ortadan ikiye bölünmüş bir yalnızlıktı benimkisi.
küflenmiş kadınlar tarafından annem dahil-
bir parçası yaşamıma bir parçası ölümüme ithaf edilmiş...
çırılçıplak bir cümlenin koynunda, anlam bozukluğu
yaratan kelimeler gibi dışlanmış sohbet ederken,
babam sohbetin en tatlı yerinde delici bir aletle atlardı kalbime,
kalbim bölünürdü ikiye, içinden sen düşerdin.
babamın boynuna sarılıp dokuzuncu kattan aşağı atlardım.
beşinci katta el sallardı nazım hikmet,
üçüncü kata geldiğimde kanlar içinde bulurdum özge diriki,
küfür ederdim gelmişime geçmişime
nasılsa düşerken beni kimse yakalayamaz diye.
tanrıya reddedemeyeceği bir teklif yaparken,
kafasına düşerdim don vitonun,
montana babama kızardı.
babam ağlardı, kefenim kanardı bembeyaz.
doğrulup kurşunların gölgesinde, seni sorardım hepsine,
pardon, bakar mısınız? bu kadını buralarda ölürken gördünüz mü? diye...
renklerden umudunu kesmiş kör bir adam gibi beatles dinleyip,
maviyi düşünürken; neler yapıyor, nasıl görünüyor.
papatyalar kırlarda nasıl geçimini sağlıyor diye...
bir cellat, kafasını ayırırken vücudundan kirletilmiş bir bedenin,
tanrının tatilde okuduğu kitap devriliyor kütüphaneden
çürümüş hatıraların üzerine...