Acılar yarıştırılmaz biliyorum. Ancak ne zaman 12 Eylül mezalimi üzerine bir öykü-roman okusam veya bir film seyretsem, eserin edebi- estetik derinliğinden, değerinden, filmin sinematografik başarısından önce gerçeği nasıl ve ne kadar yansıttığına bakıyor, sonra da kendi gerçekliğim(iz)le yaşadıklarım(ız)la kıyaslıyorum. Gayri ihtiyari oluyor bu.
Bu bağlamda Fatih Akın ın Yaşamın Kıyısında adlı sinematografik olarak başarılı, bol ödüllü filmini, gerçeği-gerçekleri çirkin biçimde tahrif etmiş diyerek öfkeyle eleştirmiştim. Sözünü ettiğim çalışmalar bir veya birkaç kişinin nezdinde bir tarih anlatıyor. Veya tarihin bir kesitini. 12 Eylül ve sonrasını. Şu veya bu biçimde devrimcileri. Eğer yazar ve yapımcılar fantastik bir film yapsalar, roman yazsalar, o zaman gerçekle karşılaştırmak, kendi gerçeğimizle kıyaslamak hem aklım(ız)a gelmez hem de haddim olmazdı. Ancak yazıldığı, yapıldığı iddia edilen bizim (78 kuşağının ve sonrasının) hayatımız filmimiz. Bu anlamda gerek Yaşamın Kıyısında gerekse Muro da yapıldığı gibi bir çirkin tahribat durumunda yazmadan duramazdım(k). Gerçeğin çok küçük bir bölümünü anlatmak, yetersiz kalmak başkadır, tahrif etmek, para-ödül ve/veya reyting uğruna aşağılamak, tarihimizi ve ölülerimizi meze yapmak başka.
12 Eylül faşizminin tankıyla, topuyla, işkence haneleri ve darağaçlarıyla bizi silindir gibi ezdiğini unutmamışken ve darbeciler henüz yargılanmamışken, bir de sanat adına, bu yazar ve yapımcıların bizi kalleşçe arkadan vurmalarına seyirci kalamazdı(k)m. iki elimiz hem sinemacıların, hem yazarların yakasında. Küfür romanlarını unutmadık. Aradan on yıllar da geçse bize küfreden bu romanları yazan yazarlar özür dilemeyip, gerçeği, bizi, gerçeğe yakışır bir biçimde yeniden yazmadıkları, hatalarını telafi etmedikleri sürece de eleştirimiz devam edecek.
Müdahil olma hakkımız ve Sonbahar Acıyı bizzat etinde kemiğinde, benliğinde, ruhunda hisseden bizim kuşak, hayatlarımızı beyaz perdeye veya beyaz kağıda (yalan ve küfürle) dökenlere karşı her daim müdahildir. Eleştirme hakkına sahiptir. Zira anlatılan bizim tarihimizdir. Örneğin çok övülen Yaşamın Kıyısında adlı filmi eleştirmeye cesaret edenlerin sayısı azdı. Ben bir eleştiri yazısı kaleme aldım. Daha sonra Mesele dergisinde Osman Akınhay (yazımı okuduğunu belirtip, adımı da zikrederek) Yaşamın Kıyısında hakkında çok güzel bir eleştiri yazısı kaleme almıştı. Keza birçok yerde benzer yazılar-eleştiriler yayınlandı. (Bkz. Yaşamın kıyısında ve Fatih akın yaşamın uzağında. Adil Okay. sendika.org. Ayrıca Tufan Sertlek in Sendika.org da ve Nilufer Zengin in bianet.org ta yayınlanan yazılarına bakılabilir.)
Bu gün de ben, Osman Akınhay ın Sonbahar filmi üzerine yaptığı değerlendirmeye katıldığımı söyleyerek başlamak istiyorum.
