ekim 2009, saat 13.05 de koşa koşa derse girerken bir yandan da ödevimi spiralletmek için vakit hesabı yapıyordum. tam bankları geçip ablokun merdivenlerinden çıkarken arkamdan bir ses. allahım olamaz. suzan. ahh suzan. şu fakültede en sevmediğim ama en çok vakit geçirdiğim suzan. mecburen dönüp baktım.sonra biraz daha dikkatli bakınca, bu sinir harbini yaratan yan etkinin bana doğru baktığını fark ettim. annemin, ''köpek görünce oturun'' demesinden midir,korkudan mıdır nedir direk yanı başlarındaki banka çöktüm. "leyla sen misin" dedi gülerek. değil ben dedim ve beni rus özentisi olarak hatırında kalmama neden olacak ilk devrik cümleyi kurum. noluyo lan dedim içimden. kahretsin ki leyla ben değildim. orada oturup onunla sohbet etme fırsatını ksçırmıştım. merhaba deyip tanışma sonucu ben derse onlar keyifli muhabbetlerine döndüler. keşke bir süre konuşabilseydik diye iç geçiriyordum. nasıl bir şeydi bu lan. kurgu yoktu,senaryo yoktu ama film gibi. neyse ki 2 dakika süren bu yanlış anlama seramonisi yaşadığım ilk aşkın şaşkınlığını yansıtmadı ona.
akşam kahvesi için gittiğimiz otantik bozması o hilkat garibesi kılıklı kafede nasıl da eğreti duruyordu. içeri girdiğim anda sanki dünyanın en güzel varlığı karşımda en güzel haliyle bana bakıyordu. tabiki öyle değildi. bir anda kafamda onu tasvir ettim.
saç rengi benimkiyle aynı sayılırdı. gözleri kapkaraydı ve çok güzeldi elleri. benden oldukça uzundu,beyaz tenliydi,arteriyel damarları kendilerini göstermekten çekinmez bir tavırla sergiliyordu yeşil-mavi renklerini. tablo gibi bir adam vardı karşımda. allah sanki kendisinden en büyük parçayı ona vermişti. ben olmazsam, işim olurda ibadet ihtiyacını karşılayamazsam o var işte, o senin ilahın olsun bir süre der gibi yaratmıştı bu insanoğlunu. o benim filmim de tanrımın dublörüydü ve yönetmen dublöre aşıktı. b bütün eylemlerim + o = heyecan oldu o gece. belirli zaman aralıklarında ''ulan topu topu iki kere görüştüğün bir adama, bu büyük aşk nasıl oluyor'' diyordu arkadaşım guguk kuşu misali.
gece bitti tam yurda manevra yapacakken suzan. ahh suzan. en yakın arkadaşım. beni çağırıp evine davet etti. yanında leyla, dublör... belki de hayatımın geri kalanının içine edecek adam, kalbimin bekaretini alan adamla, hayatımın celladı aynı kişiydi ve tam karşımda bana bakıyordu.
günler geçti ve onunla sohbet edebilme yeteneğimi çok geliştirmiştim. bildiğin arkadaştık. kendisini sevdiğimi bilmeden msj atardı,arardı,çıktığı kızlardan dert yanardı. hepsi gözümde dünyanın en şanslı o.....larıydı.
hayatında kimseyi umursamamış, kendine hayran, kendi kendini kendi dünyasının ilahı ilan eden bir adamı kendi dünyamda tanrımın dublörü olarak ilan etmekte ne kadar haklı olduğumu fark ettiğim anlar çoğalıyordu.
tam bir buçuk yıl rastlaştıkça konuşmalar, ayda yılda nezaket mesajlaşmaları dışında bir iletişim olmuyordu. ben ona olan aşkımı büyütüyor fırsat buldukça yeni şehrinde o koca şehre sırf ona rastlama ümidiyle gidip geliyordum. suzan... çaktırmadan hayatını takip edebiliyordum. birgün internet denilen nimet sayesinde sabaha kadar benimle konuştu. allah'ım. benim ilk aşkım böyle olacakmış kader işte tepkisizliğim ile getirdim gecenin sonunu. ben hala kömür karasını gözlerine renk yapan adama aşıktım. 19 yaşındaydım. daha önce hiç sevgilim olmamıştı. acı çekiyordum,ergen yetisi işte ağlamaktan büyük bir keyif alıyordum. hiç bir maçta bulamadığım adrenalini, parfümünü duyumsadığım an buluyordum.
sonra nasıl oldu, kim kaçtı kim kovaladı bilmiyorum. karşımda bana bakan gözlerle durduğu ilk an ve onu uğurladığım an dışında bu yıllardan aklımda kalan tek bir anı bile yok şu an. gözümde yarattığım tanrıma aşık olmuş sonra onun bütün hislerimi öldürmesine izin vermiştim.
gözümde hala aynı kutsallığa sahip adam şu an çok uzaklardaydı. ölmüş olmasını diledim günlerce, aylarca. ölmedi. olmadı. bazen bir yerlerde rastlasam diye düşündüm. her rastlama beni ona yaklaştırıp yaşamak becerisinden uzaklaştırduı. sonra ben bir daha aşk dininde tanrıya asla inanmadım. inanamadım...