boş vaktim bolmuş sanırım küçükken.. arada durur durur düşünürdüm..
düşünürdüm.. hani bi tufan çıkacak ve sandalına tek bir kişiyi alma şansın olacak deseler insanlara, kim beni yanına alırdı diye..
en yakınıma bakardım, onların bile ilk kurtarılacaklar listelerinde birinciliğe oynamadığımı düşünürdüm.. yalan yok, epey bi burkulurdu içim.. çocuk hassasiyeti işte, ağladığımı bile bilirim içli içli.. eheh canım benim ya kıyamam ben bana..
neyse.. büyüdükçe bunun çok da kayda değer bişey olmadığını, sevgi derecelendirmesinin, insanı delirtmekten başka bi işe yaramadığını daha bi idrak eder hale geldim, ya da dürüst tabirle, kabullenmeyi öğrendim sanırım..
bu kadar olgunlaştığımı iddia edebiliyor olmama tezat, bütün bu kötü hislerden, vuruculuklardan, can acılarından azade kılabilecek tek şeyin, gerçek aşk olduğuna olan inancım gitgide sağlamlaştı..
büyüdükçe mantık miktarımda güçlenme beklenirken, ben büyüdükçe, aslında daha da mantıklı ve sağlam şekilde, dünyanın en mantıksız işlerinden tekine olan güvenimi ve inancımı besleyip kendim gibi onu da büyüttüm..
bu da işin ayrı tuhaflığı..
yani, aslında birilerinin en sevdiği olmaya duyulan açlık, birilerini, şiddetle ve diğer herkesten ayrı biçimde sevmeye duyulan özlemden de besleniyor..
insan, birilerinin en sevdiği olmayı arzu ederken, bir yandan da, aklını oynatabilecek kadar sahiplenip, kollarında sıkıp boğabilecek kadar sevmeyi talep ediyor o birilerini.. bunu düşlüyor ve bunun olasılığına/olabilirliğine inancı aslında gün geçtikçe körelmesi gerekirken bilakis daha da şiddetle alevleniyor..
insanoğlu, kıt kaynaklara, sonsuz arzu ve ihtiyaçlarla "tahammül" etmeye çalışıp, sürekli yukarı çıktığını sanarken aslında bir deney faresi misali aynı tekerleğin, neredeyse birebir aynı noktalarına, belli periyodlarla temas edip, nefesini tüketene değin yürüyen bir varlık halini alıyor..