necip hablemitoğlu

entry177 galeri
    79.
  1. 18 aralık 2002 tarihinde evinin önünde uğradığı silahlı saldırı sonucunda hayata gözlerini kapayan mükemmel araştırmacı yazar. katil yada katilleri halen bulunamadı, işlenen cinayet faili meçhul olarak kaldı, tıpkı doğuda şehit olan askerlerimiz gibi, tıpkı uğur mumcu'nun katillerinin bulunamaması gibi....

    mermilerin genel özelliği delip geçmesidir. Hedefe isabet etmesiyle tahrip gücünün yok edici etkisi olduğunu herkes bilir. hablemitoğlu cinayetinde kullanılan mermiler delip geçici değil bilhakis el yapımı hedefi parçalayıcı etkisi olan mermilerdir. nasıl ki normal mermi deliyorsa bu özel mermi değdiği yeri patlatıyor. Necip hablemitoğlu'na özel mermilerden kafasına iki adet sıkılıyor. ne derece önemli bir şahsiyet olduğunu anlamışsınızdır. yani ya ölecek ya ölecek duruyla karşı karşıya kalmıştır değerli hocamız.

    peki, hablemitoğlu neyin üzerine çalıştı da, kafasına sıkılan öldürücü kurşunla uğurlandı?

    necip hablemitoğlu araştırmayı seven, türkiye için yararlı ve faydalı olanakları değerlendiren bir doktordu. ta ki araştırmaları bazı mevkilerin hoşuna gitmeyecek kadar derin oluşuna kadar...

    fetullah gülen ve onun yandaş kesimini araştırması ve bazı gerçekleri kanıtlaması hocamız açısından sonun başlangıcını yaratmak oldu. peki bu kadar derin olan mesele neden gizliliğini koruyor?

    şimdi bunun cevabını bizzat hocamızdan öğrenelim.

    --spoiler--

    Fethullah Gülen ve Kurduğu irtica Örgütü;

    Said-i kürdinin hemşehrisi ve en sadık müridi Fethullah Gülen, cumhuriyet Türkiye’sinin en tehlikeli ve sinsi düşmanıdır. Kendi ifadesiyle tam bir şeriat militanı olarak yetişen Fethullah'a eğer dur denilmezse Atatürk’ün ilerici cumhuriyetinin dibine dinamit koymak üzeridir.

    Nihai atak için kendine bağlı kişilere gayet kurnazca verdikleri taktiklerle çıkışın zamanlamasının iyi yapılmasını, ölümü göze almayı, hesaplaşmaya hazır olunmasını, misyona kitlenmenin önemini, söz değil aksiyon ve hamle gerektiğini, savaş halini, sürekli aksiyonu, karar gününü ve şerefli bir ölümün yeğlenmesini işlemektedir.

    i’layı Kelimetullah ve Cihad adlı kitabında cihadın tarifinin “islamla birlikte Allah yolunda kavga verme” olduğunu, herkese farz olduğunu, hangi halde yapıldığını, islami bir görev olduğunu, kıyamete kadar devam edeceğini, peygamber mesleği olduğunu, bir cemaatın kendini buna adaması gerektiğini, cihattan geri durmanın günah olduğunu, en büyük islami müeyyide olduğunu, cihat olmayınca huzurun da olmayacağını, tek ve asıl vazife ayrıca tek çare olduğunu, şehit ya da gazi olunmasının gerektiğini, yeryüzü hakimiyetinin cihatla gerçekleşeceğini, islami bir borç ve en yüksek ideal olduğunu sayfalarca işlemektedir. Bunun böyle olduğuna “Yakînimiz vardır” diyerek müritlerine gaybı bilen evliya havasıyla konuşmaktadır. Ama asıl bu konuda gerçek arzusunu ise şu cümleyle açığa vurur;

    Kürsüde de bazen öyle olur. Mesela hz. Hamza vurdu derken, sanki kılıcı ben kullanıyorum gibi olur.” (Fasıldan Fasıla-1, sf. 78)

    “Biz herkese karşı rabbimizi anlatmakla mükellefiz ve dünyaya karşı hem manevi hem de maddi cihadda muvaffak olmak zorundayız.” (i’lâyı Kelimetuhllah veya Cihad, sf. 34)

    “Cihad, bir mümûn’in uğruna canını feda edebileceği en tatlı bir mefkure ve en yüksek bir idealdır. Zira mümin, kendi teri içinde boğulma veya kendi kanıyla abdest alma gibi bir payeyi ancak cihadla elde edebilir.” (a.g.e., sf. 45)

    --spoiler--

    gülen irticai hareketi için bu linkten daha fazla bilgiye ulaşabilirsiniz;
    http://www.guncelmeydan.c...-hablemitoglu-t33440.html

    ***

    necip hablemitoğlu aynı zamanla "hayatımın hiçbir döneminde solcu olmadım. komünist emperyalistlerle mücadele kapsamında yayınlarım var. samimi bir müslüman olmakla her zaman gurur duydum. cumhuriyetçi köylü millet partisi (ckmp) döneminde, türk milliyetçilerini iğfal amacıyla ortaya atılan türk—islam sentezine kaşı çıkıp ötüken dergisini sattırdığım için atsızcı (nihal atsız) suçlamasıyla bu partiden ihraç edildim." sözleriyle aslında bizlere birçok konuda açıklama yapıyor.


    üniversitelerdeki fetullahçı örgütlenmesinie yine ayrıntılı olarak değinmiş.

    --spoiler--

    Fethullahçıların üniversitelerdeki kadrolaşma hareketi, Yüksek Öğretim Kurulu'nun kurulmasıyla birlikte ivme kazanmıştır. Geleceğin mürit akademisyenlerini yetiştirme programı doğrultusunda, onbinin üzerinde müridini Y.Ö.K. ve M.E.B. kontenjanlarından A.B.D., ingiltere, Fransa gibi ülkelere gönderen fethullahçılar, şimdilerde iki önemli avantaja sahip olmuşlardır: Eğitimlerini tamamlayarak Türkiye'ye dönenler, akademisyen olarak, mevcut fethullahçı kadroları daha da güçlendirirken; yurtdışında kalmak isteyenler de, iş bularak kaldıkları ülkelerde mevcut cemaati takviye etmişlerdir. Y.Ö.K. sistemi içinde başta Rektörlük olmak üzere, Dekanlık ve Müdürlük kadrolarını elegeçirme doğrultusunda, tüm siyasal bağlantılarını kullanan fethullahçılar, özellikle de üniversitelerin Yüksek Lisans ve Doktora eğitimlerini koordine eden Sosyal Bilimler Enstitüsü, Fen Bilimleri Enstitüsü, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Atatürk ilkeleri ve inkılâp Tarihi Enstitüsü gibi birimlerinde söz sahibi olmaya çalışmışlardır. 12 Eylül döneminde, "hasım" olarak nitelendirdikleri öğretim elemanlarının 1402'likler kategorisine dahil edilmesinde, bir başka ifadeyle üniversiteden uzaklaştırılmasında hayli etkili olan fethullahçılar, daha sonra da Y.Ö.K. yasasının anti-demokratik hükümlerinden yararlanarak "sözleşmeyi uzatmama" yoluyla "hasım"larını tasfiyeye devam etmişlerdir.

