mavi bir "televole" kasedinde ilk kez hareketli yabancı şarkılarla kopmaktır. tipitip çiğneyip, ambalajın üstündeki tiplerin uzun burunlarına gülmektir. kent'in ürettiği yoyolarla oynamaktır.
ve falım karanfil aromalı sakız çiğneyebilmiş olmaktır. **
kral tv de top on izlemek,
hortumu üfleyerek ufak plastik topu havada tutmaya çalışmak,
teneke arabalarla oynamak,
yatık kasa bilgisayarda abilerden alınan dergi cd lerindeki demo oyunları oynamak,
bahar geldiğinde babanın bisikleti bodrumdan çıkartması ve inen tekerlerini bisikletçiye götürüp şişirtmektir.
cuma akşamları film günüydü genelde. vhs kasetler kiralanırdı. bizim evde de bir vhs player vardı şanslı ailelerdendik. charles bronson'la tanışıklığım 1991 yılına dayanıyor. velhasıl filmler de güzeldi hani. doksanlarda çocuk olmak analog ve dijital dönemi yaşamaktır bir nevi. nesil olarak önce analog çağın gerektiği araçları kullanmak dijital çağ ile beraber gelen büyük değişime ayak uydurmak zorunda kalmıştık. bizler çağ değişimine ayak uydururduk uydurmasına ama çocukluğumuzun verdiği o haylazlıktan da vazgeçmezdik. bugünün sokakları parkları bomboş ise o dönemde cıvıl cıvıldı. misket, japon kale maçlar, bisiklet, erik ağaçlarına dalmak, köpek peşinde koşmak, seksek, akşamları kızlarla oynanan saklambaç, yokuş aşağı bilyalı ile kaymak ve daha niceleri. candır doksanlar özlem duyulandır.
haftada 1 yapılan banyo, ninja kaplumbağalar, kıl oldum abi, onun arabası var, emmoğlu, oduncu gömlekleri, leblebi tozu, susam sokağı, hügo ve tolga abi, maykıl ceksın, hey corc versene borç, hadi yine iyisin,
bozuk ve çamurlu yollar, akmayan sular, çöp dağları, avusturyayı 3-0 yendiğimizde 1 hafta haber yapılıp tekrar tekrar gösterilmesi, star1 deli olma d'li ol, adam olacak çocuk, mahallede top oynamak, ip atlamak
bütün tasoları poşete doldurup sokaklarda hava atmaktır. street fighter' da aduket çekmektir.. hala hatırlarım sanırım 4 veya 5 tuşla çekilirdi. oda bir yaptın mı bir daha yapamazsın.
susam sokağı başlayacak diye heyecanla beklemek,
bizimkileri izlemek,
her cuma bir başka gece programını izlemek,
sokakta toz toprakta oynamak,
kemal sunal'a hayran olmak,
sokakta oynamak denen bir şey vardı be; saklambaç, pele, uzun eşek, doğurtturmalı, gol atan kaleye, ip atlamalar, üçgen, kum bile yiyorduk yahu. sinek ilacı dumanını da az solumadık peşinden koşarken.
apartman içinde kilim serer, legolar, barbiler oynardık.
bisikletlerle kazık yarışı yapardık, ya da mermeri en uzun kim kaydıracak.
zillere basıp kaçar, jetonlu ankesörlü telefondan itfaiyeyi arayıp 'kıçım yanıyor abi' derdik.
çizgifilmlerimiz mükemmeldi bir kere. öyle pokemon bile cazip gelmezdi ilk başlarda. tsubasa, candy *, jetgiller, çakmaktaş, şirinler, he-man ... bir de hugo'muz, susam sokağımız vardı tabi.
sonra dizimiz öyle o bunun busuna vardı, o şunun şusunu elledili değildi, anneler vasıtasıyla zorla izlenen yalan rüzgarı dışında, zeyna falan izledik baya. kaygısızlar, baskül ailesi, süper baba, mahallenin muhtarları, bizimkiler...
ateri hala şu klavyelere oranla tercih edilesidir muhtemelen. hele ki mario üstüne, ablayla ortaklaşa oynanan tankın verdiği haz tarif edilemez; 'sen kartalı koru ben adamları halletcem.'
annenin kızmasına aldırış etmeden yenen meybuzlar, okul çıkışı alınan piyamlar, turşu suları, leblebi tozları, capri sunlar...
ütülen futbolcu kartları, looney tuneslu tasolar, bilyeler...