Bendeniz ispanya'daki boğa güreşlerini izlemeye hiç gitmedim; ancak söylenen o ki, izlemeye giden turistler "matador"u değil, "boğa"yı tutarlarmış.
Bir boğa güreşi düşünün ki, arenaya salıverilen boğayı; önce ellerindeki kırmızı özel örtülerle, bir uçtan bir uca koştura koştura "toreodor"lar iyice yoruyor.
* * *
Arkasından ellerinde özel mızraklarla, atlar üstünde "pikador"lar çıkıyor arenaya; bir boynuz darbesine uğramaması için de, atların ayak ve göğüsleri samanlarla zırhlanmış durumda.
Ve "pikador"lar, usta manevralarla azgın boğaya yaklaşıp yaklaşıp, ense köküne mıhlıyorlar mızraklarını.
* * *
En sonunda da elinde kılıcı ve kırmızı örtüsüyle, "matador" çıkıyor arenaya ve boğanın alnına kılıcını saplamak için, çeşitli kıvraklıklar ve hamleler gösteriyor.
* * *
Genellikle de güreşin sonunda, tek başına olan boğacık, sırtına saplanmış mızraklar ve alnına girip çıkan kılıçla yere yıkılıp ölüyor.
Kırk yılda bir de, bir boynuz darbesiyle, havalandırıyor "matador"u.
* * *
Hiç de eşit koşullarda olmayan bir "boğa güreşi"nde, turistlerin "boğa"yı tutmaları çok da anlamsız değil.
* * *
Köyceğiz'de de, Kurban Bayramı'nın ilk gününden sergilenen görüntüleri TV ekranlarında izlerken; amatör kasaplığa soyunmuş vatandaşların elinden kaçıveren bazı kurbanlık boğaların da; önüne geleni çifteleye boynuzlaya, ortalığı nasıl yoğurtsuz bir cacığa çevirdiğini gülerek gördüm.
Hele istanbul'da Topkapı'da E-5'e giren bir boğa, trafiği de allakbullak etmişti.
* * *
Öteki dünyada, "kıldan ince, kılıçtan keskin Sırat köprüsünü" de geçerek, cennetmekân olmayı hak etme çabasındaki amatör kasaplar ise, bayramın ilk gününde epey fire vermişlerdi.
1852'si, kurban keseceğim derken, kendisini kesip yaralamış ve aralarından bazıları da hastanelik olmuştu; 1 tanesi de kalp krizi geçirip ölmüştü.
* * *
Kurban Bayramı'yla ortaya çıkan -azıcık ilkel, azıcık vahşi- görüntülerden anlaşılmasa bile; ülkemiz, parlak bir geleceğe adaydı.
Her ne kadar bu kışın yağan karlarında da, 1000 köyün yolu yine kapanmış olsa...
Emekli bir büyükelçinin deyimiyle, halkımız zaten alışıktı eziyet çekerek yaşamaya.
* * *
O kadar önemi yoktu, her kış birçok köy yolunun kapanmasıyla; 8.5 milyon engelli vatandaşın bulunmasının ve trafik kazalarında, günde ortalama 12 kişinin ölmesinin.
Nasıl olsa "bir Türk cihana bedeldi".
* * *
Bayramın göze çarpan özelliklerinden biri de; siyasal parti liderlerinin, siyasete atılmadan önce cılızca olan cüzdanlarını, nutuk söyleye söyleye epey semirtmiş olmalarına karşın; tümden imana gelmeleri ve hepsinin de, camilere giderek bayram namazı kılmayı ıskalamamış olmalarıydı.
* * *
Sayıları gün günden artan ve aileleriyle birlikte 10 milyonluk bir kesimi oluşturan siyasetçilerimiz; bir fırsatını bulsalardı da, Portekiz'in kuzeyinde Lima ırmağı üstündeki "Ponte de Lima" köyüne bir uğrasalardı.
Opera binası, tiyatro binası ve eski yüzyıllardan kalma kitaplığıyla, çok değişik bir köy görmüş olurlardı.
* * *
Ayrıca 1600 yıl önce yapılmış upuzun bir Roma köprüsünün, günümüzün trafiğine göre nasıl değerlendirilmiş olduğunu da görür ve mühendis Eiffel'in, yine upuzun demir köprüsüne bir:
- Merhaba, derlerdi.
Yahut:
- Ne olmuş yani, biz de Viyana kapılarına kadar gitmedik mi, derlerdi.
* * *
"Onlar - biz" ayrımıyla, "Biz bize benzeriz" saptamasının kalın çerçevesi hiç mi aşılamadı, hiç mi aşılamıyor?
Pek öyle değil galiba.
* * *
Sevgili Şafak Barış, Portekiz'de sık rastlanan bir kapı tokmağı hediye etti bize.
Demirden bir el, demirden küçük bir top tutuyor ve o demir elin tuttuğu topla birkaç kez vurularak çalınıyor kapılar.
Şafak'ın Portekiz markalı hediyesi, şimdi Köyceğiz'deki evin kapısında.
* * *
Ama bendenizi asıl şaşırtan, demir bir top tutan zarif elli kapı tokmağının; 1932-33 yıllarında oturduğumuz Edirne'de, Vilayet Konağı karşısındaki evin beyaz kapısının üstünde de bulunmasıydı.
* * *
iberik yarımadasındaki evlerde yaygın olan kapı tokmakları, nasıl olmuştu da Edirne'deki kapıların üstüne kadar gelmişti?
Sanırım 1492 yılında ispanya Kralı Ferdinand ile eşi Kraliçe Katolik izabel, Yahudileri ispanya dışına sürünce; Padişah II. Beyazıt döneminde, Yahudilerle birlikte gelmişti Edirne'ye.
* * *
Osmanoğulları'nın, değişik inançlardaki azınlıklara, büyük bir hoşgörü gösterdiklerine örnek olarak; sürekli II. Beyazıt'ın, ispanya'dan kovulan Yahudileri, "Memalik-i Osmani"ye kabulü gösterilir.
* * *
II. Wilhelm döneminde, Orta Asya'ya açılmak isteyen Almanya'nın; ittihatçılar aracılığıyla, pompalayıp durduğu keskin bir ırkçılık sonucu, eski Osmanlı azınlıklarının başlarına neler geldiğinden pek söz edilmez.
* * *
"Tabular, dogmalar, resmi tarihler, sansürler"le, daha okuldayken beyinleri dondurulmuş kuşakların; gele gele nereye gelebildikleri de, yaşadığımız bayram günlerinde yansıyıp durmakta TV ekranlarına.
* * *
Mithat Cemal'in, vaktiyle okullarda da ezberletilen bir manzumesinin son mısraları, adeta ulu demokrasimizin bir kartviziti gibi:
Sen istersen asrını hiç anlamamış de;
Ben böyleyim işte!
* * *
Enseyi karartmayın.
Nasıl olsa bugünkü depremli görüntüler, bir istanbul depremi de yaşandıktan sonra; "onlar geçmişte kaldı" olacak...
Fena mı?
* * *
Hadi bir de bir kafiye oturtalım bu küçücük soruya:
istatistikleri asla yapılamayan riyakârlıkların baş marifeti de, "zina" mı?