    Diğer taraftan, Y.Ö.K., -bilerek ya da bilmeyerek- fethullahçıların başta Anadolu üniversiteleri ve vakıf üniversiteleri olmak üzere, pekçok üniversitedeki egemenliğini pekiştirecek politikalar üretmeye devam etmektedir. Örneğin, üniversitelerdeki eğitim dilinin ingilizce olması yolundaki eğilim, doğrudan fethullahçılara yaramaktadır. Devlet parası ile ABD ve ingiltere gibi ülkelerde çok iyi derecede ingilizce öğrenen fethullahçı kadrolar, üniversitelerde, dil avantajıyla ön plana fırlamışlardır. Aynı şekilde, Y.Ö.K. ile başlayan ve akademik yükselmelerde yabancı dilde yayın koşulu, fethullahçı akademisyenlerin önünü tamamiyle açmıştır. Türkiye'deki üniversitelerde yürütülen bilimsel çalışmaların kendi toplumumuzun bilgisine ve hizmetine sunulması, ulusal bir öncelik ve gereklilik olması icap ederken; Y.Ö.K., akademik yükselmelerde, Türkçe yayınları dikkate almamaktadır. Y.Ö.K., bilimsel makalelerin, neredeyse tamamına yakını Batı ülkelerinde yayınlanan ve "Science Citation Index"in taradığı periyodiklerde çıkmasını, akademik yükselmeler için olmazsa olmaz koşul olarak kabul etmektedir. Bilimsel araştırmaların sonuçları hakkında önce kendi meslekdaşlarını ve de toplumunu bilgilendirmek; ülkeye çok yönlü katkı yollarını açmak dururken, ancak sömürge ülkelerde görülen ve "sömürge aydını" anlayışı içinde bu sonuçları öncelikle Batılıların hizmetine ve bilgisine sunma gayretkeşliği, Y.Ö.K.'nu yönetenlerin ulusallıktan ve ulusalcılıktan ne denli uzak olduklarını ortaya koymaktadır. işte, fethullahçılar, sırf bu amaçla, Batıda "Fountain" örneğinde olduğu gibi, yabancı dilde yayın çıkarmakta; ayrıca, kendi müritlerinin bu kapsamdaki periyodiklerde makalelerinin yayınlanması için profesyonel bir organizasyonla servis hizmeti sağlamaktadırlar. Y.Ö.K. yöneticilerinin bu konuda sergiledikleri gafletin, bir de siyasal yönü bulunmaktadır. Örneğin, bir Cumhuriyet Tarihçisi'nin "Ermeni görüşleri aleyhinde" bir makaleyi, bu indekste yeralan periyodiklerde yayınlatması mümkün değildir. Aynı şekilde, PKK, Pontus, Süryani, Fener Patrikhanesi, Misyonerlik, Keldani, Batı destekli şeriat örgütlenmeleri vb. konularda, Türkiye'nin tezini savunan bir bilimsel makale, bugüne kadar sözkonusu indeksce taranan periyodiklerde yayınlanmış değildir. Fethullahçıların yanısıra, Ermeni tezine destek veren Prof.Dr. Halil Berktay örneğinde olduğu gibi, yerel tarihçilik adı altında Türkiye'nin etnik sorunlarını kaşıyan 2. Cumhuriyetçi kimlikli, çoğunluğu Vakıf Üniversitelerinde kadrolu akademisyenlerin bu periyodiklerde yayın sorunu bulunmamaktadır. Başta tarihçiler olmak üzere, diğer sosyal bilimlerde çalışma sürdüren akademisyenler, ortadaki olumsuz olgudan birinci derecede mağdurdurlar. Bilimsel çalışmalarını "ulusal" perspektiften sürdürmek, bir anlamda Y.Ö.K. eliyle cezalandırılmak anlamına gelmektedir. Sadece sosyal bilimciler mi? Elbette ki hayır!.. Örneğin, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi A.B.D. öğretim üyesi Prof.Dr. Tahir Hatipoğlu ve meslekdaşları tarafından yürütülen bir araştırmanın sonuçlarının yeraldığı makalenin yayın talebi, ingiltere'de yayınlanan, sözkonusu indeksçe taranan bir tıp dergisi tarafından reddedilmiştir. Reddin gerekçesi, "Türkiye'de sadece Türklerin yaşamadığı, Kürtlerin de yaşadığı ve örneklemlerde onlara da yer verilmemesi" olarak gösterilmiştir. Türk akademisyenleri böylesine aşağılayıcı, onur kırıcı, ulusal duyarlılığı rahatsız edici durumlara düşürmek, Y.Ö.K. yasasının 4. ve 5. maddeleri ile hiç mi hiç bağdaşmamaktadır. Y.Ö.K.'nun, fethullahçı kadrolaşmaya ve Türkiye yerine Batılı ülkelere öncelikli olarak hizmet veren bu şekilci, içeriği kof, sömürge uşaklığı görünümlü uygulamadan vazgeçmesi gerekmektedir.

    --spoiler--

    eğitim sistemine sızan gülen yapılanmasının farklı çalışmalarını buradan ayrıntılı olarak değerlendirebilirsiniz;
    http://www.guncelmeydan.c...-hablemitoglu-t32772.html

    ***

    Raporlarla Polis Akademisi ve Diğer Eğitim Kurumlarındaki Fethullahçı Kadrolaşmasınınsa ayrıntılarını bizlere sunmuş;

    --spoiler--

    Emniyet birimlere sızmaya çalışan fethullahçı kadrolar, Cumhuriyet'in bugününü tehdit edecek mevziler elde etmişlerdir. Ya Cumhuriyetin yarınları?!. işte, fethullahçılar, yarının şeriatçı-mürit emniyetçilerini yetiştirmek ve Cumhuriyet'in geleceğini şimdiden kontrolleri altına almak için, esas oyunlarını, Polis Akademisi başta olmak üzere, Emniyet Genel Müdürlüğü'ne bağlı tüm eğitim kurumlarında sergilemektedirler. Son yirmi yıllık süreçte göreve gelen tüm içişleri Bakanları'nın ve Bakanlık Müsteşarları'nın, Emniyet Genel Müdürleri'nin, tüm siyasilerin bildikleri halde seyrettikleri bu olumsuzluğa karşı, büyük bir cesaret ve onurla ilk resmi tepkiyi ortaya koyan, bir başka ifadeyle ilk defa "kral çıplak" diye bağıran, dönemin Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral olmuştur. Saral, aşağıdaki raporunun çok kısa bir süre sonrasında, cezalandırılarak görevinden alınmış, ekibi ile birlikte çirkin iftiralara ve 20'ye yakın davaya muhatap bırakılmıştır. Fethullahçı istihbaratçıların deyimi ile, "hocaefendiye ve ışık ordusuna dil uzatanlar, sonradan geleceklere de emsal olacak biçimde pişman edilmişlerdir".

    --spoiler--

    emniyet köstebekleri için kaynak;
    http://www.guncelmeydan.c...-hablemitoglu-t32756.html

    ***

    Gülen Yapılanmasının Tehdit Potansiyeli ve Varislerini derin araştırmalarıyla ölümünden sonra basılan köstebek isimli eserinde değerlendirmiştir.