Böylece Sonbahar, Önder in diktanın budalalığını açığa vurduğu Beynelmilel in açtığı yolda Ömer Uğur un Eve Dönüş ü Hüseyin Karabey in Gitmek i Kazım Öz ün Bahoz/Fırtına sıyla beraber gözbebeklerimizi ışıldatan umut tablosuna dahil oluyor. Dahası Çağan
Irmak ın Babam ve Oğlum un açtığı yoldan ilerleyen Yaşamın Kıyısında ve en son, birkaç yıldır gazetelerde bilhassa körüklenen "önce sola, sosyalizme, devrimcilere saldırma" furyasından güç aldığı anlaşılan Muro karşısında namuslu bir red cephesi oluşturuyorlar En Güzel Yıllar Sosyalizme. Osman Akınhay, Mesele, Ocak 2009. S. 25
Doğu Karadeniz ve Sonbahar
Sonbahar da film kahramanı "Yusuf yeni tahliye olmuş yoldaşlarının can verdiği katliamların hedefi olmuş, bu süreçte ciğerleri tükenmiş ve geride yoldaşları kalmış. Kabuslarında durmadan "Hayata Dönüş Gecesi"nin saldırı sahnelerini görüp, revirdeki karganın sesini duyan, bir kere de üniversitede polisle göğüs göğüse geldikleri gösterileri hatırlayan Sonbahar da Yusuf un dili ve görsel hafızası fazlasıyla tasarrufludur, bir taraftan baktığınızda o, gaz bombalarıyla, pompalı tüfeklerle, lav silahlarıyla ölümü görmüş, duymuş, tatmıştır. Beni de doğrusu film boyunca en çok etkileyen, Yusuf un yakın bir vakitte öleceğini bilmesine rağmen umudu ve yoldaşlarını- ardında saklayan sahici, sıcak bakışları oluyor zaten. Takdiri ve alkışı hak edense, yönetmenin, yeterince işleyememiş bile olsa, "direnen devrimci"yi sinemada bir "karaktere" taşımayı amaçladığı bilinçli tavrı A.g.e.
Film boyunca annesiyle bile az konuşan Yusuf ta bir sürgün suskunluğu seziliyor. Hep böyle olur. Dışarıdakiler içeriyi, içeriden çıkanları anlayamaz kaygısıyla, bazen önyargısıyla susar onlar. Genelde bu yargılarında haksız da sayılmazlar. Onlar ancak kendileri gibi içeriden çıkanlarla hayatlarının en uzun en trajik anılarını paylaşırlar. Susmak unutmak değildir. Unutmaz, unutamazlar. Yusuf un "ölmeye yazgılı" olduğu halde hayata tutunmaya çalışmasını, özlemlerini, keşkelerini genç gürcü hayat kadınıyla yaşadığı kısa aşk yolculuğundan ve pasaport çıkarmasından da anlıyoruz.
Sonbahar ı birlikte izlediğim arkadaşım da benim gibi film bitince sessizce oturduğu yerde kalakaldı. Ta ki ışıklar yanıp, bizim gibi hareketsiz kalan insanlar kıpırdayıncaya kadar. Sanki bir saygı duruşundaydık. Ve anıları mücadelemize önder olacak tılsımlı cümlesini bekliyorduk. Daha sonra film üzerine söyleşimizde arkadaşım, Ben dedi, sizden sonraki kuşağa mensubum. Film Boyunca yer yer empati yapmakta, arka plandaki hem muhteşem manzaralar hem de vahşet sahneleri ile kahraman arasında ilişki kurmakta zorlandım. Neden hasta, neden ölüyor, kim onu bu hale getirmiş, neden çıplak ayakla doktorun karşısına çıkıyor, neden ölüm orucuna yatmışlar, neden F tiplerine karşı çıkmışlar bunlar anlaşılmıyor. Ya da sen anlıyorsun, ben yarım yamalak anlıyorum. Peki apolitik insanlar nasıl anlayacaklar o tarihi diye sordu ve ekledi. Karadenizin muhteşem peyzajına kapılıp filmde anlatılan trajediden koptuğum da oldu.
