çok şey birikiyor her saniye hayattan hayatıma. geçmiş büyüyor gözümde, geçmişin temizliğine hasretim aslına bakarsan. temiz ve bir o kadar geleceğe umut dolu geçmişime...
aklıma lise anılarım geliyor, hele şu sıralar ne çok geliyor bir bilsen. bir insan geçmişe bağlı yaşamamalı, bu çok acıtıyor. ama olmuyor be, unutulmuyor. çok yazdım geçmişten satırlar. bilgisayarım bu dosyalardan kaynıyor, keza burası. insan bir kere yazmaya başladı mı, seviyor sanırım bu hissi. içini dökebileceğin bir kendin varsın zaten hayatta, senin kadar seni umursayan kim var ki? ya da kime kendinden daha içten anlatabilirsin bazı şeyleri...
yazacak daha çok şey varken benim için, bunları hiç okumamış ve okuyamayacak olmanın senin için aslında ne kadar büyük bir kayıp olduğunu da yinelemek isterim. kayıp değilse de, bunları okusan herhalde bi mutlu olurdun di mi? neyse kimin umrunda. senin için yazmıyorum zaten bunları, bu benim onlarca takıntımdan biri. bir sürü takıntım var ve en anlamlısı sensin. Ve maalesef anathema'nın dilime doladığım o meşhur sözündeki gibi, "takıntılar özgürlüğe ağıt yakıyor".
liseye dönersek, benim için bir dönüm noktası oldu her anlamıyla. bir insanın öğrenebileceği ne varsa -dersler dışında- öğrendim. gerçek arkadaşlık nedir onu öğrendim en başta. ve aşkı öğrendim. ilhamınla kendimle konuşmayı öğrendim, sana yazı yazma noktasına kadar geldim, şiir yazacak kadar dipleştirdim hislerimi. ne kötü ki yine felsefemin en derinine de bu aşkın ilhamıyla indim. nihilizmin kapılarını önce aşkınla araladım, kitaplarla fora ettim sonra.
her şeyin başında ne temiz oluyor ama hisler. "olm yea dünyanın en güzel kızını gördüm"le başlayan o konuşmalardan nasıl edebiyata gidecek kadar koyulaşıyor duygular... ve nasıl oluyor da "sadece seyretmek" istediği kıza başkası sahip olamasın diye her şeyi batırabiliyor ki insan...
aslında önceleri her şey "tevafuk"tu. allah'ın bana özel yarattığı dünyadaymışım gibi hissettiriyordu her karşılaşmamız. her film, şarkı bize adanmış gibiydi. garip olansa hiç filmlerde, şarkılarda yaşananlar gibi değildi aşkım(ız), karşılıksızdı. karşılıksız olduğunu doğruladıkça "tevafuk" değil, "tesadüf" olduğunu anladım o karşılaşmaların, bakışların, hayallerin...
tabii, şarkılardaki gibi özlemeni isterdim senin de beni, filmlerdeki gibi dönmeni, kitaplardaki gibi elimi tutmanı, sahilde sana yazdığım yazıları okumayı, bana bakıp gülmeni, sana bakıp uyanmayı... olmadı. ne özledin, ne döndün. yazıları kendime okudum, gülüşünü, uyanışını sahilde sarhoş hayalimde canlandırdım. elini de bir kez tutmuştum, o da "merhaba" diye... anlayacağın her film, her şarkı yalan söyledi bana. biraz da bundan mahcubiyetim.
garip, aşıkken insana her şey anlamlı geliyor. keşke "aşk bireylerin afyonudur" denseydi de bilseydik.
"bir rüzgara ne kadar duyarlı olursan o kadar acıtır canını, farkındalık da böyle bir şey" demişti biri. farkında oldukça daha çok yanıyor canım, durduramıyorum bunu. bir umut olmanı hayal ediyorum şimdi, geçmiş değişse, farkındalık eşiğim bu kadar düşmezdi belki. o rüzgara kapılan bir böceğe dönüşmezdim en azından sen varken. daha rahat kandırırdım kendimi. olmadı.
keşke diyorum arada. o ilk şiirimdeki ay ışığım olarak kalsaydın hep, yakamozun gitmeseydi kalbimden. güneş doğmasaydı hiç. o karanlıkta yalnız seni görüyordum ben, yetiyordun. ya da sadece özdemir asaf'ın "aşktan şımaran çocuğu" olarak kalsaydın, ben de "şaşıran budalası". ama olmadı.
attila ilhan'ın 3. şahsı olmasaydım sena... "beni sevmiyordun bilirdim ama bir sevdiğin varsa da duymasaydım" keşke... çünkü felaketim oluyor bu. ve dönüşümüm sürüyor sena, seninle başlayan dönüşümüm sürüyor. gittikçe bir böcek gibi hissediyorum her şeyi, anlıyorum.
bir gün bu böcek halimden dönmek isterim tekrar, "boş insan" lakaplı o dalgacı liseli olmak isterim. ama hayat aynı romandaki gibi. yalnızlaşıyorum ve bir gün öleceğim bu böcek halimle.