karşı cins versiyonu;
hayatı, erkekte aramak.
hani diyoruz ya, hayatımın aşkını arıyorum.
ne kadar anlamsız bir uğraş oysa ki.
oysa ki aranırken, bu arayışa odaklanmışken, hayatı ıskalamak var işin ucunda.
tek yöne bakan bir pencere olmak kadar mantıksız bu çaba.
düşünsenize, aşktan, insanın ayaklarını yerden kesmesi gereken, özgürleştirmesi gereken bir algıdan bahsediyoruz ve bu algıyı bir arayışa hapsediveriyoruz.
bu kadar özgürlük içeren bir algı, en güzel açık havada, dört yanı ufuk bir özgürlükte bulunabilir oysa.
yani kocaman bir dünyada, milyarlarca insanın hayatına dokunmak, milyarlarca renk görmek, milyarlarca esansı içine sindire sindire koklamak varken neden belki de hiç sonuçlanmayacak bir arayışa mahkum edelim kendimizi.
oysa ki, hayatta, yaşananda, paylaşılanda, hissedilende, arzulananda aşkı bulmak duruyor yanıbaşımızda.
yani aradaki fark şu oluyor;
siz ya hayatı ıskalayıp, aşkınızı bekleyeceksiniz, ölünün şafağı beklediği gibi ya da hataınızı suyuna bana bana, içinize sindire sindire yaşayacak ve doğal akışı içinde hayatın, sizinle hayatı kesişen insanı yanıbaşınızda buluvereceksiniz.
en mükemmel aranış, aramamaktır.
en mükemmel his, hissettiğin histir çünkü.
tariflerle, içi boş vaatlerle sonsuz bir arayışa kapılıp, hayatını askıya alan bir insanı, yaşamadığı hayatıyla kim nasıl farketsin ve tabii ki sevsin.
yani, demek istiyorum ki ne kadar çok isterseniz aşkı, sizden o kadar uzak olacaktır.
hani deedim ya hayatı ıskalayan insanı kim ne yapsın, o arayışta aşkınız karşınıza çıkacak, gözlerinize bakacak ve ufkun hazin boşluğunu görüp, yoluna devam edecek. siz de arayışınızın yolaçtığı en derin kaybediş ve mahkumiyeti farketmeden, kanaya kanaya arayışınıza devam edeceksiniz.
bu delilik değilse nedir.