    --spoiler--

    Lütfen, aşağıdaki haberi tüm dikkatinizle okuyunuz:

    “Tedavi maksadı ile Amerika’da bulunan Fethullah Gülen Hocaefendi’yi depremden iki gün sonra ziyaret etme imkânım oldu. Onun halini gördükten sonra depreme üzülmediğim ve hiçbir şey yapmadığım kanaatine vardım. Türkiye’den kendisine ulaşan veya kendisinin ulaşabildiği herkese deprem bölgelerine gitmelerini ve bir amele gibi çalışmasını rica ediyordu. Yardım kampanyalarının açılmasını ve herkesin gücü yettiğince buna katılmasını istiyordu. TÜPRAŞ’taki yangının sürdüğü haberini aldıkça yerinde oturamıyordu. Onun bu telâşı karşısında yangının yan odada olduğunu sanırdınız. Afet anında ezan okumanın Allah’ın rahmetini ihtizaza getireceğini ve afeti durduracağını hatırlatarak yangını canlı yayından izleyen bir iki arkadaşa EZAN OKUMALARINI söyledi. Yangının kontrol altına alındığı haberi gelene kadar gerginliği dinmedi. Tabii onu takip eden doktorunun da...”.

    Lütfen düşününüz, bu hocaefendi (!) kendini T.C. Diyanet işleri Başkanı’nın da üstünde Papa’ya eşit, istediğinde randevu alıp görüşebilen en üst islâm Temsilcisi konumunda görüyor, A.B.D. ve müritleri tarafından da böyle lânse ediliyor... Eğitimi? Yok!.. Tabii Erzurum’un köylerindeki nur medreselerinde aldığı dersler (!) eğitim sayılırsa... Resmi statüsü? O da yok!.. Sadece devrim yasalarına göre kullanması yasaklanan hocaefendi (!)unvanı var; bir de vaizlikten aldığı bir emekli aylığı!.. Kendi deyimi ile “fakirin bir dikili ağacı bile yok” ... Ama aylardır A.B.D.’nde mütevazı emekli aylığı ile mucizeler gerçekleştiriyor: Mayo Klinikte tedavi görüyor; 24 saat doktorunu yanından ayırmıyor; eyalet eyalet geziyor. Emekli maaşı bir türlü bitmek bilmiyor, bu nedenle de tedavisi (!) uzadıkça uzuyor... Oysa en az müritleri kadar, DGM Savcısı Sayın Nuh Mete Yüksel de, Askeri Savcılık da kendisini özlemle bekliyor ama nedense bir turlu çok sevdiğini söylediği vatanına dönmüyor, dönemiyor... Haberde, asil dikkati şu çekiyor: TÜPRAŞ yangınının sönmesi için yanındakilere ezan okutturuyor. Duygusal açıdan bakarsanız, samimi olarak üzüntü duyan bir kişinin normal dışı tepkiler göstermesi doğal. Anlayış ve saygıyla karşılamak mümkün. Ancak, kendisini “Dünya imamı” olarak gören bir kişinin bilinçli bir biçimde bilmesi gerekir ki, ezan, sadece ve sadece namaz vakti için yapılan bir çağrıdır. Aksi yorum, gerek öz, gerek biçimsel ve gerekse de mantıksal açılardan islâmiyet’e uygun değildir. Geçmişte ezanin cahilce yorumlanmasıyla ortaya çıkan bazı uygulamalar, geleneğe dönüşse de din dışıdır, bid’atdır.

    islâmiyet’in, akla mantığa ve bilime en fazla önem veren din olduğu gerçeğinden hareketle, TÜPRAŞ yangınını söndürmenin yolu, vakit dışı ezan okutmaktan geçmez. Nereden geçer? ileri teknoloji ile üretilmiş yangın söndürücü kimyasallardan; eğitilmiş ve deneyimli bir ekibi sürekli hazır tutmaktan ve de acilen dış yardim talebinde bulunmaktan geçer. Ezani amaç ve işlevi dışında bir çaresizlik, acizlik alternatifi olarak kullanmak ayıptır, günahtır. Oysaki Fethullah Gülen istese, milli servetin böylesine göz göre göre heba olmasından samimi olarak acı duymuş olsaydı -ki hâlâ yapabilir- ağlamak, inlemek yerine müritlerini harekete geçirebilirdi. Nasıl mı? TÜPRAŞ zararının 200 milyon dolar olduğu açıklandığında, organizasyonunun mal varlığı olan en az 25 milyar doların zekâtının bu amaçla kullanılmasını isteyebilirdi. Zaten samimi Müslüman halkın dini duygularını istismar ederek toplanılan bu servetin % 2,5 üzerinden zekâtının 625 milyon dolar olduğu dikkate alındığında, kalan 400milyon dolar ile depremzedelerin acılarının önemli ölçüde giderilmesi bile söz konuşu olabilirdi. Ama bu yapılmadı. New York’ta otel süitinde vakit dışı ezan okutuldu, gözyaşı döküldü, vicdanlar “tatmin” oldu... Ya Türkiye’deki fethullahçılar ne yaptı? Kesin olan şu ki hoca efendilerinin emirlerini yerine getirerek amelelik yapmadılar.

    --spoiler--

    tehdit potansiyeli için daha fazla bilgi;
    http://www.guncelmeydan.c...-ve-varisleri-t32564.html

    ***

    Bu gün adliyenin düşmüş olduğu durumu hepimiz biliyoruz 2002 de hocamız hepsini tek tek incelemiş;

    --spoiler--

    Fethullah Gülen'in gerek yazdıklarından ve gerekse görüntülü konuşmalarından, müritlerine "Adliye"de kadrolaşmayı hedef gösterdiği bilinmektedir. Fethullahçıların "Adliye"ye ilk sızma girişimleri, CHP-MSP koalisyonu dönemine kadar gitmektedir. 12 Eylül sonrasında, "Adliye"deki kadrolaşma çabaları sonucunda, yargı mensupları arasında "gümüş yüzüklü" olarak adlandırılan bir grubun giderek güç kazandığı kaydedilmektedir. Örneğin, istihbarat birimlerince hazırlanan ve Basına da yansıyan bir raporda, "ADALET Bakanlığı'nda 250 kadar irticacı ve bölücü personel bulunduğu" örneklendirilerek belirtilmiştir (128). Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ise, Fethullah Gülen cemaatinin devletin bütün kurumlarına olduğu gibi yargıya da sızdığını vurgularken, T.S.K.'nin geçen Yüksek Askeri Şura'da (YAŞ) 11 Fethullahçıyı ordudan attığına dikkat çekmiştir. Kıvrıkoğlu'nun ardından, dönemin Danıştay Başkanı Erol Çırakman'ın aynı konudaki açıklamaları, kamuoyunda şok etkisi yaratmıştır:

    "Yargının içinde de Fethullahçılar var. Bu konuda duyumlar var. Bir dönem hâkim ve savcı alımında tarikatların etkili olduğu söyleniyor. idari yargıda da Fethullahçıların olduğu yönünde duyumlar var. Yine bir dönem hâkimlik ve savcılık mesleği istihdam alanı olarak kullanıldı. Söylediğim gibi 100 hâkim alınacak, dendi, sonradan bu sayı 350'ye çıkarıldı. Bir dönem mülkiye ve hukuk mezunu imam hatip lisesi kökenliler, kaymakam ve hâkim oldu. Bunlardan hâlâ görevde olanlar var. Hâkim ve savcı alımında çok titiz davranmak gerekir. Yargıya kaliteli, bilgili, yetişmiş kişilerin alınması gerekir. Marjinal yapıda kişiler alınamaz. ideal hâkimler ancak parlak insanlardan oluşabilir. Belli görüşe angaje olmuş kişiler, hâkim ve savcı alınamaz. imam hatipte verilen bilgiler islam Dini'ne ilişkindir. Din dogmalara dayanır. Oysa yargı dogmalara değil, normlara dayanır. Hâkim ve savcı olmak için demokratik ve açık fikirli olmak gerekir. Aksine kişiler yargıyı zayıflatır.

