"ne kadar da güçlü bir dildir kıssa dili! sembolizmde ne büyük bir güç, genişlik ve zarafet var. onun hakkında ona göre söylenemeyeek hiçbir şey yoktur. sembolizm avrupa'da siyasi bir tıkanmanın ve boğulmanın ortaya çıktığı bir dönemde gelişti. güçlü bir yazar, en buhranlı ve şiddetli siyaset ve diktatörlük şartlarında, en tehlikeli sözleri söyleyebilir. yazarı, okuyucusundan başka hiçbir güç susturamaz. fakat her halükarda, yazarın, sinirlerin iştiyakını, kalp hücrelerinin ihtiyacını, insan ruhunun ve beyninin ihtiyacını gidermemesi doğal değildir.güçlü yazar, düşünceyi ve ruhu ikna eder, başarı kazandırır; ama insan ruhunun kalbi ve insan kalbinin ruhu öylece susuz kalır. insana başarı duygusu verir; fakat bunu yapmakla insani duyguyu tatmin etmez. o susuzluk, o eğilim öyle susuz ve aç kalır.
terör, korku, yalnızlık ve vahşet şartlarında yazan, sözlerini söyleyen, bütün özgürlükçü istek ve düşüncelerini, küfür ve nefretlerini açıklayan siyasi bir yazar, sembollerin, kıssaların ve sanatkarlıkların perdesi altında, çalışma masasının gerisine oturarak yine de caddeye çıkıp yüzyüze ve açıkça diktatörlüğe sövebileceği ve apaçık bir şekilde şöyle feryat edebileceği günün arzusu içindedir:
'ey özgürlük! seni seviyorum. sana muhtacım. sana aşığım. sensiz hayat zordur. sensiz ben de yokum. varım, ama ben yokum. yani var olan ben değilim. ben, sensiz boş, anlamsız, şaşkın, avare, ümitsiz, kalpsiz, ışıksız, tatsız, beklentisiz, beyhude, yani bir hiç olacağım. ey özgürlük! senin sevgi, dostluk ve şefkatinle beslenmişim.
ey özgürlük! senin yüksek ve özgür endamın, benim mabedimin özgürlük minaresidir. ey özgürlük! senin masum ve renkli güvercinlerin, benim sırdaş ve aşina dostlarımdır. barış güvercinidir onlar. o güvercinler, benim tüm ümit ve iyi haber mesajlarımın ve tüm müjdelerimin habercisidirler. ey özgürlük! keşke seninle yaşasaydım, seninle can verseydim. keşke sende görseydim, sende uyansaydım, yazsaydım, söyleseydim. sende hissetseydim ve seninle olsaydım!
ey özgürlük! ben zulümden bıkkınım, esaretten bıkkınım. zincirden bıkmışım, zindandan bıkmışım, hükümetten bıkmışım. zorunluluktan nefret ediyorum. seni tutsak yapmak ve bağlamak isteyen her şeyden ve herkesten bıkkınım, nefret ediyorum.
hayatım senin içindir. gençliğim senin içindir. varlığım senin içindir. ey özgürlük! kutlu özgürlük!seni tahta oturtmak istiyorum. ya sen beni yanına çağır, ya ben seni yanıma çağırayım!
ey özgürlük! kırık kanatlı güzel kuşum! keşke seni vahşet bekçilerinden, gece, karanlık ve soğuk meydana getirenlerden, udvarları, sınırlşarı, kaleleri ve zindanları yapanlardan kurtarabilseydim. keşke kafesini kırıp seni sabahın temiz, bulutsuz ve tozsuz havasında uçurabilseydim. fakat... benim de elllerimi kırmışlar, dilimi kesmişler. ayaklarıma zincir vurmuşlar ve gözlerimi bağlamışlar... yoksa seni benimle mi karıştırıp birleştirmişler? seni benimle aynı kalıba mı dökmüşler? seni derinliğimde, en samimi ve gerçek benliğimde buluyorum, hissediyorum. senin tadını her an kendimde tadıyorum. kokunu daima kendi yalnızlık fezamda kokluyorum. çölün yaz gecelerinde, göğün küçük yıldızının gönlünde, melekuti kanatların sürtüşmesiyle meydana gelen kalp ürpertici çan sesi gibi gürültü çıkaran sesini her zaman işitiyorum. her sabah hayalimin şefkatli ve sevgili parmaklarıyla elimde kararsız olan canlı ve konuşan saçlarını yumuşak bir sevgiyle tarıyorum. günün tamamın seninle geçiriyorum. adım adım gölge gibi seninle birlikteyim. seni hiçbir zaman yalnız bırakmıyorum. her zaman ve her yerde seni benim yanımda, beni de senin yanında görüyorlar. sofra başında, yanındaki boş sandalyede oturan benim, görmüyor musun? ben varım, gözlerini doğru aç. sultanı ve mütevelliyi gördüğün gözlerle değil, sadece beni görmek için varolan gözlerle, yalnız benim sende gördüğüm gözlerle bak. ağzına gizli bir lokma koyan benim. ansızın dudağına bir bardak koyan benim. senin için elma soyup kesen ve dilimleyen benim. hemen başını çevir ki kaçıp kaybolma zamanımdan önce beni görebilesin...
