havanın ağırlığını omuzlarımın üstünde hissettiğim bir saatteyim. zaman kavramına olan umursamazlığımı, yelkovana takılan bakışlarıma emanet bırakıyorum bu gece. acı acı çalan bir keman sesi duyuyorum. ölüm marşım olarak belliyorum o kadife kadın sesi ile uyumunu melodilerin. gözlerimi kapattığımda, küçük bir meleğin çırptığı kadife kanatlarının ve gözyaşlarının yastığa vurduğu anın sesini duyabiliyorum sayabildiğim son biramın bittiği an içerisinde.
ölmekten korkuyordum, ölümün kendisinden değil. sevdiklerime doymadan, sevdiklerim bana doymadan, yalnızca tek bir insan, beni tam anlamıyla anlamadan ölmekten korkuyordum iki gün öncesine kadar. hayatıma giren kadınlardan en farklısı ile tanıştığımda her şeyin değişeceğini hissetmiştim. yavaş yavaş dönmüştüm kendime. ertelediğim acıların hepsini bir bir döktüm gözlerimden, o içkisini yudumlamaya başlarken. öyle huzurluydum ki onun yanında; iki damla daha gözyaşı döktükten sonra ölmeye razı olabilirdim.
aynı yıldızlara bakıyoruz aynı karanlığın altında. aynı rüzgar çarpıyor yüzümüze ve o rüzgar aklından çekip alıyor düşüncelerini, bana getirmek için. adımı andığını fısıldıyor, perdeleri odanın içine şişirirken. şu koskoca bedenin içindeki küçücük çocuğun, aptal ümitlerine aldandığım için kızdım kendime. aynı zamanda bir ergenmişçesine sergilenen; ölmek istiyorum! tavırlarını geride bıraktığımı da hatırlıyordum.
yelkovan, turlarına yenisini ekledikçe artık tek isteğim ölmek olmuştu. birazdan alarmın çalacağını biliyordum. belki son kez günaydın diyecektim ona. yine de kendini suçlu hissetmesini istemedim olanlar yüzünden. bu ölmek isteğinin tek sebebi; kendi hatalarımın, artık tahammül edilemez boyuta ulaştığının farkındalığıyla, doğan güneşe son bir selam çakıp veda etmeyi arzu etmemdi, geride kalan herkese ve her şeye. ne de olsa; ömrüm boyunca en çok sevebildiğim varlık güneşti ve bu yüzden, dudaklarımdaki son tebessümü o hak ederdi.
kendime baktım aynada. durmamakta ısrar eden saate, bitmemekte direnen bira kutularına, aydınlanmaya karşı koyan caddeye, titreyen lambalara, ben sen değilim diye haykıran gölgeme, defalarca çarptığım kapılara, yarın taşınacakmışım gibi hazırda bekleyen boş kolilere, okumaya niyetlenip kitaplığa gömdüğüm kitaplara, çatlamış kirli camlara, geceleri yastığa başımı rahat koymam için verilmiş ilaçlara, içinde sigaralardan ibaret keskin kokulu tepecikler oluşturulmuş kül tablasına, karşı apartmanda ışığı yanan tek evin pencerelerine baktım. o meşhur sarkastik tebessümü kondurdum dudaklarıma. gözümden bir damla yaş düştü pencere pervazına.
kırmızı ile yeşil arasında gidip gelirken trafik lambaları, çoban yıldızına takıldı bakışlarım ve o an anladım ki; gözlerinin en derinine birkaç kez daha bakmak için yaşamaya değerdi bu rezil hayat. beni sakladığı muhtemel yerlerden ani belirişlerimle günaydın diyip yüzünü güldürdüğümü görmenin keyfi yeterliydi bu yaşamı ertelemeye. artık ölmek istemiyordum. küçük bir peri; gözleriyle bana gülecekti, biliyordum.