Doğru bir değerlendirmeydi. Ben de hem filmin başında, hem sonunda keşke benim de sığınacak böyle güzel bir ana evim olsaydı dedim. Ve beni kucaklayacak insanlar. Elbette cezaevlerinden çıkan birçok arkadaşımızı ana babaları, kardeşleri kucakladı, bağrına bastı. Ama 12 Eylül hukukunun, korku imparatorluğun ülkenin en ücra yerlerine kadar ulaştığını hesaba katarsak halk, sonbahardaki, Karadeniz in o yöresindeki gibi sevecen yaklaşmadı o sakıncalı insanlara. Birçoğu sığınacak bir baba ocağı bulamadı. Hele sürgünler bir dost sesine, ana baba, kardeş sesine, sıcaklığına muhtaç, özlem içinde yaşamaya çalıştılar. Sonbahar daki Yusuf un suskunluğu da bir çeşit sürgün suskunluğunu çağrıştırıyordu: Suskunluk. iç konuşmalar. Kabuslar...
Sonbaharla Gelen Güzel Bir Ölüm Düşüncesi
Sonbahar üzerine sohbet ettiğim bir başka arkadaş benim, keşke benim de Sonbahardaki Yusuf gibi sığınacak bir ana evim olsaydı serzenişime ek yaptı: Keşke böyle güzel ölsek biz de. Tanrılar bize böyle güzel bir ölüm nasip etse. Belki birçoğumuzun itiraf edemediği bu arzu, gerçeğin ipiyle yapılmış yalın bir kırbaç gibi indi yüreğimize. Bir an sanki sinemadayız ve film yeni bitmiş gibi hepimiz sustuk.
Elbette ihanete uğramadan, kentlerin ruhsuz-yalnız kalabalıklarında yitmeden, kimi eski solcunun korku imparatorluğunun sürüsüne katıldığını görmeden ölmek, güzel bir ölümdü Yusuf için. Tabutu kızıl bayrağa sarılı ve ana dilinde bir ağıtla hem yoldaşları, hem halkı uğurluyordu onu.
Hani başlarken acılar yarıştırılmaz diyordum ya, (20 yıl sürgün yaşadığım ve zaman aşımından sonra ülkeye dönebildiğim için) ben sürgün ruh hali, sürgün travması üzerine çok yazı yazdım. 10 yıl cezaevinde yatıp 1992 de şartlı tahliye yasasından yararlanıp çıkan bir arkadaşım bana, Sürgünde de olsanız özgürdünüz, siz cezaevinden firarı başardınız ya kaçamayanlar demişti. O da haklıydı, sürgünler de. Haksız olan 12 Eylül cuntasıydı. Unutulmaması gereken esas kötü oğlan Kenan Evren ve şürekâsıydı. Onları destekleyen ve besleyenlerdi. 12 Eylül ün sadece bir gün, yıl olmadığını, özellikle 1980-1990 arası vahşet yılları olduğunu, 1990 dan sonra da 19 Aralık cezaevleri katliamlarıyla, F tipleri denilen ölüm hücreleriyle, tecritle, köy yakma ve boşaltmalarla, yargısız infazlarla 12 Eylül hukukunun sürdüğünü bilmekti. Bunlar bilinmeden Sonbahar ı anlamak zordu. Belki bu da Sonbahar a masum bir eleştiri olarak değerlendirilebilir. Birkaç dakika daha ayrılsaydı bu gerçeklerin gösterimine ya da Yusuf bunu anasına veya bir arkadaşına birkaç cümleyle de olsa kısa ve çarpıcı olarak anlatsaydı. O zaman tarihi ve konuyu bilmeyen izleyici filmle, kahramanla daha iyi bütünleşebilir, empati yapabilirdi.
