gün boyunca, ülkemizin kurulmasına zemin hazırlayan 30 ağustos 1922'ye
yönelik nefreti kusan bazı başlıklar açıldı. yine kürtçü ve şeriatçı tayfa,
diyorlar ki;..
ülke kürtler olmasa kurulamazdı, islam-iman olmasa kurulamazdı falan...
biz ne islamı ne de bu topraklarda yaşamış diğer tüm grupları dışlamadık
ama onlar onun-bunun oyununa gelip illa ki dışta kalmak istemektedirler...
bu zer-zavatın yazdıkları cehaletin ürünü olmakla beraber o yıllara bir
dönelim, bakalım dedikleri gibi mi?..
(suyu arayan adam'dan, ve harfine-virgülüne dokunmadığım paragraf) üstadın
1. dünya savaşı sırası, sorup-sorup şoka uğradığı anlar...
-- 1914-15 kışının soğuğunda, doğu'da donarak şehit olan türk askerleri...
o sıralarda savaş biraz tavsamıştı. bölüklerin mevcudu, arkadan gelen yeni
kur’alarla arttırılıyordu. bugün, ordunun bilgi yapısında, birinci dünya
harbi'ndeki osmanlı ordusuna bakarak çok şeyler değişmiştir. fakat o vakit,
örneğin bizim bu makineli bölüğünde, istanbullu bir başçavuştan başka
okuma-yazma bilen kimse yoktu. daha ilk derste belli oldu ki, bu bölükte,
hangi dinden olduğumuzu doğru dürüst ve kesin olarak bilen kimse de yoktur.
derse başlarken istanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual
cevaplara katılmamasını söyledim. sonra da askerlere sordum:
- bizim dinimiz nedir? biz hangi dindeniz?
hep birden;
- elhamdü-l-illah müslümanız…
diye cevap vereceklerini sanıyordum. fakat öyle olmadı. cevaplar karıştı.
kimisi “imamı azam dinindeniz” dedi, kimisi “hazreti ali dinindeniz” dedi.
kimisi de hiçbir din tayin edemedi. arada:
- islamız
diyenler de çıktı ama;
- peygamberimiz kimdir?
deyince, onlar da pusulayı şaşırdılar. akla gelmez peygamber isimleri
ortaya atıldı. hatta birisi;
- peygamberimiz enver paşa’dır!
dedi. içlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da;
- peygamber sağ mı ölü mü?
deyince iş gene çatallaştı. herkes aklına gelen cevabı veriyordu. bir kısmı
sağ, bir kısmı ölüdür tarafı tuttu. fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu,
yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o
tarafa kaydığı görülüyordu.
peygamberimiz sağdır diyenlere;
- o halde peygamberimiz hangi şehirde oturur,
diye sordum. cevaplar tekrar karıştı. onu istanbul’da, şam’da, yahut
mekke’de yaşatanlar oldu. hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu.
peygamberimiz ölmüştür diyenlere de;
- peygamberimiz ne kadar zaman evvel ölmüştür?
denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar. yüz sene önce, beş yüz sene
önce, bin sene önce diye gelişigüzel cevaplar verenler oluyordu. fakat çoğu
vakit tayin edemiyorlardı…
dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de din ilkelerini ve ibadetleri
doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. ezan dinlemişlerdi. fakat ezan okumayı bilen yoktu. namaz kılan bir iki kişi çıktı. fakat onların da hiç biri, namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlayamadılar. sonra;
- köyünde cami olanlar ayağa kalksın
dedim. gerçi köylerinde cami olan birkaç kişi kalktılar. fakat onlar da
bayramlarda, cumalarda adet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi.
köylerinde mektep olan bir tek kişi çıkmadı. bazı camili köylerde, cami
odasında küçük çocuklara imam tarafından kur’an ezberlettirilmeye
çalışıldığını görmüşlerdi. ama usulü dairesinde ve ayrı bir köy mektebi
gören kimse yoktu.
ilk ders beni şaşırtmıştı. bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı.
hepsi de anadolu köylüleriydiler. biz anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp
bilirdik. halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.
fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. daha ilk sual cevaplarda
anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi
milletten olduklarını da bilmiyorlardı.
- biz hangi milletteniz
deyince her kafadan bir ses çıktı:
- biz türk değil miyiz?
deyince de hemen
- estağfurullah!...
diye karşılık verdiler. türklüğü kabul etmiyorlardı. halbuki biz türk'tük.
bu ordu türk ordusuydu. türklük için savaşıyorduk. asırlarca süren
maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu türklük olabilirdi.
fakat ne çare ki bu “biz türk değil miyiz?” diye sorunca “estağfurullah”
diye cevap verenlerin görünüşe göre türk demek kızılbaş demekti.
kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. ama, onu her halde kötü bir şey
sanıyorlardı. yahut belki de aslında kendileri kızılbaş oldukları halde
böyle görünüyorlardı.
anadolu’da vaktiyle binlerce, on binlerce insan kızılbaş oldukları için
öldürülmüşlerdi. gerçi bu öldürülenler hakiki saf türk aşiretler halkı,
oğuz türkleri'ydiler. demek ki korku hala yaşıyordu.
dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe
görüldü ki, devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin
merkezini, başkumandanını ve onun vekilini de bilmemektedir.
hele iş, vatan bahsine dönünce büsbütün karıştı. kısacası, vatanımızın
neresi olduğunu bilen yoktu. yahut da bütün bilgiler, belirsiz, köksüz,
şekilsiz ve yanlıştı --
edit: gerekirse, en ince noktasına kadar.
uyandım...
sadece bir sabah daha...
duşa girdim, kahvaltımı yaptım. mavi-gri motorsikletime binip geldim karnımı doyuracak ekmeğimi kazandığım dükkanıma...
tenteyi kaldırdım, kapıyı açtım...
her gün olduğu gibi belki bugün satılacak ümidi ile ürünlerimi sergilemek amacıyla dışarı dizdim...
tek eksiğim kalmıştı; türk bayrağı'nı/bayrağımı/bayrağımızı dalgalandırdım, görsün diye herkes, bugün zaferimizin yıldönümü...
ve zafer..
