar hâlâ sıcaktır, mevsim değişmiştir ama öyle büyük işaretler yoktur ortada, göçe hazırlanan küçük kuş sürüleri, hafiften serinlemeye başlayan akşamlar, yeni bir mevsime geçtiğine inandırmaz hemen insanı.
Başka bir mevsime geçtiğinizde, ilk başlarda eski mevsimin belirgin özellikleri, sıcağı, soğuğu aynı gibi gözükür.
Yeni mevsim ağır ağır gelip yerleşir.
Yaz geldi derken aniden soğuk bir sağanakla, sonbahar geldi derken sıcacık bir günle karşılaşmak mümkündür.
Ama bu küçük sürprizler, havanın değiştiği gerçeğini değiştirmez, yeni mevsim geri dönülmez bir biçimde gelmektedir.
Türkiye’de mevsim değişti.
Bir başka mevsime geçtik.
Eski mevsimin yasakları, tabuları, saçmalıkları sürüyor elbet ama bu yeni bir mevsimin geldiği gerçeğini değiştirmiyor.
“Başörtüsü kamu alanına giremez” diye bağıranlar var elbette hâlâ ama artık en tutucuları bile “canım elbette üniversitede türban serbest olmalı” diyor, başörtülü kızlar üniversitelere girmeye başladılar bile.
“Terör örgütüyle konuşulmaz” diye kükreyenler var ama “devlet Apo’yla görüşür” anlayışına karşı çıkana pek rastlanmıyor.
“Anadilde eğitim Türkiye’yi böler” diye yasakçılığı sürdürmeye çalışanlar çıkıyor her yanda ama televizyonlarda “ayrılmak, Kürtlerin bağımsız bir devlet kurması” bile rahatça tartışılıyor.
“Alevilik ayrı bir din değil ki ayrı ibadethanesi olsun” diyenler çok ama “zorunlu din dersi haksızlık” diyen müminler görüşlerini ferah ferah söylüyor artık.
“Her Türk asker doğar” safsatasını sürdürmeye uğraşanlar özellikle orduda çok ama “zorunlu askerlik istemiyoruz” diyenlerin şikâyetleri ayyuka çıkıyor.
“Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” paranoyası, “sıfır sorun” anlayışına çoktan yerini bıraktı, bütün komşularla dostane ilişkiler gelişiyor.
Yeni bir mevsimin bütün işaretleri görülüyor.
Çok geçmez eski mevsime ait ne varsa silinir gider.
Bu geçiş günlerinden sonra hepimiz yeni bir mevsime alışır, ona uygun biçimde düşünüp, ona uygun biçimde davranmaya başlarız.
Gömlekle gezilen yaz günlerinden sonra sonbaharla birlikte ceketli insanların çoğalması, kışla birlikte ceketlerin üstüne bir de palto giyilmesi, ilkbaharda paltoların ortadan kaybolması gibi düşünsel mevsimler değiştiğinde de insanlar farkına bile varmadan “birlikte” düşüncelerini değiştirmeye başlarlar.
Kimse kış günü gömlekle dolaşan bir “zemheri zürafası” ya da yaz sıcağının göbeğinde paltoyla gezen bir şaşkın olmak istemez.
Herkesin anlayışı, düşüncesi, duygusu, çevresindekilerle birlikte değişir.
Değişimdeki bu benzerlik, değişimi herkes için hem kolaylaştırır hem de bir mecburiyet haline getirir.
Doğadaki mevsim değişikliklerini durdurmak mümkün olmadığı gibi toplumsal mevsim değişikliklerini durdurmak da mümkün değildir.
Artık hepimiz için yeni mevsime alışma zamanı.
Kürt meselesinin çözümüne alışmalıyız mesela, buna Türkler de Kürtler de hazırlamalı kendini, ilkbaharda aniden kar yağması gibi bir tuhaflık olabilir, savaş birdenbire kızışabilir ama böyle bir olay yaşasak bile artık savaş bitti, herkes savaşla bir yere gidilemeyeceğini gördü, en önemlisi savaşanların kendisi gördü bu gerçeği.
Savaş bitince ne olacak?
Ne olursa olsun mutlaka savaştan daha iyi bir şey olacak, Kürtlerin hakları kabul edilecek, eşit insanlar olarak yaşamaya alışacağız.
Zaten bu yeni mevsimin en önemli özelliği “farklılık ve eşitlik” olacak, farklılıklarımız daha keskinleşecek, Türk, Kürt, dindar, dinsiz, Sünni, Alevi, solcu, sağcı berrak ışıkların altında birbirlerinden farklı ama birbirleriyle eşit olarak yaşayacaklar.
Devlet bizi birbirimize benzetmeye çalışmayacak.
Hiç kimse kendini gizlemek zorunda kalmayacak.
Toplum devletten daha güçlü olacak.
Siyasette “boş laf”, “yasakçılık” kendine yer bulamayacak, “baskıyı ve zorlamayı” savunmayacak kimse, ekonomik programları, eğitim kalitesini yükseltmeyi, sağlık projelerini, teknolojik atılımları, çevreyi korumayı, güçsüz ve fakirlere toplumsal desteği arttırmayı tartışacaklar.
Yeni bir mevsim başladı.
Dolapları, çekmeceleri elden geçirip, mevsime uygun yeni duygular ve düşünceler yerleştirme zamanı.
--spoiler--
Atatürk'e ilkesiz daha doğrusu tek ilkesi demokrasisizlik diyebilecek kadar yüzeysel bir insandır.
Aynı şeyin onda birini rte için iddia etsin her yerinden öpmezsem onun bunun çocuğuyum diye anıracağım. Neden iddia edemeyeceğini hepimiz olmasa da bir çoğumuz biliyoruz.
Konu demokrasi ve özgürlükse akp türban haricinde bu konuda ne yaptı. Padişahlığa özenen bir lider olduğunu ve neo osmanlıcı olduğunu açık vaya gizli bir şekilde dillendiren birine yakışanları söylemekten imtina edip dünyanın takdir ettiği bir lideri, zamanın koşullarında ülkesi ve yurttaşları için en iyisini yapmaya çalışan birine çamur atmak için onun çizgisinden çoktan ayrılmış bir partiyi kullanması ancak yüzeysellik ve yalakalıkla açıklanabilir.
onu Yalamalık ve yalakalık yaptığı insanların inandığı tanrıya havale ediyorum. Yanlış anlamayın allah'a değil. çünkü onlar allah'a inanmıyor onların tek tanrısı var o da para.