içinde yeni bir savaş çıkarabilme olasılığından çok uzakta, aklında bitiveren menekşelerin üzerinde zıplıyorsun. Yaprakları sarıdan çok, birer sonbahar düşçüsü sanki. Ellerinden kayıyorlar, dizlerine doğru rüzgardan geriye. Kalanizasyon kapaklarına yığılıyor yapraklar. Elinde koca bir süpürgeyle bir adam çıkageliyor, geride kalan herşeyi süpürüveriyor sonunda. Çamurlaşıyor gün. Elindeki yemek menüsü ise pek işe yarayacak türde değil. Eklemeler yapıyorsun;
-yeni dünya düzeni kavurması: 6ytl
-bir kış gecesinde karların üzerinde konyak ile sabahla kızartması: 7ytl
-kaybedilen bütün dostların yeniden bir araya gelişi çorbası: 8ytl
-"everybody's gotta learn sometime" gözyaşı salatası: 9ytl
Cüzdanına bakmana gerek yok, hiçbirisini alacak paran kalmadı. Paranın yerine dualar edip kiliselerde mum da yakmadın. Camiler ise pek bir konuşma hakkı tanımadı sana. Bunların yerine, kir içinde kalmış, "dünya türk olsun" diye karalanmış beton sütunların üzerine yazdın isteklerini, "dünya biraz arsızlık, biraz da unutmak olsun." Ağaçlara kedi düşleri astın, dandiniler kulesi dinledi. Neler neler dinlediklerini anlattılar sonunda birbirlerine. Sense yalnızca çarpılan kapıların gıcırdamasını duydun. Yaşadığından daha fazlasının söylence olduğunu düşündün. Cevap vermeye çalıştığında ise şaşkınlıkla biriktirdiğin günlerin söndüğünü görüp doğru düzgün bir çift laf dahi edemedin.
Menüye bakıyorsun. Yiyeceğin her şey ya çok hafif ya da çok ağır kaçacak. Telaşlı bir garson yanaşıyor yanına, giydiği elbisenin ucuz kumaşı canını sıkıyor. Siparişini verme zamanı tatlım. Garsona bakmadan önce gözlüklerini indiriyorsun gözlerine.
-Yarım porsiyon az pişmiş "pure morning" pirzolası.
-2ytl lütfen.
Karmaşanın özünde bu var. Ne kadar kaliteli olduğu önemli değil; ucuza bulunur. Her zaman, her yerde.
Birbirine karışmış sesler, hızla açılıp kapanan kapılar, ne anlattığı belirsiz gözler, koltuk arasına sıkışmış bozuk paralar ve toplamda, koca bir demirden oluşmuş tren medeniyeti. Tuhaf bir çekicilik ve bastırılmış korkular arasına sıkışmış. Herkesin dilini öğrenip de unutmuş kendininkini. Kim demişti, "pek az şey tren yolculuğu kadar insanı kendine getirebilir... " işte sen şu şu ve bir de bu'sun diyebilir. Neler duyarsın seçemediğin olsalıklar içinden? Gözlüklerin nelerden korur ki seni? Terkedilişlerden? Aldatılmaktan? Aynalardan? Yakıcı hikayelerden?
Ya kendineden?
-"En azından daha azını görüyorum." işte böyle demiştin.
Bir kez için bile olsa duymak için beklenilen kelimeler... Yüzde dalgın bir gülümseme... Ya da daha can sıkıcı, işe yaramaz imgeler; yazarı dışında kimseciklere bir faydası dokunmayan kişisel gelişim kitapları, artık bayat yumurta gibi kokmaya başlamış bir kalabalık, hiçbir zaman çekilemeyecek kısa filmlere dramatik replikler, yapıştırılmayı bekleyen notlar, kareler... Uzun, tatlı bir gün vardır akılda. Hatırladıkça üzerine çöken pırıl pırıl bir gün geçmişten. Keşke hiç boşalmasa denilen sokaklar. Arturo Bandini keşmekeşleri, Charlie Brown tutulmaları. "Kim" veya "ne" olduğun ile ne ilgisi olabilir; şehirler bulanık, kaldırımlar bozuk, mevsimler ise bütün yüzyıllar boyunca olduğundan daha kısa. Dileğini tutanın nefesi kesiliyor. Beklemek için fazlasıyla yorucu. Yine de bir kafede birkaç kişi, birkaç sigara dumanı anı, şarap rengi ışıklar, hoşlandığın kişinin yüzünde aklında hiç silinmemecesine yer edinen bir gülüş, gecenin geç saatinde uyuklamaya başlayan vitrinler ve bütün bu olup bitenleri görmek için diğerlerinin arkasında kalmaya mahkum birisi. Bekleyecek, sevmeye çalışacak, bir kenara çekilip, "yok hayır, iyiyim" diyecek, "sadece konuşulmayanlar biraz gözüme kaçtı."
Tanrıların masasıydı bir zamanlar bu topraklar. Umursar mısın? Artık hepsi de evlerinden göçmüş, geride gerçeklerden devşirilmiş söylenceler, geride bir hiç uğruna milyonlarca kanın aktığı savaşlar, geceye çalan heykeller, kendi detaylarında boğulan çığlık çığlığa tablolar, alev olmuş kütüphaneler ve ölümlü insanoğlundan ölümsüz aşklar. Epey bir kir tutmuş aşklar. Sancıyan, tuzda yanan, kararsızca dönüp duran, narince sarılmaya çalışılan.
