Hiç değilse geç kalkılmış bir cumartesi sabahı, demli bir çay içerken azıcık gülümseyebilmek, bir gazete yazısına gözler takılınca...
Nerdee?
* * *
Bayram ziyaretlerinde ikram edilen bir badem şekeri benzeri; küçük bir gülücük ikram etme özenin bile, kelepçeleniveriyor bizim pancar motorunun başına geçtiğinde.
* * *
Mutlaka bir "belanın ve acının" silindiri; hayatı zaten "hayhuy" içinde geçmekte olan insancıklara, bir cumartesi sabahı gülücüğünü dahi çok görüp, manşetlere oturuyor.
* * *
Ne yapalım, biz yine rotamızdan şaşmayalım ve akıl satma işportacılığına abanarak:
- 1908'den bu yana, cezalandırılmış "siyasal suçlar"ın dökümünü de; şöyle bir şeffaflaştırmayı bir deneseniz...
Falan demeden, sürdürelim kendi ağız mızıkamızı çalmayı.
H H H
Çalışma odasının penceresinden dışarıya baktığımda, damların üstü bembeyaz, park etmiş arabaların üstü de öyle. Bacalardan yer yer beyaz dumanlar savruluyor.
Ne Adalar'ın göründüğü var, ne Marmara'nın.
* * *
Kar yağışlarının, cilveli bir flörtle başladığı perşembe günü, öğleden sonra; Fenerbahçe Parkı'na gittik Solmaz'la.
Ortalıkta kimsecikler yok gibiydi. Yüzlerce yıllık sakız ağaçları, soyunmuş anıtsal dallarının karmaşık danslarını fotoğraflaştırmışlardı ve post-modern heykellere benziyorlardı.
* * *
Solmaz, çamların incecik yeşil dalları üstünde, aynı incelikle uzayıp gitmiş beyaz karların şiirselliğine vurgun; çocukluğundaki kış bahçelerinde, çam dallarında biriken ince yatay karların, zaman zaman pat pat diye nasıl yere düştüğünü anlatıyordu.
* * *
Kapalı bir gökyüzü ve arada sırada uzaklara doğru hücuma geçen martı ve karabatak sürüleri...
Hele o karabatakların, bir uçurtma kuyruğu gibi havada çizdikleri muhteşem koreografi.
* * *
Akşama doğru eve geldiğimizde Diyarbakır'da patlayan bombanın alevleri kaplamıştı ekranları...
Yıllarca önce bir kıraathanedeki 2 emeklinin diyaloğu canlanıyordu kulaklarımda.
* * *
Emeklilerden biri, karıştırdığı gazetelerdeki havadis başlıklarını okuyor; öteki de, laf olsun diye sürekli soruyordu:
- Başka ne var?
* * *
Tıpkı şöyle:
- Diyarbakır'da bombalı tuzak...
- Başka ne var?
- Bala'da 958 ev ağır hasarlı...
- Başka ne var?
- Petrolün varili 100 dolara çıkmış...
- Başka ne var?
- Avusturya'da Türk başkonsolosluğuna saldırı...
- Başka ne var?
- 20 milyon kişide hipertansiyon...
- Başka ne var?
* * *
Gazeteleri karıştıran emekli, sonunda başını arkadaşına doğru kaldırmış:
- Bak, demişti; köyünden kasaba pazarına gelen bir çiftçi, öğle üstü kasabanın lokantasına gitmiş ve garsona sormuş:
"- Ne vaa?
Garson:
"- Keşkeş yağlı güzel çorba vaa, demiş.
"- Başka ne vaa?
"- Keşkeş yağlı güzel patlıcan kebap vaa..
"- Başka ne vaa?
"- Keşkeş yağlı güzel pilav vaa...
"- Başka ne vaa?
"- Keşkeş yağlı güzel bamya vaa...
"- Başka ne vaa?
Sonunda garson kızmış:
"- Ananın, demiş; şalgamlı şalvarı vaa...
* * *
Bu arada, ana ve avrat üstüne süngüleşen küfürlerle, yalnızlık türküleri de; mesleksiz yığınların hazin bir profili.
* * *
Kadınların, sürekli bir sövgü salçası olduğu köylü ağırlıklı bir toplumda; bitip tükenmeyen hamasi övünmelerle içine girilen bir çalkantı dönemi...
* * *
Acaba "pusu" yerine, bir düello geleneği olsaydı bizde de; ola ki ne kadınlar salça olurdu küfürlere, ne de küfürler cinayetlere.
* * *
Bir cumartesi yazısında işte yine "acı"nın, "tatlı"ya omuz atması...
* * *
Fenerbahçe Parkı'nın, karlara tutsak düşmüş ıssızlığında bir delikanlı, banktaki sevgilisine arkadan sarılmış, öpüşüyorlardı.
Hiç üşümüyorlardı, ne güzel.