devlet yönetimi öyle bir işti ki, insan aklı hiçbir zaman tam olarak buna yetmezdi; en ince zekâların engel tanımayan düşüncesini gerektirirdi. en bilge kişiler tarafından yönetilmedikçe, toplum nasıl kurtulur ya da sağlam temellere oturtulabilirdi? derken; her iki tarafın da son nefesine kadar savaştığı devrim gelip demokrasi kazanınca, sokrat’ın da alın yazısı belli oldu. kendisi ne denli barışsever olursa olsun, aynı zamanda devrim partisinin fikir önderi, nefret edilen aristokratik felsefenin kaynağı, tartışma yoluyla serseme çevirdiği gençleri baştan çıkaran kişiydi. demokratların önderi anitos ile meletos, sokrat’ın ölmesi gerektiğini, böylesinin daha iyi olacağını düşündüler. hikâyenin sonrası herkesçe bilinir: eflâtun(platon) bu yiğitçe savunmayı şiirden de güzel bir düzyazıyla kaleme almıştır. felsefenin verdiği ilk şehit, savunmasında özgür düşüncenin haklarını ve zorunluluğunu açıklıyor, devlete karşı değerine sahip çıkıyor, her zaman hor görmüş olduğu kalabalıktan acıma dilenmeye yanaşmıyordu. onu bağışlama yetkileri vardı, ama kendisi sığınmayı onuruna yediremiyordu. kudurmuş kalabalık ölümünü isterken, yargıçların onu serbest bırakmaları gerektiğine inanması, kuramlarının garip bir doğrulamasıydı. tanrılar yoktur dememiş miydi? insanlara, öğrenebildiğinden daha hızlı bir şekilde öğretmeye kalkanın sonu buydu. sokrat’ın baldıran içerek ölmesine karar verildi. dostları hapishâneye gelip onu kolayca kaçıracaklarını söylediler; sokrat ile özgürlüğü arasına giren herkese para yedirmişlerdi. ama o bunu kabul etmedi. yaşı yetmişti (m.ö. 399); artık ölmesi gerektiğini düşünmüştü belki de. daha sonraya kalsaydı, ölümü hiçbir şeye yaramayabilirdi. ağlayıp sızlayan dostlarına: “kaygılanmayın,” dedi. “gömdüğünüz sadece bedenimdir.” eflâtun(platon), bu sahneyi, dünya edebiyatının en büyük eserlerinden biri olan, “phaidon” adlı eserinde şöyle dile getirir:
“sözünü bitirince, sokrat ayağa kalktı. yıkanmak üzere başka bir odaya geçti. kriton bize kalmamızı söyleyerek arkasından gitti. aramızda konuşulanları, konu dışına çıkmaksızın tekrar tekrar gözden geçirdik. aynı zamanda, içine düştüğümüz felâketin büyüklüğü üzerinde konuşarak onu bekledik. gerçekten de babasız kaldığımızı hissediyorduk, bundan böyle yetimler gibi yaşayacaktık! yıkandıktan sonra, yanına çocukları getirildi. onun henüz ikisi küçük, biri büyük üç çocuğu vardı. yakınlarından kadınlar da geldiler, kriton’un yanında, kendilerine öğütler vererek onlarla konuştu. sonra kadın ve çocuklara çekilip gitmelerini söyledi, kendisi de bizim yanımıza geldi. güneş batmak üzereydi. sokrat içeride çok kalmıştı. yıkanıp gelince, oturdu. bundan sonra konuşma pek kısa sürdü, çünkü onbirler’in uşağı önüne dikildi. “sokrat!” dedi, uşak: “başkalarına ettiğim sitemi, doğrusu sana edemem. ‘hâkimlerin buyruğu olan bu zehiri içeceksiniz,’ dediğim zaman, bana kızıp güceniyorlar, beni lânetliyorlar. başka başka fırsatlarda olduğu gibi onların aksine olarak, senin en yiğit, en yumuşak huylu ve şimdiye kadar buraya gelenlerin en iyisi olduğunu, buraya geleliden beri anlamakta gecikmedim. şimdi bile buna kızıp gücenmediğinden eminim. sen onları, buna sebep olanları pek iyi tanırsın; onlara kızıyorsun. şimdilik, sana ne haber vermeye geldiğimi biliyorsun; haydi, allaha ısmarladık, alın yazın neyse o olur; elinden geldiği kadar dayanıklı ol!” (döner dönmez gözlerinden acı yaşlar döküldü.) o zaman sokrat ona bakarak: “sana da allaha ısmarladık, dediğini yapacağım” dedi. sonra bizlere dönerek ilâve etti: “ne ince duygu var şu adamda! burada bulunduğum sürece beni görmeye, benimle ara sıra konuşmaya geldi. insanların en iyisiydi o; şimdi de ne kadar temiz ve açık yürekli, benim için ağlıyor! haydi bakalım, kriton; sözünü dinleyelim. ezilmişse, zehiri getirin, değilse ezin!”