her ikindi, yaz aylarının sakin, sevgili ve şefkatli ikindileri, kışın sıkıntılı ve suratsız ikindileri, zindanında kederli ve yalnız bir şekilde somyaya düştüğün, kendini bıkkınlık, yorgunluk, soğuk ve ümitsizliğe terkettiğin zman, yanı başında birçok gece, notları, makaleleri, kitapları, mektupları, şiirleri, öyküleri, nağmeleri ve şarkıları (katil ve cellatların bakışları altında, senin ve benim zorba hükümetimizin vahşet ve korku dolu günlerinde) yazan, güzel ve yumuşak bir sesle şarkı söyleyen, yazıklarından sonra zindan, takip ve işkence gören ve onları senin için okuyan benim. sense sakin ve sessizce kulak veriyorsun. her an bir şaşkınlık, her an bir tebessüm, her an yüksek bir kahkaha, her an yerinden fırlayıp kendi çevrende dönüp dolaşmak... kendini aynanın karşısına geçirmek; bu durumda kendini aynada görmek ve görmemek... her an hayrette kalmak... inanmak, inanmamak... bazen itiraz... yüz buruşturmak, kaş çatmak, yarı kahrolmak, hemen özür dilemenin alameti olarak gönül okşamak, utangaçlık alameti olarak tebessüm etmek ve şefkat göstermek... sonra bir soru ve sonra bir cevap, ardından bir şüphe, bir tereddüt, sonra da karar vermek. ardından söz söylemek ve hemen kızarmak. ondan sonra bir sessizlik, bir suskunluk. hem de ne suskunluk! sonra ayağa kalkmak ve baş aşağı düşmek. düşünceye dalmak, elbise giymek ve evden dışarı çıkmak... işte bütün bu saatlerde, bu zamanlarda seninle birlikte olan benim. sen yalnız değilsin. seni hiçbir zaman yalnız bırakmıyorum. sen beni az tanıyorsun. benim bütün yaşamım senden olmuştur. senin uğruna hiçbir zaman baskı, şiddet, gasp ve engellere teslim olmadım. beni ipe bile götürseler, yine de asla kalbim senden ayrılmayacak. sen benim kalbimsin, benim suyumda ve toprağımda yoğrulmuşsun. işkenceler, ancak benim sana olan sevgimi artırmıştır. zindanlar, bana senin sevginden ve aşkından başka bir şey getirmemiştir. düşmanlıklar, vahşilikler, tehditler ve takipler, sadece sana olan vefamı daha da artırmaya yaramışlardır.
