birini seversin, çok seversin ama asla konuşamazsın. her gün birlikte olmak durumunda kaldığınız yerden ayrılma vakti gelir ve artık onu görmeyeceksindir. çok eminsindir görmeyeceğine. bu bir yandan iyi bir yandan kötüdür. şöyle ki;
*her gün görüp katlanmazsın, acı çekmezsin, unutmak için şansın vardır.
*her gün özlersin, acı çekersin, unutmak için şansının olup olmadığını sorgularsın
aradan üç sene geçer, son bir senedir aklına bile gelmemiştir. sonra bir yerde karşılaşırsın ve tüm günü, geceyi beraber geçirirsin. telefonlar alınır karşılıklı ve arada araşılır, mesajlaşılır. derken tekrar görüşürsün, görüşürsün ve bu giderek sıklaşır.
artık hayatındadır, sen de onun hayatındasındır. her şey çok güzeldir ve bu mutlu, şaşkın eder. mutluluğunu tadını çok kısa bir zaman yaşarsın ve sorgulamaya başlarsın; neden şimdi böyle oldu? neden bana böyle davranıyor? ben neden bu haldeyim? ben ne yapıyorum? biz ne yapıyoruz?...
mutluyken mutsuzsundur ve en çok kendini mutsuz eden şey paronayak sensindir. "ben neden fırsatım varken bu güzel zamanların tadını çıkaramıyorum?" sorusu hayatını sömürmeye başlar. dayanamazsın ve o'na yansıtmaya başlarsın. bu durum o'nu ne kadar istemese de kendinden uzaklaştırmaya başlar, ya da sen öyle sanarsın(!).
ve egona yenik düşer, ne yapacağını bilemez, saçma ve fevri davranışlarla o'nu aldatırsın.
bu belki de kendine verdiğin bir cezadır, o'nu görmemek ve bu durumu sonlandırmak için kendine engel koyuyosundur.
fakat anlatmak için kendinden çok emin bir şekilde karşısına oturduğunda o tatlı gülüşünü görürsün. hep öyle baksın sana, hep baksın sana istersin. anlatamazsın...
aradan mevsimler geçer ve bu durum artık kendini ölümüne kötü hissetmene neden olur. dayanamazsın. sinirini nereden çıkaracağını bilemezsin. geçersin karşısına anlatırsın her şeyi.
o sözünü bitirmeni beklerken, sen o'nun elinin sıcaklığını hissederken, gözlerinin içine bakarken gözünden akan yaşları fark ettikten sonra; elini çekip, çantasını alıp, sırtını dönüp gittiği an.
işte bu andır.