Acılar yarıştırılamazdı ama yine de insan bir Diyarbakır cezaevleri zulmünü sonra da Mamak zulmünü anmadan geçemiyor. Şartlı tahliye yasasından aynı suçla mahkum olan Kürt solcularının yararlanamadığı düşünülünce, benim 12 Eylül öncesi iki kez yakalanıp, Ankara ve Adana cezaevinde geçirdiğim bir iki yıl hiç sayılıyordu. Hatta şartlı tahliye yasasından yararlanan ama 10 koca yıl içeride yatan arkadaşımın durumu, Kürt olduğu için tahliye edilmeyen, bir ömür içeride kalanlarla kıyaslandığında hafif kalıyordu. Oysa hepimiz müebbetliktik. Çıksak da bir ömür karabasanlarla yaşamaya mahkum edilmiştik. Acı yarıştırmak yerine bize bu acıları yaşatanları toplum vicdanında mahkum ettirecek çalışmaları desteklemeli, bu bağlamda yazılan, yapılan roman, öykü, şiir ve sinemayı alkışlamalıydık. Ve darbecilerin yargılanması için mücadele etmeliydik.
Sonbahar 1990 lar ve12 Eylül hukuku
Sonbahar 12 Eylül ün hala bitmediğini anlatıyor. 1990 lı yıllarda birkaç cezaevinin müzeye dönüştürülmesi, Özal ın şartlı tahliye yasasına, birkaç anayasa maddesinin değişmesine rağmen bu zulmün, faşizm hukukunun devam ettiğini izleyiciye çağrışımlar, küçük şoklar yoluyla anlatıyor. Bu zulme direnen devrimcileri gerçeğe uygun anlatarak bir ilki başarıyor. Zira 12 Eylül den sonraki on yılda uygulanan mezalimi bu gün herkes kabul ediyor ve kınıyor. Ama sonrası yok. 1990 sonrası dönem için yapılan da -Fatih Akın ın Yaşamın Kıyısında veya Oya Baydar ın Ergüvan Kapısında yaptığı gibi- işin kolayını seçmek oldu. Yani düşene bir tekme daha vurmak, 1990 lı yıllarda mücadele yürüten, içeri düşen, zindanlarda direnen devrimcileri çirkin betimlemek. Eleştiri değil, yerme, aşağılama sözünü ettiğim. Yoksa ölüm oruçlarına birçok aydın-yazar eleştirel yaklaştı ama bir inanç, bir avuç gökyüzü, on adım volta, üç cümlelik sohbet isteyen, bu uğurda ölüm orucunda hayatını kaybeden insanları reyting uğruna çirkin, psikopat, kandırılmış tipler olarak değerlendirmediler. Onların güzelliğini, pırıl pırıl çocuklar olduklarını, ölmeye yatarken bile berrak gülümsediklerini anlattılar. Ölüm oruçları ve F tiplerinin ayrıntılı olarak yazıldığı belgesel roman sayılabilecek, Mircan Karaali nin Gorki nin Gitarı ile Sami Özbil in Soluk Soluğu adlı romanları da ne yazık ki yeterince okuyucuya ulaşmıyor. Yeni okuduğum bu romanların yazarları da çok uzun zamandır F tipi cezaevlerinde yatıyorlar.
Sonsöz: Bende hafif bir hayal kırıklığı yaratsa, konuyu ve tarihi bilmeyen bizden sonraki kuşağı yeterince aydınlatamayacağını düşünsem de Sonbahar ı alkışlıyorum. Altını çizmem gerekir ki, hayal kırıklığı beğenimin yanında çok hafif kalıyor. Sonbahar 1990 lı yıllarda, abilerin birçoğunun bayrağı yerde bıraktığı bir dönemde, o bayrakları ve yerlere düşen sloganları elleri yanma pahasına alıp taşıyan, gönderlere çeken, kulaktan kulağa fısıldayan, bazen meydanlarda haykıran, bu uğurda hayatlarını kaybeden veya sakat kalan çocuklara yazılmış bir ağıttır. Müziği, manzaraları ve Yusuf un suskunluğuyla görsel bir şölen, Latin Amerika lıların Ölüler Bayramı ritüelleri gibi bir film.
Beynelmilel filmini yapan Sırrı Süreya Önder: Ben son beş-on yıl içinde seyrettiğim filmlerin altın madalyalarını Özcan ın (sonbahar) filmine verdim diye boşuna dememiş.