beş yaşında bir hayat vardır avuç içinde. oyunlar oynamak, haylazlığı için annesinden dayak yemek yahut azar işitmek varken o araba peşinde hastaneye kaldırılan felçli annenin peşinden ağlamaktadır.
elinden gelen tek budur, yapabileceği ve karşı koyabileceği yegane şey...
altı yaşına geldiğinde bu can, annesine yarım bir insan sadeliğinde kavuşmuştur. okuma ve yazmayı unutmuş, yürümeyi dahi yapamayan bu yarım varlığı tamamlamak ona, kardeşlerine ve babasına düşer.
kimse ve dahi o da bilmez, ne yaralar ve travmalar açmıştır kalbinde ve beyninde bu hadise.
on yaşına geldiğinde, artık hastane kapılarını aşındıran anneye doktorlar kadın hastalığından dolayı ölümün soğuk yaftasını yapıştırmıştır; bilmez ki biçare kalp ve eller onu beklemekte. nasıl bir zemheri soğuğa ve çaresizliğe mahkum etmekte gelecek hayallerini.
ama anne yılmaz, mücadelesinde galip gelir; onu bekleyen çocukları vardır evinde.
on yedisinde evde kapı çerçeveyi kırıp geçiren bir hırçın, bir deli, bir asi kızla ömür törpülemekte bu anne. onca yaşadığı sağlık sorunları ve atlattığı azrail randevularına rağmen, bu huylar ve davranışlar yıkmakta onu.
ama pes etmeyip yine yalnız bırakmadı, anneyim dedi anaçlıkla...
yirmi yedisinde, onca borçlarının ve sıkıntısının içinde çalışmayan bu anne buldu parayı, ödedi borçlarını.
gün içinde kavga etseler dahi, çok sevdiği patatesi attı sobanın közüne, ' kızım yesin' diye...
söylesenize, ölen annelik vasfı taşımayan, gerçek olan bu kadının peşinden ağlanmaz mı? öksüz kalmaz mı insan?