    Ben kendim değil, çocuklarımız için endişe ediyorum. irtica yargıda en hafif şekliyle var. Ağır şekli bürokraside var. irtica ile mücadele yasalarını bir an önce çıkartmak şart. Bu konu Türkiye'nin meselesi. Sadece yargının meselesi değil. Elbirliği ile herkes birşey yapacak. Yargı mensupları daha çok şey yapacak. Türkiye yargısına olan güveni bu şekilde zedelemek doğru değil ama olanları saklamak daha tehlikeli.

    Bu gruplar planlı ve programlı hareket ettiler. En parlak, seçkin ve çalışkan öğrencileri Mülkiye'ye, Hukuk'a gönderdiler. Bunlar hâkim, savcı, kaymakam oldular. Polis oldular. Hatta en dirençli yer olan askerlerin arasına bile sızdılar. Nasıl RP'li birinin Adalet Bakanı olduğu yere sızmasınlar. En güç temizlenecek yer yargıdır. Çünkü hâkime bir dokunulmazlık tanımışızdır ki; somut bir kanıt olmadan ceza bile veremezsiniz. Ancak, bir kaymakam hakkında eşi türbanlı diye işlem yapılabilir. Atatürk, Cumhuriyet'in hâkimlerini yetiştirmek için Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni kurdu. Cumhuriyet'in kanunlarını uygulamaları için yetiştirildiler. O zaman Türkiye geçiş dönemindeydi ve şeriata şartlanmış kafalarla hukuk egemen kılınamazdı. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri Avrupa'nın laik yapısını benimsemiş, hukuk sistemini de buna göre kurmuştur. Laik sistem, aklın hâkim olduğu bir sistemdir. Düşün ki bunu benimsemeyen, şeriata inanan bir hâkim... Düşüncesi bile hafakanların basmasına neden oluyor. Bunları ayıklamak çok zor. Son çıkarılmak istenen kanun hükmünde kararname ile bile zor. Çünkü müfettişler, iddialar ve duyumlar üzerine harekete geçecek. Konuyu, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun önüne götürecek. Kurul, maddi delillere bakacak. Yeterli görecek mi? O kadar kolay değil" (129).

    --spoiler--

    ***

    Yine diğer bir konuda gerçekten hayretler verici;

    --spoiler--

    Etki Ajanları, Nüfuz Casusları ve Fetullahçılar Raporu

    Küreselleşme sürecine uyum sağlamak isteyen ulusal-uluslararası düzeydeki kurumların pekçoğu kabuk değiştiriyor. Hiç şüphesiz değişen bu kurumların başında da istihbarat örgütleri geliyor. Değişen tanımlar ve kavramlara koşut olarak, istihbarat ve karşı istihbarat faaliyetleri artık nostaljik 007 kalıplarından oldukça uzaklarda. Örneğin, dünya üzerindeki her türlü kitle iletişimini kontrol eden "Echolon Ağı", uzaydan her türlü görüntüyü sağlayan uydu sistemleri, klasik casusların tüm işlevini fazlasıyla üstlenmiş durumda. Sanayi casusluğu hâlâ önemini korurken, istihbarat terminolojisinde yeni kavramlar, konseptler ön plana çıkmakta: "Sosyal-Ekonomik-Siyasal-Dinsel-Kültürel istihbarat" kavramları gibi. istihbarat ve Karşı istihbarat Servisleri, gelişmiş ülkelerde eskiden olduğu gibi tam bir gizlilik içinde işlerini yürüten kurumlar değil artık. Şimdilerde, Dışişleri, içişleri, Ekonomi-Maliye, Adalet Bakanlıkları, Kızılhaç, özel servis veren pilot üniversiteler, enstitüler, vakıflar, özel misyonu olan kardinaller, piskoposlar, hahamlar ve tüm misyoner örgütleri, yurtdışında yatırım yapan şirketler, yurtdışında temsilciliği olan medya kuruluşları ve haber ajansları ile de -gerektikçe- içiçe çalışılıyor. istihbarat servislerinin rolü, koordinasyon, finansman, lojistik destek ve yönlendirme ile sınırlı. Artık hedef ülkelerde özellikle istihbarat-ajitasyon faaliyetlerinde deşifre olma riskine girilmiyor; bu iş genellikle doğrudan yada dolaylı olarak servisle ilişkili yerli işbirlikçilere, taşeronlara sipariş ediliyor. işte literatürde bu yerli işbirlikçilere-taşeronlara "etki ajanları", "yönlendirici ajanlar" ya da kapsamlı bir deyişle "nüfuz casusları" deniliyor.

    Halk deyimi ile "maşa" olarak da nitelendirebileceğimiz bu etki ajanlarının farklı işlevleri bulunuyor: Kimi, politikacı, kimi gazeteci , kimi akademisyen, kimi diplomat, kimi hukukçu, kimi tarikat-cemaat şeyhi, kimi de yüksek bürokrat ya da işadamı olarak, önce madden-manen bağlı oldukları, aidiyet duygusunu ve güvencesini hissettikleri ülke adına tüm yetkilerini kullanıyorlar. Bu bazen, devlet politikasının güdümlü olarak saptırılması; bazen, halkın din ve ırk duygularına bağlı olarak kin ve husumete sevkedilmesi; bazen, uluslararası ihalelerde devlet çıkarlarının gözardı edilerek bağlı ülke şirketlerinin tercih edilmesi; bazen tahkim örneğinde olduğu gibi çağcıl kapitilasyonların geri gelmesi amacına uygun olarak gerçekdışı bilgilerle kamuoyunun aldatılması; bazen, Türkiye'nin en zengin işadamlarından birinin tüm mesaisini -Diyanet işleri Başkanlığına değil- Fener Rum Patrikhanesi'ne hizmete hasretmesi ya da fethullahçıların Papa, Fener Rum Patriği ve Batı kökenli hristiyan misyonerlerle halvete girmesi; bazen, kendi halkının can güvenliğinin hiçe sayılarak Bergama'da olduğu gibi şaibeli şirketlerden yana tavır konulması ya da nükleer enerji ihalelerinin sonlandırılmasına karşın sözleşmede olmadığı halde halkın kıt kaynaklarını taraf yabancı şirketlere tazminat olarak aktarılmasının önerilmesi; bazen AB örneğinde olduğu gibi, "Kopenhag Kriterleri, TC Anayasası'nın üstündedir" gibi söylemlerle ulus-devletin sona erdiğinin, egemenlik-bağımsızlık-ulusal onur-ulusçuluk gibi kavramların modasının geçtiğinin vurgulanması; şeriatçılara ve bölücülere sınırsız ve koşulsuz özgürlük isteminde bulunularak bunun "demokratlık" olarak lanse edilmesi; bazen hizbullahçılar gibi kanlı örgütlere yıllar boyu gözyumulması ya da her türlü organize suç örgütü ile çıkar ilişkisi içinde bulunulması; bazen Kaddafi'nin bile önünde onursuzca boyun eğilmesi; bazen ABD Başkanı ile el-göz temasında bulunulmasının bile onurmuşçasına reklam konusu edilmesi; bazen ilgili devlet büyükelçisinin önünde bile bir Türk siyasi liderinin el-pençe divan durması; bazen Türk Dünyasındaki Türkiye'nin çıkarlarının örneğin fethullahçılar eliyle ABD'ne devredilmesine seyirci kalınması ya da Kuzey Irak'da, Kosova'da, Karabağ'da, Doğu Türkistan'da olduğu gibi soydaşlarımızın insani haklarına bile sahip çıkılmaması; bazen Türkiye'nin etnik-dinsel haritasının ya da aile yapısının ortaya konulmasını öngören dış kaynaklı projelerle en mahrem bilgilerimizin bilimsel çalışma adı altında ilgili ülke istihbarat servislerine aktarılması ve daha pekçok, binlerce, onbinlerce onursuz işbirliği örneği!..

