sen ağladın canım ben ise yandım.
ben de ağladım sen de yandın, çünkü karşılıklı özlem böyle bir şey. bizimkisi neşet ertaşın anlattığı hikayeden biraz farklı ama keyfin kaçtığında ah yalan dünya deyişin geliyor aklıma.
*
izmire taşındığımız seneydi. ödemişin bir köyündeydik. iğdeli. yaşayacağımız o köyü görmeye gittiğimiz gün hayli sıkıntılıydın. babam senin üzüntülerine yine en dertsiz hali ve çoğu kez off baba ya dedirten dizeleriyle karşılık veriyordu. ey iğdeli iğdeli, sen ağlattın bu güzeli." tadın yoktu hiç. izmir deyip gelmiştik ama babaannemlere hayli uzaktık. kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdi. illa ki alışacaktık ama senin o sıkıntılı sürecin hemen geçmesini istiyor gibi bir halin vardı. biz tebdil-i mekan ferahlığına kapılmışken sen burada nasıl yaşarızın hesaplarını yapıyordun. ağlıyordun. bir insanın, annesinin ağladığına şahit olması ne büyük şeydi, sanırım ilk şahitliğimdi. lojmanı gördük sonra. iki çocuklu bir aile için hayli küçüktü. bir yatak odası bir de salonu vardı. ablamla ben, açınca çift kişilik yatak olan kadife bir çekyatta uyurduk. salonun penceresi okulun bahçesine bakardı. pencereden okul bahçesinde top koşturan çocuklara bakardık, okul dağılınca. babamız okul müdürü diye havamız da yerindeydi. salonda uyumayı ya da evimizin çok yakınından ve yükseğinden geçen tabiri caizse tepemizden geçen kamyonların yarattığı tehlikeyi kafaya takacak yaşta değildik. dördüncü sınıfı çok havalı bulduğum yaşlardaydım. çok zordu dördüncü sınıf, öyle söylüyorlardı. inanıyordum. hafta sonları babaannemlerin yanına giderdik genelde. her cuma amcam gelir bizi alırdı. pazar geceleri de geri gelirdik. pazar geceleri zordu, zaten bütün pazarlar zordur. bir de üzerine eve dönüş çilesi eklenirdi. belli etmezdin pek ama sen de sevmezdin pazarları. bir de sömestrler var. benim kabuslarımı yatıştırmakla geçti sanırım ömrün. tatilin ilk üç beş günü kaygısız takılır, sonra başlardım "daha çok var zaten değil mi?", "dönem ödevimi yazarım değil mi?", "bugün kaçıncı gün anne?" diye sormalara. var daha kızım. sıkma canını, tatil uzun derdin. yüreğime su serperdin. ama o son gün gelip çatardı işte. zar zor yetiştirirdim altına çizgili kağıt koyup siyah pilot kalemle yazdığım beyaz sayfaları. zahmetli işti doğrusu, saman kağıtlı ansiklopediden cümle ayıklamak. bir de hep sınavlar olurdu o tatillerin bitiminde. iyice kasvet çökerdi üstüme. bunların dışında bir pazar günü daha hatırlıyorum aynı senelere ait. bir hafta sonu gezi vardı, birgiye gitmiştik okulca. anneler günüydü. hediyelik eşya satan yerler vardı ve okullardan gelen çocuklar telaş içinde bir şeyler almaya çalışıyordu. ben de yanaştım tezgahlardan birinin önüne. baktım, hiçbir şey beğenemedim. biblonun en popüler olduğu zamanlardı. doğum gününe biblo, öğretmenler gününe biblo başka pek bir hediye algısı yoktu. çaresiz aldım bir biblo. hiç de incelememişim o kalabalıkta ve zamansızlıkta. çirkindi. satıcı kadın da garipti. sanırım işin sadece ticari kısmıyla ilgileniyordu. yoksa seçtiği bibloyu kaybettiğini sanan sekiz yaşındaki bir çocuğu, insanların içinde, bibloyla kafasına dokunmak suretiyle haberdar etmezdi. canım sıkılmıştı. rencide olmuştum. boyum kısacıktı ve hayat çok üstüme gelmişti birdenbire. neyse dedim, boş ver hediye alabildim sonuçta önemli olan bu dedim. sonra senin yanına geldim elimde hediyemle. çaktırmamaya gayret ettin ama beğenmemiştin. düşünmem yeterliydi ne gerek vardı ama beğenilecek bir tarafı da yoktu hani. hala sevmem hediye almayı. bugün de denedim olmadı. ben de oturup bunları yazdım. hediye niyetine değil de seni çok sevdiğimi bir kere daha söyleyebileyim diye. bir de, ağlama hiç olur mu. ben bir gün okula giderken bir kafede tek başıma kahvaltı yapıp çok ağladım. böyle kendimi durduramayacağım seviyede bir ağlama. aynı kafenin diğer şubesinde seninle kahvaltı yapmıştık, onu düşünüp daha da ağladım. hiç kimse anlam veremedi halime. çünkü uzak kalmayı bilmeyenlerin anlayabileceği tarzda bir anlamı yoktu yaşadıklarımın. boş ver dedim ben de. boş ver. zaten ne kaldı şunun şurasında, beklerim.