uzaktan çok keyifli, çok özgür görünen, hele ekmek elden su gölden, masrafların şirket tarafından karşılandığı iyi bir otelse tadından yenmez gibi gelen, ama bir haftadan sonra inanılmaz sıkıcı ve melankolik olduğu fark edilen durum. "odanın içinde çıplak dolaşırım, hatta her gece çıplak bile yatarım, kimse karışamaz bana, oh!" dedirtir ilk hafta. televizyonda bin bir kanal, wi-fi internet falan ne büyük konfor gibi görünür. hayvan gibi yatakta döne döne uyunur. sabah erken kalkılacak olsa bile, sırf keyifli geldiği için do not disturb kartonu asılır kapıya. gece geç yatılsa bile kahvaltıya kalkılır otelin tüm olanaklarından sonuna kadar faydalanabilme arzusuyla.
bir haftadan sonra, alışır insan hepsine. standart olarak algılamaya başlar bunları. sonra fark etmeye başlar oranın ev olmadığını, evin yerini tutamayacağını. çıplak uyumaktan vazgeçilir. yeniden pijama giyilmeye başlanır. kahvaltıya kalkılmaz, televizyon açılmaz. hatta mümkün olduğunca geç girilir ki odaya, hemen uyuyup, otelde yaşadığını anlamayasın. ama yine de o baş, o her gün kılıfı değişen, her gün yumuşatıcı kokan yastığa yalnız konulur ve hemen uyunmaz. hüzün çöker adama. muhteşem keyifli, eğlenceli geçen günlerde bile, gece yalnız kalacağını bilmek, artık duvarları üstüne üstüne gelmeye başlayan odaya yalnız gireceğini bilmek içini sıkar insanın. hep dışarıda, hep birileriyle olmak istersin. ama yabancı bir şehirdesindir sonuçta. bir kaç arkadaşın ya vardır, ya yoktur. olsa bile bir gün vardır, bir gün yoktur. çünkü onların evleri vardır. her gün eşlik edemezler sana. istanbul'da bile yalnız kalırsın.
bir ay sonra yalnızlık dayanılmaz hale gelir ve artık alışmak zorunda olduğunu fark edersin. eskiden tek başına bir birayı bile içemeyen, ancak keyifle sohbet edebileceğin insanlar varken sarhoş olacak kadar içebilen bir insanken, bir bakmışsın otel odasında tek başına dünyalar içmeye başlamışsın. midende yanmayla geceleri uykundan uyanmaya başlarsın. "madem yalnız içeceğim, gidip dışarıda yalnız içerim, hem biraz müzik iyi gelir" dersin, kapısına dayandığın ilk mekan "damsız almıyoruz arkadaşım" der. intihara meyillenmiş bünye daha da dibe iner. derdini anlatacak birilerini bulsan bile, dışarıdan bakan "manyakmısın ne güzel bir hayat işte" der. öyle değildir. çünkü ikinci ay da dolduktan sonra bütün bunların kaynağındaki sorunu anlarsın. en önemli eksiği farkedersin. evde olup da otede olmayan şeyin, güvende olma hissi ve bundan kaynaklı huzur olduğunu öğrenirsin. evin huzurunu özlersin. ama ne yazık ki artık bir evin yoktur.
arada bir dönersin şehrine, evine, arkadaşlarına, ama ne şehir aynı şehirdir, ne evin aynı ev, ne arkadaşların aynı arkadaşlar. otel odasında yalnızken özlediğim şeyler bunlar değil miydi benim dersin. ama değildir. çünkü sen aslında onları değil, kendini özlersin. çünkü insan yabancı bir şehirde, otel odasında yalnızken asla kendi olamaz. çünkü çevresi ile etkileşimidir insanı kendi yapan. ama eski çevren sen yokken, sensiz şekillenmiştir.
muhakkak bir noktadan sonra alışıyor olmalı insan bu duruma. bilemiyorum. ben daha üç ayını deneyimleyebildim sadece. gittikçe daha da boka sarıyor olamaz. bir noktadan sonra en azından duyarsızlaşıyordur insan. sonuçta kendim seçtim böyle bir hayatı. yine de şuna eminim ki sevgili arkadaşlarım, hiç de dışarıdan göründüğü gibi değildir otel odasında yalnız kalmak. insanın yalnızlığının sürekli yüzüne vurulduğu bir yer daha bilmiyorum ben. pardon biliyorum. bar kapıları...