Saçlarını arkaya atarken, bir meleğin düşüşünü bekliyorsun kendine de belli etmeden. Alttan alta göğün de çöktüğünü görmek ve şüpheye bulanmış bir meleğin kanatlarının kendine yakışıp yakışmayacağına bakmak.
Daha en başından biliyordun ya aslında; en başından karıştırmamalıydı böylesine kuralları. Dalgalara, korsanlara, yosun kokan bina aralarına ihtiyacı yok bu şehrin. Hızlı hızlı koşuşturan gölgelere, duman kokan ders aralarına, kendinizi tanıyın diyen dergi testlerine, indirimli biletlere ve vodka-colalara ihtiyacı yok. Biraz daha ben, biraz daha biz ve sıkı bir beşinci mevsime ihtiyacımız var. Hiç geçmeyecek bir placebo etkisine. Temiz, tertemiz bir yalana. Her vatandaşın iyiliği, kendi iyiliğin için kurulacak. Şu uyuşmuş hissizliği kapatıp saracak bir yalan.
Biraz huzursuz fakat mutlu kılacak.
Sesler hala anlaşılmıyor. Trenin geçtiği yerler arasında birilerinin hiç uyuyamadığını görüyorsun. Havada mavinin kokusu artıyor, içindeyse dinmek nedir bilmeyen bir nem. Masada kaldırılan kadehler, içinde masada olmayanlar. Sözlerinde, "gece eskisi gibi değil." içindeyse, "belki hatırlarım sarılacağım dostları." Zıtlık ya bu, çağın büyüsü, tren camında fark ediyorsun en çok. Kendini ve düşündüklerini kaybettiğin yerde.
izin ver diyor vicdanının sesi; kelimlerin geçip gitmesine, izin ver kusurluya, izin ver mora ve darbelere. Cevap bulamıyorsan da kızma kimselere, "tren ile yapılan yolculuk, insanı kendine getiren sıkı bir seyahat, araçtır." denmişti sadece.
Boğaz manzaralı fakat boğaza ait olmayan bir kaldırımın kenarında oturuyorum. Bugün hiç kimse fazla bir şey söylemiyor. Balkonlara asılmış ıslak çamaşırların, ağaçların ve bulutların elleri ceplerinde, insanlar ile doluşup sünmeyi bekliyor sabah. Son zamanlar bunlar, artık çok da karıştırmıyorum olup bitenleri. Darmadağınık hepsi de, şehrin üzerinde bir sigara külü söndürülmüş. Söndürülen sigaranın Tekel 2001 olduğuna yemin edebilirim. Yaydığı kokudan, yaşattıklarından belli.
isteğim şu ki; sadece, beni hatırlamalısın boğaz. Çok da eli açık olmadığını bilmelisin.
Deniz, bana inat daha da çok parıldıyor sanki bugün. Benimse şu yorgun tasvirlerim. Yorgun kim'lerim... Hem kazanmayı istiyorsam ve hem de yenilmiş olmayı... Daldan dala çarpıp yara bere ile doluyorken herkese kıskıs gülüyorsam, kısacası kopkoyu ise içim. Hayali limanlara yanaşacak gemileri beklemekten, limanlara demir atacak gemilerin de alev olup yanışını hatırlamamdandır yorgunluğum.
Gözümün önünden yarım bırakılmış eğlenceler geçiyor. Yarım kalmış ölümler, eksik bırakılmış öpüşmeler, anlatılmaya hiç yanaşılmamış hikayeler. Nasıl oluyor da sadece bende 'biz' olabiliyoruz seninle, düşünüyorum, çok da düşündüm ben bazen.
Biliyorum nelerden, kimlerden geçerek geliyorsun geriye. Tatlı bir yağmur düşüremiyorsam şimdi yere, sakın kızma, hayıflanma. iyiliğin önce içimde olması gerektiğini unuttum, heveslenmeleri hatırlayamıyorum dahi.
Sadece, her şeyi, yine her şeyden durmaksızın kıskanan kıpkırmızı bir kıskançlık.
Dokuzu iki geçiyor... Leş gibi mandra kokan bir marketin yanından dönünce uzun sahil şeridinde bana doğru yürümeye başlıyorsun. Seni tarif edecek türde bir cümle artık elimde yok. Hepsini de, "hoşlanmıyorum" diyerek sandıklara doluşturdun. Tıpkı bir çocuğun gizlice eline geçirdiği bir bıçak gibi arzuyu ele geçirmiş, olur olmadık yerlerimi kesiyorum.
Denize doğru bakıyorsun yürürken, bana hiç yüz vermeden hızla önümden geçip az ilerideki asabi görünümlü kel bir belediye bankına oturuyorsun. Halbuki resmiyete hiç gerek yok. Gözlerin, yağa bulanmış kuş tüyleriyle dolup taşan denizin üzerinde belirsiz bir noktaya kilitleniyor. Kimselere anlatmadığın bir amaç içerisinde karışık, görmüyorsun gördüklerimi.
Neler gördüğünü, neler düşündüğünü tahmin etmeye çalıştıkça titriyorum. Bildiklerin bilmediklerime ekleniyor.
Tanrı biliyor ya yine de... Hiçbir şey bilmek istemiyorum.