şayet bu zafer kazanılmamış olsa idi ne 23 nisan ne 29 ekim ne de 19 mayıs bayram olarak kutlanılabilecekti.
evet en büyük bayram zafer bayramıdır.
emperyalistlerin vatandan kovuluşunun simgesidir.
onurun diğer adıdır..
dağlar aydınlanıyor.
bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
gün ağardı ağaracak.
kokusu tütmeğe başladı :
anadolu toprağı uyanıyor.
ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
topçu evvel mülâzımı hasan'ın
yaşı yirmi birdi.
kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.
yüzbaşı sordu :
- saat kaç?
- beş.
- yarım saat sonra demek...
98956 tüfek
ve şoför ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
birinci ve ikinci ordular
baskına hazırdılar.
alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirinin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına.
nurettin eşfak
baktı saatına :
- beş otuz...
ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz...
sonra.
sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
bunlar :
karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
sonra.
sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
aslıhanlar civarında
30 ağustosa kadar.
sonra.
sonra, 30 ağustos'ta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
esirler arasında general trikopis :
alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı...
yaralı bir düşman ölüsüne takıldı nurettin eşfak'ın ayağı.
nurettin dedi ki : «teselyalı çoban mihail,»
nurettin dedi ki : «seni biz değil,
buraya gönderenler öldürdü seni...»
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın, daha küçük kaldığı için ve bu vakitlerde topraktan
ve yürekten evimize, aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe'den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıklan gözükecek.
Kuzeydoğuda Güzelim dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:
Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçücük bir nehirdir
Akarçay Dereboğazı'ında değirmenlieri çevirip ve kılçıksız yılan balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar.
Ve kocaman çiçekten eflatun kırmızı beyaz ve sapları bir,
bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde Altıgözler köprüsünün altından
gündoğuya dönerek ve Konya tren hattına rastlayıp
yolda Büyükçobanlar köyünü solda ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp, gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam kaynakları ve
yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük, ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız, Yunan'dan önce
ve Seferberlik'ten evvel Selimşahlar çiftliğinde ırgatlık ederken
Manisa'da geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu
Paşalar: 'Üç', dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı.
mustafa kemal atatürk ve silah arkadaşları başta olmak üzere, tüm türkiye cumhuriyeti topraklarında yaşayan, alevisi, kürtü, lazı, çerkeziyle omuz omuza savaşılarak kazanılan bir zaferin yıldönümüdür. kutlu olsun. her şeye rağmen bu gün en büyük görev görevi devir alan org. ışık koşanerindir. her zamankinden daha fazla dik olmalıdır, gurulu olmalıdır ki yalnız olmadığımız cümle alem görsün.....
emperyalizme ve kapitalizme tarihi tokadı atanların ve elbette başkumandanın anısını şükranla yad ettiğim gündür.
şehitler, kuvâyi milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!
şehitler, kuvâyi milliye şehitleri,
sakarya'da, inönü'nde, afyon'dakiler
dumlupınar'dakiler de elbet
ve de aydın'da, antep'te vurulup düşenler,
siz toprak altında ulu köklerimizsiniz
yatarsınız al kanlar içinde.
şehitler, kuvâyi milliye şehitleri,
siz toprak altında derin uykudayken
düşmanı çağırdılar,
satıldık, uyanın!
biz toprak üstünde derin uykulardayız,
kalkıp uyandırın bizi!
uyandırın bizi!
şehitler, kuvâyi milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir
Türkiye Orduları bir devir kapatmıştır. Şimdi mazlum ve tutsak devletler ve uluslar artık vazgeçilmez bir reçeteye sahiptirler. Mustafa Kemal'in utkusu, Dünya için özgürlük ve bağımsızlık sancağıdır. *
KUTLU OLSUN...
ne yapılıp ne edilip türban ve mini etek tartışmalarının içine sokulmuş ama ne yapılsa ne edilse de şanından ve büyüklüğünden bir şey kaybetmeyecek bayramımız. türk milleti nin bayramı...
ayrıca ceddime; ruhunuz şad olsun dediğim bayram. siz olmasaydınız biz varolamazdık.
Vatanın bölünmez bütünlüğü için, canlarını feda eden aziz şehitler ebediyyen yüreğimizdesiniz. vatan size minnettardır.
(lütfen ay yıldızlı bayraklarla donatalım her yanı. aman unutulmasın!)
kim ne derse desin ciddi anlamda kodaman bir kesimin eline verdiğimiz zaferin bayramıdır.
haa sonraları o eline verdiğimiz kesim yavaş yavaş ellerindekini bize geri verseler de bunun nedeni başımızdaki denyolardır. gelip geçer.
+ zafer bayramınız kutlu olsun cümleten.. nası denize döktüydük de yunanı!
- hoop lan doğru konuş, kim kimi denize döküyormuş göstermiyim şimdi sana..
+ lan bu bejekeliler de iyce abarttılar ha. tamam olum, en büyük paok lan!
zafer bayramimizdir, kutlu olsun. ulkemizi yikmaya calisanlar yarin hangi yuzle torenlere katilicak bilinmez ama gun birlik, beraberlik ve akilci dusunme gunudur.referandum sacmaliginin yaklastigi su gunlerde ayri bir onem arz etmektedir, gecistirilmemelidir, yoksa 12 eylulde de birileri bize gecistirecek!