ve... geceler... ah! gecelerden bahsetmek ne kadar zor! insanların olmadığı, duvarların karanlıkta kaybolduğu, kralın gözünün kapandığı ve kalelerin muhafızlarının uykuya daldığı geceler! ve... ben, o gecelerde ayaktayım, sense uyanık. dünyalıların gözü uykuda... kafeslerini kırarak birbirlerine karışmak ve gökyüzünün o güzel yalnızlığının sevimli sinesinde uçmak isteyen dört güvercinin ümit ve bekleyiş gözünün hilali... ve... geceler... beni üzüntü, hastalık ve solgunluğa terk edip eve dönüyorsun. yalnızca evin kapısını açıyorsun. öyle bir evin kapısını ki içerisinde bir ses, heyecan ve şevk varsa, bunlar da komşu duvarlardan geliyor. ayaklarının sesi, evin ıssız ve suskun kalbine heyecan veriyor ve ansızın kesiliyor. odanın kapısını açıyor ve içeriye adım atıyorsun. senin bekleyiş ve ümit gözünle o köşede çehrene gülümseyen benim. o an kalpten gülümsüyor ve geri dönüp kapıyı kilitliyorsun. tekrar dönüyor, beni yanına oturtuyorsun ve soruyor, soruyor, soruyorsun. ben ise öylece suskun duruyorum. başımı önüme eğmiş ve gözlerimi halıya dikmişim. öyle ki konuşacak aklım ve kalbim yok. solmuşum, sıkılmışım ve bıkmışım. çünkü hayat zorlaşmıştır. hafakan, sağlam kaleler, acımasız baskı, uyanık zindancı... bütün bunlar bana eziyet ediyorlar. bunlara alışmamış, baskının elinden bir şarap içmemiştim. hafakan ve boğulma dünyasıyla dostluk kurmamışım. öfkeyle, duvarla, vahşetle, duvarla arkadaş olmamışım. kalbimi senden ayırmamışım! her adımı güçlükle atan ayağım senin aşkına koşuyor. bir zincire, bir ipe eğilmeyen baş senin aşkına eğiliyor. gözün, onu eğilmiş görmekten umudunu kestiği bir endam, senin mabedinde ibadet ediyor. ölüm tufanlarından titremeyen yürek, seni hatılrlamakla periian oluyor. ve... bana şiddetli bbir şekilde çok eziyet ve işkence ediyorlar. kalbim parçalanmış, ruhum karmakarışık ve paramparça olmuş. gücüm kaybolmuş, ümidim yok olmuş... ve yorgunum!
sense yalnızlık halvetinde onun gönlünü alıyorsun. onun kucağına baş koyuyor, bir aşk gazeline konu olan yumuşak ve sıcak ellerini onun titrek ve soğuk ellerine bırakıyorsun. onu sakinleştiriyor, ısıtıyorsun. senin gazelinin on şahbeyitinin haberini parmaklarımın beyitleri birer birer bir kenara alıyor.; her beyiti ezgiye dönüştürüyor ve ondan bir rubai çıkarıyor. o zaman tamamı güzel, sıcak, iyi, gizli, dertli ve yakıcı gazelleri, nağmeleri, makamları şiirleri, sesleri, şarkıları kapsaayn bir divan meydana geliyor. o zaman sen ondansın. hayır, bendensin. her ikisi de birdir. o benim. benim niçin kederli olduğumu, niçin solduğumu, niçin o yıl gelmediğimi soruyorsun. "niçin önceki yıl yoktun? iki yıl önce niçin o makaleyi yazmadın? niçin iki yıl önce, beni öven şiirini basmadın? niçin?" diyorsun. unuttun mu? takip mi ettiler?
ve ben, yazgımdan, yorucu maceramdan ve senin yolunda çektiğim dert, eziyet, üzüntü, acı, ızdırap ve işkenceden bahsetmekten bıktım. aslında ne dostun yanında ne de dost yolunda çekilenlerden bahsetmek insanlık alametidir ne de dostun kalbini incitmek insanca bir davranıştır. bu öykü ve açıklamalarla sona eren anlardan dolayı yazıklar olsun bana. bu anlara üzülüyorum. bazen özgürlüğü sevme yolunda atılan uygunsuz bir adım, özgürlüğü övmek için oynatılan korkusuz bir kalem özgürlüğü daha çok sınırlıyor., özgürlük aşıklarını özgürlük alametlerinin en azından bile mahrum ediyor. benim bu işte edinemediğim nice deneyimler, daha bilmediğim birçok bilinen ve bilinmesi gerekenler vardır. özgürlük ve özgürlüğe aşık olmak adına özgürlüğü ve direnmeyi övmek, benim mesleğim, işim, uğraşım, hayatım, aşkım, inancım ve şahsiyet çerçevem olmuştur. çaresiz kaçıyor ve soruyorum: sen ne yapıyorsun? zamanını nasıl geçiriyorsun? ne düşünüyorsun? sen kendi kendine isa gibi yahudilerin pençesinde olduğunu, kayser'in seni çarmıha gerdiğini, darağacına çektiğini ve başına bir taç koyduğunu söylüyorsun. bense isa'nın yorgun havarisi aziz paul gibi kıvırılıp büzülüyor, boşlukta kendisinin bile duyamayacağı bir sesle bağıran dertli gibi, başımı büküyor ve yürekten inleyerek ağlıyorum. o zaman başımı kaldırıyor ve göklerdeki bütün bulutların gönlüme yağmaya başladığını hissediyorum. o an gözlerini kucağında parlayan yüzüne dikiyor, gülün üzerine konan ve çevresinde uçan iki kelebek gibi, bakışlarımla yanaklarına, yarı uykulu ağır göz kapaklarına, ıslak kirpiklerine, burnuna, latif ve asil dudaklarına işveleniyorum. çaresizliğimden, yani esir oluşumdan dolayı kalpte eriyorum. o vakit senin yüzüne sıcak bir damla düşüyor. sen bunu anlıyorsun ama belli etmiyorsun. onu kalbinde tutuyorsun. bir an öylece sessiz kalıyorsun. ama kalbinde şiddetli bir kavgaya tutuşuyor yapıyor ve ayağa kalkıyorsun. fakat bana bakmıyor ve ayağa kalkıyorsun. bana bakmıyorsun. başını öyle bir işle meşgul ediyorsun ki beni görmüyosun. bir an geçiyor, ondan sonra bana yüzünü çevirmeden, bir soru soruyorsun. fakat bir cevap duyamıyorsun. tekrar ediyorsun soruyu, yine bir cevap alamıyorsun. başını çevirip bakıyorsun, ama kimseyi görmüyorsun.