    Kısaca, etki ajanları görüldüğü gibi bir değil, onbinlerle. Onlar aramızda, üstelik bizi yönlendiren, yöneten her yerde... Kimi "şeriatçı", kimi "ülkücü", kimi "sosyalist", kimi "kürtçü", kimi "ortanın solunda", kimi "merkez sağda", kimi "kapitalist", kimi "ikinci cumhuriyetçi"!.. Ama nedense hepsi de demokrat, özgürlükçü, entelektüel, insan hakları savunucusu ve AB yanlısı!.. Güçleri destek aldıkları ülkelerden ve işgal ettikleri konumlardan geliyor. Politikacıysanız, gidebildiğiniz yere kadar destekleniyorsunuz. Bürokratsanız, çıkabileceğiniz en üst göreve kadar yükselebiliyorsunuz. işadamıysanız, vize dahil "kayırılma" statüsüne dahil ediliyorsunuz. Diyelim ki, "ikinci cumhuriyetçisiniz", Türkiye'de sizi okuyacak kaç "ikinci cumhuriyetçi" okurunuz var? Yazarı-çizeri-okuru dahil Türkiye'deki ikinci cumhuriyetçilerin sayısına baktığınızda, birkaç bin kişiyle sınırlı olduğunu görüyorsunuz. Ama kitlesel desteği olmayan, toplumun büyük kesimi tarafından adeta lanetlenen "ikinci cumhuriyetçi" yazarlar, Türk Basınının en büyük gazetelerinde köşe yazarlıklarını sürdürüyorlar. Kim onlara "kamuoyunu oluşturma-koşullandırma" güç ve desteğini veriyor dersiniz? Bunca tepkiye rağmen, kapitalist kimliği ile önplana çıkan medya patronları onları niçin ve neden hala korumakta? Bu bağlamda, fethullahçıların tanıtımı için büyük gayretler sarfeden ünlü bir medya patronunun, Mehmet Eymür'e yazarlık önermesi size hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Fatih Altaylı gibi Cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkan kimi yazarlara "MiT ajanı" suçlamasıyla saldıranların, ikinci cumhuriyetçilere ya da aidiyet duygusuyla bağlı olduğu yeni vatanına kaçmak suretiyle deşifre olmuş etki ajanlarına ise suskun kalarak bir nevi dayanışma sergilemeleri, Türkiye'deki etki ajanlığı tehlikesinin boyutları hakkında bir fikir veriyor...

    --spoiler--

    ***

    Eymür'deki çok önemli saldırı;

    --spoiler--

    Yeni amiriniz Henri Barkey'in CIA-Dışişleri Bakanlığı nezdinde profesyonel bir Kürt uzmanı olduğunu sanırım biliyorsunuzdur. Sizi bir süre sonra kullandıktan sonra sanırım Graham Fuller'e devredecektir.

    Eymür'ün Necip Hablemitoğlu'na Saldırısı

    “4-5 Kişi” başlıklı yazımız içindeki “Andıç” bölümü ile ilgili olarak iki okuyucumuzdan e-mektup aldık.

    Apo ve Fettullah Gülenle irtibatlı Mossad Ajanı
    K.D. isimli okuyucumuz şöyle diyor mektubunda:

    Mitoğlu'ndan Saldırı
    ABD’de kurulu ve bazı enteresan bağlantılarını bildiğim bir cemiyetin Web sayfasında Dr. Necip Hable Mitoğlu isimli, bir kişi “Etki Ajanları - Nüfuz Casusları ve Fethullah’cılar Raporu” başlıklı bir yazı yazmış.

    Yazının bir bölümü şu şekilde:

    "Ama kitlesel desteği olmayan, toplumun büyük kesimi tarafından adeta lanetlenen "ikinci cumhuriyetçi" yazarlar, Türk Basınının en büyük gazetelerinde köşe yazarlıklarını sürdürüyorlar. Kim onlara "kamuoyunu oluşturma - koşullandırma" güç ve desteğini veriyor dersiniz? Bunca tepkiye rağmen, kapitalist kimliği ile ön plana çıkan medya patronları onları niçin ve neden hala korumakta? Bu bağlamda, Fethullah’çıların tanıtımı için büyük gayretler sarfeden ünlü bir medya patronunun, Mehmet Eymür'e yazarlık önermesi size hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Fatih Altaylı gibi Cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkan kimi yazarlara "MiT ajanı" suçlamasıyla saldıranların, ikinci cumhuriyetçilere ya da aidiyet duygusuyla bağlı olduğu yeni vatanına kaçmak suretiyle deşifre olmuş etki ajanlarına ise suskun kalarak bir nevi dayanışma sergilemeleri, Türkiye'deki etki ajanlığı tehlikesinin boyutları hakkında bir fikir veriyor..."

    Bu Mitoğlu’na “Söylediklerini ispat edemezsen sen bir şerefsizsin.” diye e-posta gönderdim. Cevap verir, belki bize yazarlık teklif eden ünlü medya patronu kimmiş açıklar, bizimle ilgili ajanlık kanısına nasıl varmış izah eder diye bekledik.

    Cevap vermedi, şerefsizliği kabullendi.
    >isminin başında Dr. Lakabı bulunan ve ilim adamı geçinen bir zavallı. Araştırılırsa belli güç odakları ile bağlantısı çıkacağından eminim.

    Dr. Necip Hablemitoğlu'nun Mehmet Eymür'e Yanıtı

    Sayın Eymur,

    Yeni vatanınızdaki sitenizde, gerçek fabrikatör nasıl olunur, herkese gösteriyorsunuz. Şahsımla ilgili yazdıklarınızın iftira ve hakaret boyutlarını geçiyorum. Ne zaman psikiyatrist oldunuz? Bir psikiyatristin bile bu tanıyı koyabilmesi için önce hastayı tanıması ve uzun süre müşahade altına alması gerekmez mi? Her bilim ve de meslek kolu, önce temel, sonra uzmanlık eğitimini esas alır. Disiplinlerarası uzmanlığa saygı esastır. istihbarat deneyimi pazarlamaktan, pardon devletin temel sırlarını, olmayan onur ve haysiyetinizle birlikte satışa sunmaktan ne zaman sıkıldınız da benim ruhsal durumum hakkında tanı koyma gayretkeşliği içine giriyorsunuz?!.

