en çok bilinen bölgeleri -semt mi oluyor ne oluyosa artık oralar- tıbbî isimlendirmeye tabi tutulmuş nedense. sıhhiye'ymiş, kızılay'mış...
olm çocukluğumuz taşrada geçti lan! babam yarın kızılay'a alışverişe gidiyoz diye kötü bırodvey'in* aküsünü sobanın yanına tekirleştirerek ısıtmaya getirdiğinde kan mı verecez diye korkardım ben. sonra büyüdük filan, kızılay bize anlamsız gelmeye başladı - sağda solda varoşların sosyete takılan takımlıları/takılımlıları/takıntılıları & sinema çıkışlı, elleri sigaralı, suratları manav, ağızları tiki ugg kızlarıyla da dolunca tekrar taşraya dönelim dedik. (yok valla makyaja filan karşı değilim, sinemaya da karşı değilim, tikilere de karşı değilim, ugg'a da karşı değilim!)
ha tabii bu anlamsız-karasal* otobiyograficiğin en ehemmiyetli noktası bu iki uç* nokta arasında geçenler. salih ağbi, bak şimdi, ilkokulu baba mesleği gereğince -bi açıdan bakarsan şu ek almış kelime tam karşılar durumumu: cebren- taşrada okumuşum: kesinlikle size "şehrin pis havası yerine ağaçların & derelerin hışırtısı, kuşların cıvıltısı içinde sopalı & çelikli çomaklı oyunlar oynardık" ya da "anadolumun güzel insanı tavuğumuzu, yumurtamızı & sütümüzü eksik etmezdi allah razı olsun onlardan" gibisinden pastoral-zoolojik-ve-nevi-halkıma-münhasır-romantizm olay/alaylarına girmeyeceğim; kibrit kutusuyla arabacılık oynar komşunun traktörünün sesi duyulunca kuyruğumu kıstırıp bembeyaz bi suratla eve kaçar, şimdilerde hiç gelmeyen kış gelir gelmez kardanadam yapmaya ancak annem yanımda olduğunda çıkabilirdim* - bunlar dışında kedi-gofret kırması dokuz katlı/canlı kırmızı-siyah plastik toplarla köyün harmanlarında babamla futbolculuk oynardık; babam iyi futbolcudur bu arada - halısaha turnuvalarında filan parmakla gösterilir (dalga geçenin alnını karışlarım), "bu adam çok teknik" denirdi kendisi için, ben gururlanırdım sanki bir şey oluyormuş gibi; sonra cristiano ronaldo filan çıktı işte.
neyse lan, ben bunları niye anlatıyorum ki? şehrin göbeğinde, hem de tutup bahçeli gibi güzide bir semtinde doğmuş ve bir bahçede şeftali, muz ve portakal sularıyla beslenmiş körpe, ana kuzusu ve şapşal, özgüvenden mahrum bırakılmış (tabii "mahrum bırakılmış" olm, bunların hepsi yetiştirilme tarzına bağlı) oğlan çocuğunun ankara'nın taşrasındaki hayatından bahsediyorduk - hatta bahsettik bile. sonra ne oldu? bu adam gitti, çubuk anadolu lisesi'ni kazandı - orda onun hayatına sıçtılar*! neden mi? adam kızılay'ın k'sini hemşire & y'sini tıp-tüpü sanıyormuş*! bir gün iki-üç arkadaş toplanıp ankara'nın esas meselesini görmeye gittik, halk otobüsüne bindik, bizim çubuk'un halk otobüslerinde muavin gelir sizin paralarınızı toplardı (şimdi yavaş yavaş değişiyor - belki de tümden değişmiştir, modern kültür işte), ama bunu müşteriye saygılarından filan yapmıyorlar, neyse! ben nerden bileyim olm ankara'nın muavininin müşteriyi ayağına bekleyecek kadar küstah olduğunu! bindiğimiz iki katlı otobüstü, bir kertenkele'ye kuyruğunu bıraktırmaya çalışan deney meraklısı bir bilim adamının hantal hareketleriyle* ikinci katın merdivenlerine atlamışım ben de. hassitdown! parayı arkadaşlar ödediler - bozuğum da yoktu, iyi oldu bi bakıma.
neyse o gün kızılay'ın mağazalarına ve kızlarına ağzım açık bakmışım, hocam... ondan sonra ne zaman boş bi günümüz olsa arkadaşları toplayıp kızılay'a götürdüm onları - yavaş yavaş ortama alıştık.
şimdi üniversite öğrencisiyiz ya, babo, sorma, kızılay'ı bile küçümser olduk! ulan nereye gidecen? sinemada film dönerken şakır şakır konuşup seni rahatsız eden görgüsüz çiftler -adam eve atamıyor kızı, sinemaya getiriyor işte-, kız arkadaşlarını sadece recep ivedik'e götürebilen düttürüler filan var diye, otobüsle kapıları borges* hikâyelerine benzeyen* gazinoların önünden geçiyorsun diye yanındaki mükemmel insanın o şehirde sana yaşattığı doyumsuz dakikaları es mi geçeceksin? benim kız düşürmeye ihtiyacım yok, onun için de artistlik saymayın, ama böyle söylediğim için artistlik olduğundan da ne kadar şüphelenseniz yeridir ama ben yine de söyleyeceğim: ben bu şehrin, o kızılay'ın karanfili'nde hayatımın en güzel yiyeceğini yiyorum, nabokov* gibi haşlanmış yumurta diyecek kadar mütevazı değilim olm, ağzım da bozuk, ruhum da bozuk, onun ruhu da bozuk kimilerine göre ama neyse: ekmek arası et döner'den bahsediyorum. "cenneti her zaman bir dost* olarak hayal etmişimdir." bak bu da borges'ten aşırma ağbi... entry'nin geneline bak, her şey aşırma!
neyse, seninle aba'da ekmek arası döner yemek, dost'ta kitap, albüm ve film karıştırmak. bunların bana verdiği mutluluğu penguin'in sahipliğine bile değişmem; işte bunun için benim için bir şehir ankara'dan daha güzel olamaz - çankırı* bile, istanbul belki.
içten gelen edit**: ama ankara'da yaşamam olm, bak şimdi pastoral-romantizm yapıcaaam: yaşayacaksam çankırı'nın yirmi* hanelik bir köyünde yaşarım - yani illa ki yaşayacaksam. öyle diyosan öyle olsun.