kriton ona karşılık verdi: “fakat aldanmıyorsam, sokrat; güneş henüz dağların tepesinde; daha batmadı. başkalarının da buyruktan pek çok sonra, iyice yiyip içtikten, hattâ bazılarının sevdikleriyle baş başa kaldıktan, seviştikten sonra zehiri içtiklerini biliyorum. acele etme, daha vakit var!”
sokrat: “pek tabiî, kriton” dedi. “sözünü ettiğin adamların, senin bu dediğini yapmaları, bunu bir kazanç saymalarındandır. bana gelince, böyle bir şey yapmamam pek yerindedir. çünkü zehiri biraz daha geç içmekle, sanırım kazanacağım bir şey yok; böylece hayata bağlanmakla, artık bir şey kalmadığı hâlde onu korumak ve esirgemekle, kendi kendime gülünç olurum. artık konuştuğumuz yeter, haydi sözümü dinle, dediğimi yap!”
bu sözler üzerine kriton yanında duran kölesine işaret etti. köle dışarı çıktı ve biraz kaldıktan sonra zehiri verecek olanla birlikte içeri girdi. zehiri bir kap içinde ezilmiş olarak getiriyordu. sokrat adamı görünce: “ee, dostum,” dedi. “sen bu işleri iyi bilirsin, söyle bakalım, ne yapmaklığım gerek?”
zehri veren: “çok bir şey değil, yalnız içtikten sonra bacaklarında bir ağırlık duyuncaya kadar gez, sonra da uzan yat; böylelikle etkisini gösterir,” dedi ve hemen kabı uzattı. sokrat, eşsiz bir sükûnetle, titremeksizin, bet beniz atmaksızın aldı. ekhekrates, o bildiğim boğa bakışıyle adama bakarak: “ne dersin,” dedi, “bu içkinin birazını, bir tanrının üzerine dökmeme izin var mı, yok mu?”
zehri veren: “sokrat,” dedi. “biz ondan ancak bir içimlik eziyoruz.”
sokrat da: “anlıyorum,” diye karşılık verdi. “hiç değilse, bu dünyadan ötekine göçerken bunu kolaylaştırmaları için, tanrılara yalvarılır, yalvarmak bir görev bile. benim de onlardan istediğim bu. dileğimi yerine getirirler mi? benim duam işte: tanrı kabul etsin:” bunları söyler söylemez durmadan, irkilmeden, tiksinmeden dibine kadar içti.
o ana kadar ağlamamak için elimizden geleni yapmıştık. ama içtiğini, içip bitirdiğini görünce kendimizi tutamadık. ben de dayanamadım, gözyaşlarım seller gibi boşanıverdi. yüzüm örtülü, iki büklüm, kendim için (muhakkak onun için değildi,) evet, böyle bir arkadaştan mahrum olan kendim için, kendi felâketim için ağlıyordum. hattâ benden çok önce, kriton da gözyaşlarını tutamaz bir hâlde kendini dışarı dar atmıştı. hiç durmadan ağlayan apollodoras’a gelince, o da acısından, öfkesinden bağırıp çağırmaya başladı. bunlar sokrat’tan başka, orada bulunanların hepsinin yüreğini parçaladı. o zaman sokrat bağırarak: “ne yapıyorsunuz, dostlar?” dedi, “amma tuhafsınız, kadınları yollayışım en çok bunun içindi, onların bu gibi ölçüsüzlüklerini önlemek içindi. çünkü ölürken uğurlu sözlerle ölmek gerektiği öğretilmiştir. sakin olunuz, metin olunuz.” bu sitemleri işiterek, utancımızdan kızardık ve ağlamamak için kendimizi zor tuttuk.
ona gelince: biraz dolaştıktan sonra bacaklarının ağırlaştığını söyledi. adamın ona salık verdiği gibi, arkası üstü uzanıp yattı. aynı zamanda zehri vermiş olan adam, eliyle ayaklarına ve bacaklarına dokunarak ara sıra onları yokluyordu. sonra ayağını kuvvetlice sıkarak, bir şey duyup duymadığını sordu ona. sokrat: “hayır,” dedi; bundan sonra adam, bacaklarının aşağısını sıktı ve ellerini daha yukarıya götürerek, vücudun soğuyup katılaştığını bize de gösterdi. ona tekrar dokunarak, soğukluk kalbe gelince, sokrat’ın öleceğini söyledi. karnının altı aşağı yukarı çoktan soğumuştu bile. sokrat örttüğü yüzünü açtığı vakit şu son sözlerini söyledi:
“asklepios’a bir horoz adadık, onu yerine getir, unutma!”
kriton: “peki, olur,” dedi, “ama bize başka bir diyeceğin yok mu?” bu soruya artık karşılık vermedi. biraz sonra bir kıpırdanma ve silkinme oldu. adam onun örtüsünü açtı: gözleri dikilmişti. bunu görünce, kriton ağzını ve gözlerini kapadı.
işte, ekhekrates dostumuz, diyebiliriz ki zamanımızda, bizim tanıdığımız insanların arasında, en bilgini ve en doğrusu olan bu adam böyle öldü.