    Sayın Eymur,
    Vatanın ve devletin şerefini birkaç dolar uğruna ayaklar altına almaya çalışıp, yakın arkadaşlarınızın eşlerine ait özel alan kapsamındaki mahremiyetlere bile ihanet ederken, hangi şereften bahsediyorsunuz? Şeref kavramından yoksun olanlar ne zamandan beri başkalarına kendi unvanlarını (şerefsiz) yakıştırır oldu?!. Bari Engin Civan da gelsin ve sitenizden şahsıma (hırsız) desin, bu ne biçim mantık ve cüret ve de arsızlık?!.

    Lütfen yalan söylemeyin, sizin (serefsiz) ünvanınızı şahsım için de paylaştığınız seviyeli (!) mesajı aldıktan sonra size cevap yazdım. Üstelik, bu cevabi, 70'in uzerinde ülkede onbinlerce adrese de gönderdim. Sizi Türkiye'nin şeref listesine aldım. Nasıl bir istihbaratçısınız ki gözünüzden kaçmış?! Ekte cevabımı içeren makalemi tekrar gönderiyorum.

    Yeni amiriniz Henri Barkey'in CIA-Dışişleri Bakanlığı nezdinde profesyonel bir Kürt uzmanı olduğunu sanırim biliyorsunuzdur. Sizi bir süre sonra kullandıktan sonra sanırım Graham Fuller'e devredecektir. Yaşınız itibariyle ABD vatandaşlığına geçerek CIA'dan emekli olmanız kesinlikle olanaksız. Sitenizdeki fonksiyonunuz anlamını yitirdiğinde -artık o tarihte limon gibi sıkılıp possanız çıktığı için- artık masraf bedeli de alamıyacaksınız. Önünüzde tek bir seçenek kalıyor: Fethullahçılara "danışman" olarak sığınmak. Nitekim, önümuzdeki aylarda cemaatin borazanlığına başladığınızda sanırım kimseler şaşırmayacaktır. Nitekim, hakkımdaki şerefli (!) karalamalarınız çıktığında, tartışma listelerindeki fethullahçılar hemen anında yönlendirdiler. Sizin isnatlarınız benim için gururdur. Çünkü ben Cumhuriyet aydını, alanında yetkin bir akademisyenim. Sizinse ne olduğunuzu dostunuz düşmanınız herkes bilmekte...

    Sizden ricam çamur atarken, redaktörleri arasından yeralmaktan gurur duyduğum internet merkezini karıştırmayın. Siz, vatandan binlerce mil uzakta vatanı yaşamanın, sevmenin, kavgasını vermenin, fedakarlık yapmanın anlamıni bilmezsiniz. Kendi karanlık ve şaibeli ilişkilerinizi içinde yeraldığım gruplara bulaştırma çabanızı kınıyorum.

    Sayın Eymur,
    Düşmüş bir istihbaratçı eskisi olarak şayet şeref ve haysiyet kavramı gibi değerlerin gramı bile kalmışsa, hakkımda yazdıklarınızın altına bu mesaji da yerleştirirsiniz. Sizde o cesaretin ve uygar yaklaşımın, dürüstlüğün olmadığını bilmekle birlikte, yayınlamayacağınızdan da eminim. Keşke, ataçladığım makaleyi de ekleyebilseniz. Her neyse, sonuç olarak söylemek gerekirse, sizinle muhatap olmaktan ciddi biçimde rahatsızım, sitenizde adımın çıkması beni fevkalade aşağıladı. Siz, isterseniz mesajımı yayınlamayın, daha fazla aşağılanmayayım.

    ilke olarak ABD'den vatanını, devletini, kurumunu satanlara selam ve saygı sunmuyorum. Dr. Necip Hablemitoğlu.

    Not: Soyadımı yamultarak anlamlar çıkarmaya çalışmanız basitlik ve acizlik tezahürü. Size gönderilen mektupla uzak yakın hiçbir ilgim yok. Olsaydı, kendi adımı koyardım. Bu mesajımı ilgili iftiralarınızın altına koyma cesaretini gösteremeyeceksiniz, lütfen yazdıklarınızı da sayfanızdan çıkarın. Daha fazla aşağılanmak istemiyorum. Lütfen.

    --spoiler--

    ***

    Chp ve Altı ok prensibi;

    --spoiler--

    Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkını Türk Ulusu olarak kabul eder. Ulus-Devlet yapılanması içinde "Türkiye Halkları" kavramına asla yer vermez.

    Türkiye'deki sağ kesim, Osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşunun 700. Yıldönümünü, Cumhuriyete alternatif bir model içeriği içinde kutlamakla, Türklük bilincinden ne ölçüde yoksun olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Osmanlı Devleti, 622 yıllık bir geçmişiyle, olumlu ve olumsuz yönleriyle elbette ki biz Türklerin devletidir. Ancak nasıl bir Türk sağıdır ki, Türk ulusçuluğu yerine "Osmanlı ulusçuluğunu", Türk dili yerine "Osmanlıcayı", "Türk Edebiyatı" yerine "Divan Edebiyatını", Türk Kültürü yerine "Osmanlı Kültürünü" alternatif olarak ortaya çıkaran ve geliştiren; yönetici sınıfının yetiştirildiği "Enderun"a Türkleri kabul etmeyen; "etrak-ı biidrak" (algılamasız Türkler) biçimindeki hakaretamiz söylemlere tepki göstermeyen; bir başka ifadeyle, üst kültür kimliği olarak Türklüğü reddeden bir imparatorluğu model olarak, hem de 21. Yüzyıla girmekte olduğumuz şu sıralarda -gıpta ve özlemle- önerebilirler? Kaldı ki, geriye dönüşün asla mümkün olmadığı, değişimin kendisinden gayri herşeyin değiştiği bir dönemde, bu kesimin, muhafazakârlığın yanısıra Türk ulusçuluğuna sahip çıkmaları ise apayrı bir çelişkidir.

    Tarihe damgasını vurmuş olan ingiltere Fransa, Rusya gibi devletlere bakıldığında, "ulus-devlet" yapılanmasının tüm karakteristikleri görülür. Örneğin, ingiltere için, yalnızca "ingiliz dili, ingiliz edebiyatı, ingiliz kültürü, üzerinde güneş batmayan ingiliz devleti ideali" esas kabul edilirken; ingiliz ulusçuluğunun temelleri de işte bu esaslara dayanmıştır. Türk ulusçuluğunun -toplumsal, kültürel ve siyasal alanlarrda- ortaya çıkışının sözkonusu devletlere oranla çok geç tarihlere rastlaması, Osmanlı Devleti'nin üst kültür kimliği olarak "Türklük" yerine yapay bir kavram olan "Osmanlılık"ı kabul etmesi yüzündendir. Avrupa'daki imparatorlukların yanısıra, 1789 Fransız ihtilâlinden hemen sonra tüm Avrupa'yı ve de Osmanlı imparatorluğu'ndaki azınlıkları içine alan ulusçuluk hareketinden Türklerin de etkilenmesi, XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren sözkonusu olmuştur. Harbiye kökenli Süleyman Paşa (Şıpka Kahramanı) ve Bursalı Tahir Beyin yanısıra, tarih ve edebiyat alanında Türklük bilincini işleyen eserler veren aydınlarımız arasında Veled Çelebi, Şinasi, Ahmet Vefik Paşa, Mustafa Celâleddin Paşa, Ahmet Cevdet Paşa, Ali Suavi, Şemsettin Sami, Ahmet Mithat Efendi, Necip Asım, Ömer Seyfettin, Ali Canip, Ziya Gökalp, Necip Türkçü, Fuad Köse Raif, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Mehmet Emin Yurdakul vd. yer almıştır. Batıdaki ve de Osmanlı imparatorluğu'ndaki azınlıkların aşırı milliyetçiliklerine tepki olsa gerek, yukarıda adları yazılı aydınlarımızın bazıları Arnavut, Polonyalı, Kürt, Çerkez kökenli olsalar bile, olması gereken siyasal bilinçle alt kültür kimlikleri yerine üst kültür kimliği olan Türklüğün gelişimi için tüm mesailerini sarfetmişlerdir. Ayrıca, başta Gaspıralı ismail Bey olmak üzere, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Dr. Hüseyinzade Ali Bey, Fatih Kerimi gibi Rusya kökenli Türkçüler de Türklük bilincinin verilmesinde önemli rol oynamışlardır.

