başıma gelen en güzel şeylerden biri, 70’lerin sonunda 80’lerin başında çocukluğumu onunla birlikte geçirmekti.
çiçek apartmanının mutlu çocuklarıydık. fazladan iki üç katı var diye kendini apartman sanan bir binadan söz ediyorum, gözünüzde şimdinin binaları canlanmasın.
Annemizden izin aldığımız gibi, döner merdivenlerinden koşa koşa inip kendimizi sokağa atardık.
pinokyo bisikletimiz hiç olmadı. Düşeriz, dizlerimizi yaralarız diye mi bilmiyorum. Çok sonraları alsak da hayalini kurduğumuz zamanlardaki kadar heyecan duyamadık hiçbir zaman.
O benden daha ağırbaşlıydı. Zaten büyüktü de. Evde odasına çekilip Kitap okumayı severdi.
Küçük parmaklarımı o kapıdan çıkana kadar evlerinin zilinden hiç kaldırmazdım. Bıkardı benden. Ama severdi de bence.
Insan sevmese neden elini tutup bakkala koşsun ki hem. Bakkal demişken yerleri tahta döşemeli küçük dükkanlardan bahsediyorum.
Cebimizdeki bozuk paralarla, bakkaldaki bisküvi kutularına, leblebi tozlarına dadanırdık. Ambalajsız bisküviler, küçük poşetlerde leblebi tozları var tabi o zamanlar.
En büyük şımarıklığımız bi bip sakızlarını şekeri kaçana dek çiğneyip bir diğerini açmaktı. Kağıtlarıyla oynarken masuscuktan yenilirdi bana, çünkü elimdeki kağıtlar biterse küserdim, bilirdi.
tüm hırçınlığımı onun arkadaşlığıyla atardım.
Farklı zamanlarda, farklı şehirlerde olsa da, bu hayatta başıma gelen en güzel şey, elinden tutup annemin izin vermediği uzak sokaklarda koşmak, elektrikler kesildiğinde kadife koltuğa tırnaklarımla adını yazmak, çözemediğim matematik problemini öğrenme bahanesiyle yanına varmak, perili şeyler konuşup gece korkudan uyuyamamak, ansiklopedilerden onun adını aramak, haritalardan uzak ülkeleri bulup birlikte geleceğe dair hayaller kurmaktı.
Hayallerimiz de vardı, hayal kahramanlarımız da.
Henüz her düş kurulmamış, her sokak keşfedilmemiş, her şey yaşanmamıştı.
yokluklar ve kuyruklar arasına sıkışmış bir çocukluktur. 6 yaşında olup da her gün acaba babam bu akşam eve sağ salim geri dönebilecek mi endişesi taşımaktır. yatmadan perdeyi aralayıp da dışarı baktığında karşı evin duvarına yazı yazan militan tiplemesi ile göz göze gelmektir. korkup içeri kaçmaktır. dayınlara akşam oturmasına giderken önünden geçtiğin büfe nin geri dönüşte bombalanıp yanışını seyretmektir. deniz gezmiş in dava arkadaşı olan dayının evine gidildiğinde masa altlarına zulalanan silahları görmektir. gece yarısı babanın gidip sanayağ kuyruğuna girmesi, sabah olunca annenin gidip de nöbeti ondan devralması, sen okuldan gelirken tanzim satış önünde hala annenin bekliyor olmasını görmektir. koskoca bir fakirlikten ibarettir. lanet olasıca günleri anmak demektir.
tanıdığın,sevdiğin abi dediğin birinin habersizce ortadan kaybolması ve senin, gerçeği yıllar sonra öğrenmendir.keza dayının da ülkücülükten cezaevine girdiğini, çıktıktan yıllar sonra öğrenmektir. arkadaşının,komşunun oğlu serdarın babasının dükkanında öldürülmesidir.patlama ve tabanca seslerine alışmaya başlamaktır.annen tarafından cam kenarlarına yaklaştırılmamandır. o yaşında kıçında halka çıkmasıdır(tüp kuyruğunda beklemekten yorulup tüpe oturmaktan).sanayağ kuyruğuna girip 4 paket yağ aldıktan sonra onları götürüp yeniden kuyruğa girmektir.okulların, bankaların önünde askerlerin nöbet tutmasıdır.yegane ve en teknolojik oyuncağının telli araba olmasıdır.nedense gökyüzünün hep soluk kapalı olduğunu hatırlıyorum bir de.velhasıl kimseye bi zerre faydası olmayan aptal kavgaların yaşandığı, binlerce genç insanın pisipisine yok olduğu gerçekten hatırlanmak istenmiyesi günlerdir.
