ceketlerin, gömleklerin, bluzların kısaca üste giyilen herşeyin vatkalı olduğu günleri yaşamaktır.
kavanoz kapağına macun doldurup üzerine en bulunmayan gazoz kapaklarını yapıştırmak ve onunla gazoz kapak oynamaktır.
geçme, mors, kuytu gibi misket oyunlarında usta olmak, mahalledeki en kral gafliğe sahip olmaktır. yaz boyunca köktüğün tüm misketleri yaz sonunda balkondan kapış yapmaktır.
pinokyo, bmx, polo marka bisikletleri bilmek, bir bisiklete üç kişi binmektir.
eriğe dalmak, pazarda "buuuz gibi soğuk su" satmaktır.
japon ipi atlayan kızların ipine basmak, seksek oynayan kızların kayasını kapmak, yakantop oynayan kızların topuna vurmak ve takip eden on sene "kızlar benimle neden ilgilenmiyo" diye düşünmek.
eskiye duyulan özlemdir 90'lar.
eskiye duyulan özlem sadece daha kaliteli olmasıyla ilgili değil. sürekli canımızı sıkacak olaylar cereyan ediyor etrafımızda ve bir süreliğine de olsa uzaklaşmak fırsatını nostaljik şarkılar veriyor bize. kimimizin genç kimimizin çocuk olduğu yıllarda öyle şarkılar yapılmış ki içine girdikçe daha da büyüyen bir yığın bu.
he man, shera izlemek, anne-baba televizyonu açana kadar televizyon seyredememektir. show tv'de paso yayınlanan kemal sunal filmlerini sansürlenmemiş şekilde katıla katıla gülerek izlemektir. müzik kasetlerini çevirip çevirip bozulana kadar dinlemektir.
ramazan ayını kışın geçirmektir.
daha baba eve gelmeden iftar yapmaktır. sahur'a kalkındığında soba da kızartılmış ekmeğe salça sürmektir 90'larda çocuk olmak.
televizyon yoktu. gazete de her zaman olmazdı.
öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç!
dışarıda kar...
ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki.
kuzinenin üzerinde demir maşa.
maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.
aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu.
sucuk lükstü. yumurta lezzetli.
ekmek her zaman ekmek gibi.
bir kez olsun kümesten yumurta almamış,
bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışveriş
merkezlerinin restoran katlarında boğucu bir gürültü ve havasızlık
içinde hamburger keyfine fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım.
portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer,
kokusuna râm olurduk.
kestane közlemek büsbütün bir gecenin akıllara seza mutluluğuydu.
sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar...
birçoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma
dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine,
geniş ve besleyici bir masal dünyası,
lezzet bir tarafa, kokuya da hasret
kalacağımız kimin aklına gelirdi?
ekmeklerimiz el değerek üretilirdi,
sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı.
çay da kokardı... domates de.
bütün bu nefasete, küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu.
zam endişesi, doğal gazın kesilme korkusu,
yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi.
kimin umrunda.
ne güzel cahildik.
mutluluğun resmini çiziyorduk..