    Türk ulusçuluğunun siyasal bir hareket olarak ortaya çıkması, ittihat ve Terakki döneminde sözkonusu olmuştur. Türk toplumunun ümmet aşamasından ulus aşamasına geçiş sürecini hızlandırmak için özel yasalar çıkaran ve peşpeşe çağdaş nitelikte bazı devrimler (kadınlara eğitim ve çalışma hakkı, takvim, ölçü vb. alanlarda batı standartlarını esas alma, alfabeyi basitleştirme gibi) gerçekleştiren ittihatçılar, nerede durmaları gerektiğini kestiremediklerinden, turancılık gibi sonu belirsiz bir ham hayalin peşinden koşma konumuna gelmişlerdir. Türk toplumu, o dönemin mazur görülebilecek koşullarında bile ulusçuluğun siyasallaştırılmasının tehlikesi ile ilk defa ittihat ve Terakki döneminde tanışmıştır.

    Mondros Mütarekesi'nden sonra "Misak-ı Milli" ile ifadesini bulan ve matematiksel gerçekçiliği ön plana çıkaran Türk ulusçuluğunun Ulusal Kurtuluş Savaşı dönemindeki yansımaları, "kuvayı milliye" hareketi ile eyleme dönüşüp, "tam bağımsızlık", "ulusal egemenlik" gibi amaçlara yönelik olarak gelişmiştir. Mudanya Mütarekesi'nden sonra başlayan ilk siyasal devrimler sonucunda saltanat, hilâfet gibi Türk Toplumunun sırtındaki safraların atılması; Cumhuriyetin ilânı; laik hukuk sisteminin en önemli adımı olarak Tevhid-i Tedrisat yasasının kabulü ile eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ve arkasından gelen diğer devrimler, Türk ulusculuğunun genel çerçevesini belirlemiştir. Böylece, Atatürk'ün ulusçuluk anlayışı, o dönemde tüm Avrupa'da varlığını hissettiren saldırgan (irredantist) ve şoven tipi ulusçuluk anlayışlarının tamamiyle dışında evrensel-hümanist boyutları yakalayan, Türkiye ve dünya gerçeklerine uygun bir ilkeye dönüşmüştür.

    --spoiler--

    ***

    Sosyalizm üzerine çok önemli bir yazı lütfen okuyun;

    --spoiler--

    Kırım Cumhuriyeti'ne Giden Yolda ilk Hitapname: Sosyalizm-Türkçülük

    Rusya'da 1917 ihtilâli ile birlikte ortaya çıkan kaos ortamında ilk tepkiyi gösteren ve siyasal yapılanmaya yönelen Türk topluluklarının başında Kırım Türkleri yer almıştır. 1783'den itibaren devam eden baskıcı Rus yönetimine karşı çaresiz kalan, ancak Gaspıralı ismail Bey gibi aydınları sayesinde ulusal kimliğini korumayı başaran Kırım Türkleri, 1917 ihtilâlinin hemen ilk günlerinde, 25 Mart 1917'de Akmescit şehrinde büyük bir toplantı gerçekleştirmişlerdir. Kırım'ın geleceğine ilişkin önemli kararların alındığı bu toplantıya 1500'ü delege, toplam 2000 kişi katılmıştır (1). Toplantının hemen akşamında "Akmescit Müslümanları'nın Muvakkat Şehir icraat Bürosu" oluşturularak faaliyete geçirilmiştir. Aşağıda ilk defa tıpkıbasımı yayınlanacak olan tarihsel önemi büyük olan belge, muhtemelen 1917 Martının son günlerinde kaleme alınarak yayınlanmıştır. Bildirinin uslûbundan Cafer Seydahmet'in de yeraldığı bir komisyonda kaleme alındığı anlaşılmaktadır. Bildiri, Kırım Türkleri'nin milli örgütlenme süreci tamamlanmadan gerçekleşebilecek en yakın tarihteki olası seçimlerde izlenecek stratejiyi ortaya koyması, buna ilişkin öneri ve telkinlerde bulunması, kadınları da dikkate alması açısından büyük önem taşımaktadır:

    AKMESCiT MÜSLÜMANLARININ MUVAKKAT ŞEHiR iCRAAT BÜROSU TARAFINDAN HiTABNAME:

    Müslüman Kardeşler!

    Cemaat! Eski hükûmet yıkılıp Rusya'nın yeni devre girdiği üç ay oldu. Bu müddet zarfında Rusya halkının vazifesi, çalıştığı ne içindir? Yıkılmış halkı (...) hükûmet binası yerine halk hâkimiyeti esası üzerine yeni hükûmet binası kurmaktır. işte bu meydandaki siyasi partiler o tartışmalar cümlesi o yenilikle yolda ve ne şekilde kurulması üzerinedir.

    Biz müslümanların bu binayı kurmada tuttuğumuz yol evvelden beri söylenegeldiği gibi fukara ve basılmış halklara bütün hak veren sotsiyalistiçeski partiyaların (sosyalist partilerin) yoludur. Bizim bu yolumuzu evvelden yeri anlaşıldı. Biz o bayrağın tobine girdiğimizi söyledik.

    Şimdi artık bu yol tuttuğumuzu iş ile göstermeğe vakit geldi. O da şehir saylavlarında (seçimlerinde) bu yol ile gitmemiz, sosyal partilere koşulmamızdır.

    Çünkü olacak şehir saylavları hükûmet binasının ilk temel taşını yani eskizli koymaktır. Bu saylavlar ileride olacak uçriditelni sabraniyanın (kurucu meclis) emsalidir. Şehir saylavlarının neticesinden umum hükûmet binasının ne şekilde kurulacağı bir derece anlaşılacaktır.

    Ey vatandaşlar! Biliniz ki bu saylavlarda gorodskoy upraviya hangi partiye nasıl geçerse uçriditelni sabraniyede de o partiye o kuvvet galebe çalacaktır. Binaenaleyh bizim mukaddes vazifemiz, milletimizin menfaati kendisinde olan sotsiyalist partiyalarının geçmesine yardım etmek ve onlar ile koşulmaktır. Çünkü yalnız bu partiyalar fukara halkın faidesine hizmet ediyorlar. Çünkü yalnız sotsiyalist partiyaların kuvvet alması ve galebe çalması ile emellerimiz yaşayacaktır. Evet bu görüş ile hükûmet binasını bizim menfaatimiz kendisinde olan sotsiyalist partilerin istediği şekilde kurulmasına yardım edeceğiz. Bu sebepten biz şehir saylavlarına ayrı gitmeyip sostsiyalist partiler ile (bölük) olup yani koşulup gitme kararı verdik. Bunu bizim umumi turmuşumuz, siyasetimiz, gayemiz ve emelimiz iktiza ediyor.... Bundan mada biz eger bu meseleye şehirdeki turuşumuz yalnız şehirdeki faidemiz noktasından bakarsak yine de ayrı gidemiyoruz, çünkü biz müslümanlar Akmescid şehrinde az olduğumuzdan ayrıca kendi kuvvetimiz ile 8 veya 9 aza geçirebileceğiz. Eğer cümle saylavlarımız kalmayıp gelseniz bu az kuvvet ile biz Gorodskoy Duma'nın içerisinde de eğer sotsiyalist partiyaların yardımı olmasa hiçbir ehemmiyeti olamıyoruz. Bu sebepten biz şimdi saylav vaktinde de Duma'nın içinde de ayrıla gidemiyoruz. Herhalde bize ilk evvel lâzım olan bir şey varsa o da kendi aramızda birleşmemizdir.