70 ler saf masum hayatların yaşandığı, hormonlu yaşamların henüz belirmediği, aşk diye bir mevhumun varolduğu, kovboyculuk kızılderilicilik, kukalı saklambaç, yakan top oynadığımız; mahalle maçları ve kavgaları yaptığımız, komşuluk ve akrabalık ilişkilerinin henüz bitmediği tertemiz yıllardı. belki cebimizde paramız ayağımızda ayakkabımız yoktu ama daha mutlu ve sağlıklıydık. ah ah o günler, ana baba günleri, unutulur mu? otobüs durağında vurulanlar, parkta oynarken çıkan silahlı çatışma üzerine çam ağaçlarının arkasına saklanışımız, bir arkadaşımızı salıncakta sallanırken kazaen vurularak yitirmemiz, makinalı tüfek, el bombası sesleri, devyol devsol duvar yazıları, kreşimizin üzerine helikopterle komandoların inmesi... evet unutulmaz günlerdi... bir kayıp kuşak yaratmayı başardınız bizden. (bkz: 12 eylül 1980)
mahalle arkadaşlığı kavramının olduğu yıllarda çocukluğunu yaşamak şansına sahip olmaktır. isterseniz biraz gözünüzün önünde canlandıralım o zamanları...ankara'da tunalı'ya yakın bir cadde üzerinde eviniz vardır. yanyana üç aparmandan da arkadaşlar edinmişsinizdir. yan apartmanın çiçeksiz, çimensiz toprak bahçesinde sabahtan akşama kadar oyun oynarsınız altı kız altı erkek çocuğu...o bahçenin tek ağacı iğde ağacıdır ve yağmur yağınca mis gibi kokar. o bahçedir ki okullar kapanınca eylül'e kadar koca bir yaz boyu size kucak açar, daha küçük yaşlarda evcilik oynarsınız sonraları ise yakantop, istop oynar, file gerip voleybol maçları yaparsınız. o apartmanın kapıcısı siz oynarken bahçe toprağını havalandırıp apartman sakinlerinin camlarını kirlettiğiniz için elinde uzun saplı süpürgeyle sizi bahçeden kovalar, kaçarken bahçenin tel örgülerini üzerine tırmanırsınız. öteki bahçeye girersiniz, orada da uzun yabani otlar arasından çekirgeleri ellerinizle toplar birbirinizin üzerine atarsınız. atatürk orman çiftliği dondurması yer, küçük bir kaya parçasının üzerine sıkışıp bol bol çekirdek çitlersiniz. okul arkadaşlarınızı hiç aramazsınız çünkü sizin mahalllenizde oniki kişilik bir ekibiniz vardır. içlerinden birine aşık olursunuz. o sizin ilk aşkınız olacaktır hatta onaltı yaşınızda onun çıkma teklifiyle karşılaşırsınız. yıllar geçse de unutmayacağınız bir sıfatı olacaktır onun; "ilk aşk"....70'lerde çocuk olmak evlerde doğumgünü partileri vermeniz demektir. ananiz siz bahçedeyken ekmek almanız için size taşa sarılmış parayı balkondan atar, ramazanlarda oniki kişi ekmek fırınının önünde pide kuyruğuna girer. 70'lerde çocuk olmak sanal arkadaşlıkların hiç varolmadığı bir dönemde bir sürü gerçek arkadaşınızın olması demektir. ilk aşkınızın okuldan eve dönüşünü kapı önünde beklemek demektir. onbeş günlük gittiğiniz kamp tatillerinden sonra dönüşünüzde kapı önünde sizi onbir kişinin beklemesi ve eşyalarınızı bir çırpıda evinize çıkarmanıza yardım etmeleri demektir. kısacası 70'lerde çocuk olmak doya doya çocukluk yaşamak demektir.