o zaman benim yerimde yalnızlığın oturduğunu görüyorsun. yalnızlık gölge gibi senin peşine düşüyor. seni takip ediyor. evet, yalnızlık, bedduasını senin üzerine atmış, peçesiyle gırtlağını sıkıyor, sıktıkça sıkıyor, her an daha bir şiddetli ve düşmanca sıkıyor. seni bir an bile bırakmıyor. her zaman daha ağır, vahşi ve güçlü oluyor. sen ise zavallısın. kalmaya gönlün yok, kitaplara sığınıyorsun. açmaya gönlün yok, yemekle meşgul oluyorsun. ama canın yemek istemiyor ve geri dönüyorsun. yorgun, halsiz ve solgun olarak, kendi tortun ve artığın gibi çarpıntı ve ızdıraptan dolayı yatağının boş sedefinde sürünüyorsun. battaniyeyi yalnızlık korkusuyla başına çekiyorsun. ansızın bir nefes sesi! çektiğin nefesin sıcaklığını vuruyor. ışıkta görmek için battaniyeyi kaldırıyorsun; fakat göremiyorsun. tasavvurunda, acı bir gülümsemede bulunuyorsun.kalkıp lambayı söndürüyor ve yatağına geri dönüyorsun. yine nefesinin sıcak ve yumuşak şulesini yüzünde ve boğazının altında hissediyorsun. ve o zaman karanlıkta bakıyor ve tekrar beni görüyorsun.
ve artık suskunsun. muhatapsın sadece. istediğim ve istediğin her şeyden bir parça konuşan ise benim. sen sadece kulak veriyor, gülüyor, şaşırıyor, onaylıyor, inkar ediyor, kabul ediyor, düşünüyor, hayal ediyor ve anlıyorsun. konuşmam, sözüm, fısıltılı ezgilerim, kıssam, efsanem, şiirim, şarkım, nağmem, gazelim, yazım, telifim, masalım, destanım, kinayem, benzetmelerim, istiarem, şakam, uyarım, sövgüm, nefretim, alayım, büyüm, sihrim, okşayışım, duam, gösterim, felsefem, dinim, tarihim, irfanım, tasvirim, merağım ve rivayetim... evet, ben bütün bunları yapıyorum. böylece senin göz kapakların yavaş yavaş ağırlaşsın, gözlerinin üzerini kapatsın ve benim o iki aziz ve güzel dostumu benden gizleyip saklasınlar. beni, gözlerinle görüşmekten alıkoysunlar, ben yalnız kalayım, yavaşça ayak parmaklarımın üzerine basa basa pencerenin boşluğundan aşağı ineyim ve ağaçların tortusundan kendimi sokağa atayım. karanlık gecede uyumuş duvarların gölgesinden, gözlerden uzak bir şekilde hücreme gireyim; tıpkı bir gece yarısı yolculuğuyla gökyüzündeki buluşma yerinden döndüğümüz o geçmiş geceler gibi.
sen uyuduğun, beni o iki can dostumdan ayırdığın, yalnız bıraktığın zaman, ben dönüp oturuyorum. seni görmek için çırpınıp didinmekten yorgunum. seni görmemekten sıkıntı içinde daralan gönlümse heyecanlanıyor, çarpıyor, beni kendisi üzerinde dolaştırıyor. bense ruhumu paramparça ediyor ve her damlasını üzerine allah gibi üzerine yemin ettiğim altın kalemime koyuyorum. benim "ruh"um olan ve sahip olduğum kalem, o damlaların her birini kelime yapıyor, cümle yapıyor; yarın okuyasın ve bu boş saatlerde benim seninle ne kadar birlikte ve sana ne kadar muhtaç olduğumu, seni gözlemekkten ne kadar yorulduğumu ve her şeyimin sen olduğunu bilesin diye sana mektup yazıyor.