    --spoiler--

    ***

    Kırım'da aydın kırım... katliam gözyaşları;

    --spoiler--

    KIRIMLI AYDINLARIN SORUNLARI ÜZERiNE ÖZELEŞTiRi:

    10 Nisan 1783!.. Kırım’ın Rus egemenliğine girdiği bu meş’um günde, işgalci Rus orduları komutanı General Potemkin’in emriyle öldürülen Türklerin sayısı 30.000 (1)... Sürgünler, hapisler, zoralımlar, en acımasız ulusal ve dinsel baskı yöntemleri, asimilasyon politikaları ve sonuçta “aktopraklara” yani Osmanlı Devleti’ne sığınmak üzere yola çıkan ancak yaklaşık yarısı Karadenizin azgın dalgalarına kurban verildikten sonra diğer yarısı hedefine ulaşabilen Türklerin sayısı ise yüzbinlerle. Böylece bir toplumun başta aydınları olmak üzere önemli bir kısmı, baskı, devlet eliyle terör ve tehcir politikalarıyla safdışı bırakılıyor (2)... Çarlık hükûmetlerinin kültürel imha politikası sonucu verilen kayıpların yani yokedilen tarihi-mimari ve kültürel varlıkların ise haddi-hesabı bilinmiyor (3)... Elbette bu sayılanlar Çarlık dönemindeki Türk kayıplarını ifade etmekten çok ama çok uzak!... Bilinen şu ki, Çarlık hükûmetleri, Osmanlı ülkesi ile sınır bölgesindeki bu “güvenilmez” topluluğu, Kırım’da tutmamakta kararlıydı...

    Buna karşılık, Kırım Türklerinin en büyük şansı ise, Gaspıralı ismail Bey gibi bir aydın öndere sahip olmasıydı... Aktopraklara yönelik göçü durdurarak Kırım’daki örtülü etnik temizliğin önüne geçen; “Tercüman” gazetesi ve ek yayınları vasıtasıyla sadece Kırım’da ve diğer Rus esiri Türk topluluklarında değil, tüm Türk Dünyasında Türklük ve dayanışma bilincini uyandıran; önderlik ettiği eğitim reformu ile çağdaşlaşma ve batılılaşma yolunu açan; legal ve illegal siyasal kongrelerle örgütlenme sürecini başlatan; Türk kadının toplumsal ve siyasal hayata katılımını gerçekleştiren Gaspıralı ismail Bey, başlıbaşına Rus asimilasyonuna direnişin adeta simgesiydi...

    1917 ihtilâli gerçekleştiğinde, başta Kırım olmak üzere Rus esiri Türk toplulukları, kendi geleceklerini belirlemek amacıyla birdizi yerel ve genel nitelikte kongre gerçekleştirmişlerdi (4). Sonuçta, müşterek hareket yerine her Türk topluluğunun kendi bağımsızlığını kurtarma çabası içine girmesiyle, başta Kırım, Azerbaycan, Türkistan, idil-Ural ve iç Rusya bölgelerinde ayrı ayrı cumhuriyet ve muhtar hükûmetler kurulmuştu (5). Ekim ihtilâli ile Bolşeviklerin Rusya’daki iktidara elkoymasından sonra, komünist liderler, ilk etapta eski Çarlığın siyasal sınırlarına sahip olabilmek için ikiyüzlü bir taktikle sözkonusu Türk topluluklarına “zeytin dalı” uzatmışlardı:

    “Cami ve mabetleri Çarlar tarafından tahrip edilen, örf ve âdetleri Rusya zalimleri tarafından ayaklar altında çiğnenen siz ey Rusya Müslümanları, idil boyu ve Kırım Tatarları, Sibirya ve Türkistan’ın Kırgızları ve Sartları, Cenubi Kafkasya’nın Türkleri ve Tatarları, Kafkasya Dağlıları ve Çeçenler! Bundan böyle sizin din ve âdetleriniz, sizin milli ve medeni müesseseleriniz hür ve masun olarak ilân ediliyor. Sizin buna hakkınız vardır. Milli hayatınızı bütün manasıyla hürriyetle tanzim ediniz, bu hakkınızdır... Biliniz ki, gerek sizlerin ve gerekse bütün Rusya’da yaşayan milletlerin haklarını inkılâp ve sovyetler himaye ve müdafaa etmektedir. Bu inkılâba ve onun hükûmetine yardım ediniz... Arkadaşlar!.. Yükselttiğiniz bayrakla, her mahkûm millete hürriyet götürüyoruz... Müslümanlar!.. Biz sizden maddi ve manevi yardım bekliyoruz” (6).

    Çok değil, kısa bir süre sonra, komünist liderlerin ne denli yalan söyledikleri görülecekti. Örneğin, bizzat Lenin ve Stalin tarafından kaleme alınan 15 Kasım 1917 tarihli beyannamede, Rusya’daki ulusların eşitlik, egemenlik ve bağımsız devlet kurma hakkından sözedilmekteydi. Ancak bu hak, sadece proleterya sınıfına tanınıyordu. Oysa, Türk bölgeleri, geçmişte kasden geri bırakıldığı, sanayileşmesine izin verilmediği için proleteryaya yani işçi sınıfına sahip değillerdi. Dolayısıyla da sözkonusu haktan peşinen mahrum bırakılıyorlardı. Sahtekârlığın püf noktası işte buradaydı... 1918 Yılına girildiğinde, Sovyet komünizminin Çarlık faşizminden hiç de farklı olmadığı, aksine yöntemleri itibariyle çok daha acımasız, daha pervasız ve de sadece Türklük değil, insanlık düşmanı da olduğu anlaşılacaktı...

    --spoiler--

    ***
    bu ülke o kadar kolay kurulmadı. oluk oluk kanlar aktı. kadınlar evlatlarını bırakıp cepheye mermi taşıdı. askerler yarım ekmek, hoşafla çarpıştı. atatürk böbrek sancısı çeke çeke orduyu yönetti. bunları unutacak kadar nankör olmak şeref ve haysiyeti kaybetmektir. güzelim vatanımızı bölmeye, parçalamaya çalışanlara hizmet ederek oyuna gelmeyelim. ortadoğu'da tavuk keser gibi insan doğranıyor bunları görmezden gelirsek yarın bizimde kafamız kesilir. bilinçli olalım. 900 milyon insanın rahatça yaşayabileceği anadolu'da 75 milyon sefalet içinde. çözümü ise bilinç arkadaşlar. anlatalım ve asla yılmayalım.
    5 ...