hani jelibon, bonibon olur yersiniz, ağzına bir tad gelir he o tarz işte bu film.
film öncesi gergindim, film sonrası böyle yüzümde anlamlandıramadığım tebessümler oluştu. ilaç gibi. sokağa çıkıp böyle ya$lı teyzeleri, amcaları kar$ıdan kar$ıya geçirip, şuradan teyze, tamam görü$ürüz diyesim geldi. audrey tautou zaten a$mı$tı gözümde, şimdi kendisi ar$lardadır. bir ba$kası oynasaydı aynı zevki veremeyebilirdi...
jeunet, izleyiciyi atmosferine iyi sokuyor. her izleyişinizde, farklı bir noktayı yakalıyorsunuz. bir pay it forward, forrest gump gibin. amelie'nin balığının intihar etmesi, suda taş sektirmesi, madeleine'e 40 yıl gecikmeli mektup göndermeye çalışması, dominique bredoteau için o oyuncak kutusunu göndermesi, manava kendince ceza vermesi (hatta sabahın köründe onu dükkana göndermeyi ba$armı$tır), amelie'nin su gibi eriyip akması da harikadır...
lady di'nin cenazesinde kendisiyi görüyor falan. her karakterin (tütün standına bakan matmazel, oraya gelip kar$ısına dikilen elindeki kayıt cihanızını bırakmayan adam, defalarca reddedilen yazar, kafenin sahibi, manav, çırağı lucien, kristal adam vs vs) sonra hayatta küçük şeylerden mutluluk duymaya ba$lıyor. duyguların geçişi gayet iyiydi. renk olarak kırmızı ve yeşil renkler ağırlıklı olarak. çekiciliği, etkileyeciliği arttırıyor. şehir zaten kendi halinde sakin. böyle bir durultuyor film...
mümkün mertebe dublajlı izlememeye özen gösteriniz. yann tiersen konusuna hiç girmiyorum. (level atlamı$) küçük noktaları görebileceğiniz bir filmdir. jean-pierre jeunet'nin yanağından öpüyorum böyle bir film çektiği için...