ve yarın, gönlü senin yarasız küçük kuşun olan ben, doğudaki dağların tepesine koşacak, bir sabah vakti dağın arkasına varacak ve kendimi güneşin kaynayan eritici pınarına atacağım. böylece ondan yanayımi eriyeyim ve güneşin kanıyla kavrulayım. güneş doğup gecenin yüzüne gülümsediği, her eve ve zindana girdiği zaman, ben onun parıltısının güzel, yumuşak ve sıcak pencereleri olayım.elimi odanın kapalı pencereleri ardından içeri sokayım. güneşin yüksek boynunda gizlediğim varlığımı içeri atıp yanına oturayım. sabah güneşinin ışınları olarak tasavvur ettiğin sıcak, şefkatli, merhametli, latif ve altın parmaklarla özgürlük şeklinde kalıba döktükleri benim ruhum olan çehreni okşayayım, okşayayım; serbestçe ve özgürce... öyle ki sanki sen hep bensin, ben de sen. öyle ki sanki artık baskı yok, gece yok, eziyet ve ıstırap yok, aykırılık ve zıtlık yok, gasp yok, işkence yok, özgürlüğün işkence ve esareti yok. güneşin aldatması olmaksızın sen benim parmak uçlarıma boyun eğmişsin. hayalin her türlü aldatmasından uzak olarak yanımdasın. sanatın her türlü hilesinden uzak yanıbaşımdasın. efsane vasıta olmaksızın biz beraberiz. beton ev olmaksızın, sarmaşık, ot, gül, ve birbirine karışmış vahşi dikenlerle dolu, fakat bir bıçak zulmune maruz kalmayan; süsleme sanatına, süs için kırpma hastalığına yakalanmayan ve çiçeklerin dallarını kıran, koparan; "terbiye ediyorum, düzenliyorum, yani bahçe düzenli olmalıdır, hesaplı ve bakımlı olmalıdır." deyip dalları hep çırpıp götüren; çiçek ve otların başlarını vuran ve ortadan yaran bahçıvanın çirkin, anlamsız, tatsız, aptalca, utanmadan ve ahmakça yaptığı fuzuli işlere maruz kalmayan bir bahçede birlikte yaşıyoruz. bahçıvan bilinçsiz! çünkü böyle bir bahçede, allah'ın bahçıvan olduğunu bilmiyor. halbuki, allah bahçıvan veya gül yetiştiricisinden daha iyisini bilir.
evet, iki betonarme odada değil, bir bahçede birlikteyiz. bu bahçe öyle bir bahçedir ki sessiz, yalnız; otlar, güller ve çeşitli bitkiler birbirine karışmış; ağaçların dalları ve kolları, güller, ahududular, asmalar ve yosunlar halka yapmış, düğüm oluşturmuşlardır. yani birbirlerine adeta yapışık haldedirler. o uzaklarda bir çiftçi evi; evin iki odası ve tavanlı büyük bir eyvanı, bir süt veren ineği, birkaç tavuğu, civcivi, havuzu, tandırı, buğday ambarı, yağı, sütü, yoğurdu, peyniri var... önündeki dut ağacının dallarıyla ses çıkaran bir rüzgar... sessiz, sakin, elektriksiz ve asfaltsız ve toprağında iki çift ayakkabıdan başka gelgitlerin olmadığı, yani insansız bir ev. yanında genç, güzel ve doru bir at. tabii bu at, bir süvarinin küçük tayı değil, ceylan gibi hızlı koşan altın gemli ve heybetli bir at... ,
yavaş yavaş uyanıyorsun. tabii ben uyandırıyorum. gözünü benim gözümde açıyorsun. uyanır uyanmaz beni görüyorsun. ardından sabahı ve sabah güneşini görüyorsun. gözünü güneş ve sabahın gözünde açıyor ve beni görüyorsun. beni bütün varlığında hissediyorsun. ısınmış ellerimi, ısınmış ve aydınlanmış yüzümü baştanbaşa bütün varlığınla hissediyor, ısınıyor ve aydınlanıyorsun. öyle ki her zaman derinliklerine dalmak istediğim, derinliklerinde kalmak, uyumak, yaşamak ve artık dönmek istediğim gözlerinin içine giriyorum. sana kavuşmak için senin derinin altında güneşin sıcağıyla sürünüp dolaşıyorum. senden anlatmanı istiyorum ey özgürlük! ey benim özgürlüğüm! zorbalığın pençesine esir düşmüşsün. keşke kafesini kırabilseydim ve seni uçsuz bucaksız, duvarsız, engelsiz gökyüzünde uçurabilseydim. fakat beni de ipe vurdular. ayaklarımı, gözlerimi, kalemimi ve ellerimi ve parmaklarımı kırdılar, dilimi kestiler, dudaklarımı diktiler. sen ne yaptıklarını bilmiyor musun? şu anda ne yapıyorlar bilmiyor musun? fakat allah seni benimle yoğurmuştur. allah benim bedenimi yarattığı zaman, ruhun yerine seni bana üfledi ey özgürlük! böylece seninle dirilip canlandım; seninle nefes aldım; seninle harekete geçtim; seninle gördüm; seninle söyledim, konuştum. seninle işittim, hissettim, anladım, düşündüm... ve sen, ey benim tutkun ruhum! insan ruhuna hangi ihtiyacın, bedensel gereksinimden daha iyi olduğunu biliyorsun.
fakat... zorbalığın cellatları ve baskının uşakları seni benden ayırdılar ve "yalnızlıktan dertli" olan beni sürüp uzaklaştırdılar, zincire vurup bağladılar. bizi nasıl birbirimizden ayırabilirler ki! bakışı gözden, gözü de bakıştan ayıramazlar. bense ey özgürlük, seninle bakıyor, seninle görüyorum!
söyle! bana ne yaptığını anlat. nasıl uyanırsın? nasılsın? nasıl dışarı çıkıyorsun? yuvanı terketmen durumunda ne yapıyorsun? ne diyorsun? halin nasıl senin? ne gibi bir sözün var? kiminlesin? onlarla aran nasıl? nereye gidiyorsun? seni nereye götürüyorlar? oralarda ne yapıyorsun? o anları ve saatleri nasıl geçiriyor, nasıl öldürüyorsun? bu yaptıkların görülmez mi zannediyorsun? nasıl dönüyorsun? nasıl giriyorsun? nasıl gülüyorsun? sonra ne yapıyorsun? ve daha sonra ne yapıyorsun? ondan sonra ne yapıyor ve nasıl dışarı çıkıyorsun? kiminle çıkıyorsun ve kimlerlesin? yalnız mısın? nereye gidiyorsun? seni nereye götürüyorlar? onlarla ne yapıyorsun? ve sonra... sonra gece nereye gidiyorsun? ne yapıyorsun? daha çok ne iş yapıyorsun? daha çok ne düşünüyorsun? daha çok nereye gidiyorsun? ne zamanlar nerelere gidiyorsun? sonra ne zaman dönüyorsun? nasıl dönüyorsun? ve ne yapıyorsun? ne düünüyorsun? nasıl vakit geçiriyorsun? geceyi nasıl yarılıyorsun? söyle, adım adım, zerre zerre, anbean söyle... ah!benim bilmem lazım... benim her bilişim, bir tür seninle birlikte olmamdır. benim her bilmeyişim, bir tür iki kat seninle birlikte olmamamdır. eğer şimdi ne yaptığını, nerede ve kiminle birlikte olduğunu bilsem, ben de ne yapmam, nerede ve kiminle olmam gerektiğini bilirim!
ey özgürlük! senin için ne zindanlar çekmişim. nice zindanlara da katlanacağım. yine senin için nice işkencelere tahammül ettim, nice işkencelere de tahammül ettim, nice işkencelere de tahammül edeceğim. fakat kendimi asla zorbalığa satmayacağım. ben özgürlükle terbiye olmuş ve beslenmişim. üstadım korkusuz, zaafsız ve sabır dolu tüm insanlardır. rehberim özgür insan ve özgürlük için yıllarca inleyenlerdir. her ne yaparlarsa yapsınlar, kesinlikle senin havandan başkasını solumayacağım. ama benim seni tanımaya ihtiyacım var. bunu benden esirgeme. hadi, her an nerdesin, ne yapıyorsun, söyle. söyle ki ben nerede olmam ve ne yapmam gerektiğini bileyim.' :ali şeriati:kendini devrimci yetiştirmek